II. Avrupa Konferansı: Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri için ileri!

II. Avrupa Konferansı, ikinci gününde Avrupa Birliği’nin (AB’nin) sosyal, ekonomik ve politik durumu üzerinde dururken, aynı zamanda başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu sorunları üzerine de eğildi. Konferans ikinci gününe, dünya kapitalizminin içinden geçmekte olduğu konjonktürün ve AB’nin hâlâ yaşadığı zor durumun temellerini kavramak amacıyla, dünya ekonomik krizini tartışarak başladı. Britanya’da 40 yılı aşkın süredir yayınlanmakta olan Marksist Critique dergisinin editörü Hillel Ticktin, dünyanın bugün bir ekonomik depresyondan geçmekte olduğunu ve önünde zorlu günler olduğunu ortaya koyan bir sunuş yaptı.

Ticktin’in açılış konuşmasından sonra konferans AB ülkeleri üzerine odaklanan bir oturuma geçti. AB özellikle hassas bir dönemden geçiyor. 25 Mayıs’ta 28 birlik ülkesinde yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde faşist ve ırkçı partiler ailesinin hemen hemen her ülkede büyük başarılar kazanacağı neredeyse kesin. Geçtiğimiz Pazar bu ailenin en önemli temsilcilerinden Fransız Front National’in (FN-Ulusal Cephe) yerel seçimlerde kazandığı tarihi başarı (40 yıllık tarihinde ilk kez nüfusu 10 binden büyük 13 kentte belediye başkanlığı), Ukrayna’daki faşist örgütlerin güçlerini Maidan’da kanıtlamasından sonra Avrupa için ikinci işaret fişeği oldu. Bu yüzden Avrupa tartışması büyük önem taşıyordu.

Önce Portekiz’den Rumba dergi çevresinden, Lizbon liman işçilerinin büyük zaferinde önemli bir yeri olan Raquel Varela, Batı Avrupa’da bir ülkede işçi sınıfının ve gençliğin ne kadar ağır ekonomik sorunlarla boğuştuğunu anlattı. İtalya’nın DEYK seksiyonu Partito Comunista dei Lavoratori (PCL-Komünist İşçi Partisi) önderi Marco Ferrando, ülkede meteor hızıyla yükselerek önce Demokrat Parti lideri, sonra da başbakan olan genç Matteo Renzi yönetimindeki yeni hükümetin, ülkenin TÜSİAD’ı olan Confindustriale’nin politikalarını popülist renkler katarak uyguladığını ortaya koyduktan sonra, sendika hareketini kontrol eden bürokrasinin ve reformist parlamenter solun politikalarını Renzi’nin bu popülizmine göre uyarladığını anlattı.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde farklı ülkelerdeki değişik politik akımlar seçime anlaşma içinde aynı doğrultuyu temsil eden listelerle girebiliyorlar. Ferrando, İtalya’da Avrupa Sol Partisi doğrultusunda oluşturulan, Yunanistan’ın yükselen yıldızı reformist solcu Syriza lideri Çipras’ın adıyla anılan listenin ilerici burjuva liberallerini içerdiğini ve seçimlerden sonra her türden gerici güçle koalisyona hazırlandığını hatırlattı. Ferrando’ya göre İtalyan burjuvazisinde “sosyal patlama” korkusu son derecede yaygın. Cenova’da belediye işçilerinin işten çıkartmalara karşı düzenlediği bir süresiz grevin nasıl ülke çapında bir patlama kaygısı yarattığını ortaya koydu. DEYK’in İtalya seksiyonu PCL, İtalyan işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden dikkate alınacak boyuttaki tek devrimci güç olarak sivriliyor.

Ferrando’dan sonra Fransa’dan Monika Karbowska’nın sunduğu raporda FN’in seçim başarısının yarattığı tehlikelere dikkat çekildi. İktidardaki Sosyalist Parti’nin sefil neoliberal politikalarının faşist hareketin yükselişinde oynadığı rolün altı çizildi. Reformist solun (yerel seçimlerde belirli bölgelerde seçime Sosyalist Parti ile girecek kadar alçalan Fransız Komünist Partisi ve onun bir parmak kadar solunda duran Sol Parti) zavallılığı ve Trotskist gelenekten geldiği halde devrimci Marksist politikalar uygulamaktan aciz partilerin durgunluğu anlatıldı. İtalya ile birlikte Avrupa devriminin her zaman öncüsü olmuş olan bu ülke bugün çok üzücü bir tablo sunuyor, ama dönemin dinamiklerinin bunu hızla tersine çevirmesinin olanaklı olduğunu unutmamak gerekiyor.

Fransa’nın ardından Yunanistan tartışıldı. Ev sahibi ülke adına konuşan ilk konuşmacı Yannis Aggelis ülkenin nasıl hem Avrupa ekonomik krizinin en tipik örneği olduğunu, hem de sınıf mücadelelerinin nasıl en ileri düzeye burada ulaşmış olduğunu ortaya koydu. 2010’da kriz başladıktan sonra üç yıl boyunca (2010-2012) kitlelerin gösterdiği çok büyük mücadele azmi, kendini hem çok kitlesel eylemlerle beslenen 14 genel grevle, hem de 2011 yılı bahar ve yazındaki Sindagma meydanı işgalinde gösteriyordu. Ne var ki, sosyal demokratların başını çektiği sendika bürokrasisinin bu büyük canlılığı tek günlük genel grevlerle eritmesi, bir bakıma bu kızgınlığın buharını alması, 2012 sonlarından itibaren hareketin gerilemesine ve yerel mücadelelerle sınırlı kalmasına yol açmıştı. Bugün kamu çalışanlarından ve kamu işçilerinden pek çoğu işinden atılmakta olduğu için o sektörlerde mücadeleler öne çıkıyor, ama bunlar yerel kalıyor. Aggelis’ten sonra son dönemde kahramanca bir mücadele veren belediye temizlik işçileri sendikası yöneticilerinden biri ile Selanik’te işgal altında bir işçi kolektifi tarafından üretime açılmış olan Vio Me fabrikasından bir fabrika komitesi üyesi konuşma yaptılar.

Yunanistan’dan gözler yaşartıcı bir konuşma da 64 yıldır Trotskist mücadele yürütmekte olan 80’li yaşlarındaki bir işçi Vangelos Sakkatos tarafından yapıldı. Sakkatos uzun işçilik hayatında Almanya’da da çalışmış, orada Yunan ve Türk işçilerinin ilk ortak grevini düzenlemişti. Sakkatos konuşmasından sonra Türkiye delegasyonuna, içinde bu grevden resimlerin de bulunduğu, hayat hikâyesini anlatan kitabını imzalayarak hediye etti.

Kıbrıslıların kardeşliği

Avrupa Birliği çerçevesinde ele alınan son ülke Kıbrıs oldu. Kıbrıs’tan hem Türk Kıbrıslıları, hem de Rum Kıbrıslıları temsilen iki konuşmacı vardı.

Kuzey Kıbrıs’ta çalışan ama bütün Kıbrıs’ta örgütlenme hedefini önüne koyan Yeni İnsan-Neos Anthropos kolektifi adına konuşan Aziz Şah sözlerine “Sosyalist Balkan Federasyonu” şiarının Kıbrıs tarihindeki özel yerini vurgulayarak başladı. 1920’li yıllarda Kıbrıs’ta yayınlanan Neos Anthropos gazetesinin “Balkan Sosyalist Federasyonu” savunmasındaki tarihsel haklılığa vurgu yaparken izole edilmiş bir adanın tek başına yaşam şansının olmadığının ve sadece emperyalizmin askeri üssü olacağının altını çizdi. Kapitalist federasyonların coğrafyaları nasıl etnikleştirdiğini ve “Sosyalist Balkan Federasyonu”nun enternasyonalizm cephesi açısından önemini vurguladı. Daha önce konuşan Doğu Avrupa ve Balkanlar’dan yoldaşların iki vurgusuna dikkat çekti: Yıkılmış-parçalanmış ekonomiler ve Alman emperyalizminin bölgedeki Doğu politikası. Avrupa Birliği’nin özellikle Alman ve Fransız burjuvazisinin mücadele alanı olan, ulusal burjuvazilerin mücadeleleri temelinde şekillenen geleneksel Alman jeopolitiğinin, lebensraum’un (yaşam alanı)  parçası olduğunu söyledi. Ayrıca geleneksel Alman liberalizminin (Ordo-liberalismus) gerici bir politika olarak neo-liberalizmi tamamladığını ve Syriza-Die Linke gibi Avrupa sol liberalizminin partilerinin piyasanın düzenlenmesi temeline oturan, sosyalist planlama ekonomisine karşı propaganda yürüten siyasetlerinin faşist hareketin önünü açtığını belirtti. Yunanistan’daki faşist Hrisi Avgi’nin (Altın şafak) Kıbrıs’taki yavrusu Ulusal Halk Cephesi – ELAM’ın yükselişine bu bağlamda işaret etti. Aziz Şah, Kıbrıs’taki müzakere sürecinin sürekli savaş politikalarının bir saldırısı olduğunu ve Rus burjuvazisiyle Avrupa Birliği emperyalizmi arasında süren mücadeleler bağlamında ele alınması gerektiğini vurguladı. Şah konuşmasını Yunan dinleyicilerin Yunanistan İç Savaşı tarihinden Kapetan Kemal olarak tanıdıkları Mihri Belli’den söz ettikten sonra şu sloganlarla tamamladı: Zito i pangosmia sosyalistiki epanastasi! (Yaşasın sosyalist dünya devrimi!) Zito i Elleniki, Tourkiki ke Kypriaki sindelfosi! (Yaşasın Türklerin, Yunanlıların ve Kıbrıslıların kardeşliği!)

Kıbrıs oturumunda konuşan ikinci konuşmacı olan EEK üyesi Kıbrıslı Kostas Apostolopulos, Kıbrıs’taki ekonomik krizin gelişimine değindikten sonra yeni bir işçi sınıfı kuşağının yetiştiğini ve önde yer almaya başladığına işaret etti. Gençlik gruplarının, anarşist kolektiflerinin ve sol kanat hareketin 2008 Aralık sonrasında Avro-Stalinist AKEL’le kırılma yaşadığını ve Yunanistan’daki hareketin etkisinin yeni kuşağın politik yaklaşımında iz bıraktığını vurguladı. Kıbrıs’ın ihtiyacının Kıbrıs işçi sınıfının birleşik ve bütün olarak enternasyonalist hareketin parçasına dönüşmesi olduğunu ve Kıbrıs’ın dünya devrimi mücadelesinden soyutlanamayacağını söyledi.  

Türkiye konferansın gündeminde

II. Avrupa Konferansı, Avrupa’nın dışında kalmakla birlikte Avrupa politikası açısından önem taşıyan bazı ülkeler üzerinde de durdu. Geçen yılın halk isyanı, 17 Aralık’tan beri yaşanan derin siyasi kriz ve konferansın iki gününden birinin tam da Türkiye’de yerel seçimlerin yapıldığı güne rastlamış olması, Türkiye’yi çok özel bir ilgi odağı yapıyordu. Ülkeyi konu alan üç ayrı konuşma yapıldı. Bunlardan biri Yunanistan’da kardeş partimiz EEK’in Yunan polisinin ve devletinin baskılarına karşı gösterdiği uluslararası dayanışma dolayısıyla partiyle dostça ilişkiler içinde olan ve toplantıda konuk olarak bulunan Halk Cephesi’nin temsilcilerinden biriydi. Konuşmacı, Berkin Elvan’ın katillerinin bulunması ve cezalandırılması için yaptıkları çalışmalarda dayanışma talep etti, katılımcıları Türkiye üzerine yakında Avrupa’da düzenleyecekleri uluslararası sempozyuma davet etti.

Türkiye üzerine esas konuşmacılardan ilki Devrimci Marksizm dergisinin yayın kurulu üyesi Kurtar Tanyılmaz idi. Tanyılmaz konuşmasına Türkiye’deki DİP’li yoldaşlarının selamlarını ileterek başladı. Konuşmacı, 17 Aralık’ta ortaya çıkan, yolsuzluk ve rüşvet skandalından hükümetin twitter ve YouTube’u kapatmasına varıncaya kadar somut gelişmelerin ülkenin tarihinde belki de en derin siyasi krizlerden birini yaşamakta olduğunu gösterdiğini belirtti. Bu gelişmelerin arkasında bir “kansız iç savaşın” yattığını, daha önce Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi arasında geçen bu savaşın günümüzde İslamcı burjuvazinin kendi içinde, özellikle Gülen cemaati ile Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP arasında devam ettiğini vurguladı. Türkiye burjuvazisinin bu derin bölünmüşlüğünün arkasında yatan temel nedenlere de değinen Tanyılmaz, hem 2008 sonrası dünya ekonomik krizinin, hem de Fed’in gevşek para politikasını terk etmeye başlamasının sonucunda ekonominin diğer “yükselen ekonomiler” arasında en kırılganı olduğunu vurguladı. Ancak geçen on yıl boyunca burjuva çevrelerde “model ülke” diye bahsedilen Türkiye’nin AKP ve Erdoğan şahsında temsil ettiği istikrarı asıl ortadan kaldıran unsurun ise geçen Haziran ayındaki halk isyanı olduğunu unutmamak gerektiğini söyledi. Gerek ekonominin kaygan zeminde ilerliyor oluşunun gerekse halk isyanının tetiklediği siyasi krizin adım adım bir devlet krizine evrildiğini, burjuva devletinin bölgede tam bir istikrarsızlık unsuru olarak yönetemez halde olduğunu belirtti. Tanyılmaz, Erdoğan’ın “karanlık ittifakların kirli operasyonu” diye nitelendirdiği gelişmelerin dışında olmadığını, buna son vermenin ancak halkın büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfını daha ileri taşıyacak bir alternatifin yolunu örmekle mümkün olacağını söyledikten sonra, 17 Aralık ertesinde sokak gösterilerine damgasını vuran şu sloganla sözlerini tamamladı: “Bu pisliği ancak devrim temizler”.

Tanyılmaz’dan sonra söz alan Devrimci İşçi Partisi sözcüsü Sungur Savran, konuşmasına Gezi ile başlayan halk isyanından bu yana partisinin her kitle eyleminde isyanın ortak şehitlerinin teker teker adını çağırarak kitlesel olarak “yaşıyor!” diye cevap verdiğini belirterek başladı. Bu tarzın ilk kez Latin Amerika’da kullanıldığını ve oranın devrimcilerinin “aramızda” anlamında “presente!” diye bağırdığını hatırlatarak salonu dolduran kalabalıktan kendisi Gezi şehitlerinin her birinin adını söyledikçe “presente!” diye bağırmasını istedi. Başta sesler biraz ürkek çıkınca, Savran “daha yüksek yoldaşlar, daha yüksek, Erdoğan duymalı!” dedikçe, sesler tam bir koro haline geldi. Sıra Berkin’e geldiğinde herkes hançeresini yırtarcasına bağırıyordu: “presente!

Savran konuşmasına, Tanyılmaz’ın Türkiye’deki siyasi ve yaklaşan ekonomik krizi gayet güzel özetlediğini belirterek kendisinin DİP’in politikasının solun geri kalanından nasıl ayrıldığını anlatacağını belirtti. DİP’in başlangıç noktasının krizin “devlet krizi” olarak nitelenen çok derin bir kriz olduğu gerçeğine işaret ettikten sonra, devletin korkunç zaafının sakin bir toplumda değil, daha altı ay öncesine kadar bir halk isyanı içinde sarsılmakta olan bir toplumda yaşandığının, Berkin cenazesinin ve başka kentlerdeki gösterilerin bu ruhun canlı olduğunu kanıtladığının, Greif işgalinin de işçi sınıfı içinde isyanla birleşmeye yatkın eğilimlerin varlığına işaret ettiğinin altını çizdi. Türk ve Kürt sollarının nasıl bir parlamento fetişi bataklığına saplandığını, bu politikanın, hem zamanlama, hem seçimde Amerikan muhalefetini destekleme, hem de düşmanla savaşı onun en güçlü olduğu alanda verme bakımından nasıl sefil sonuçlara yol açtığını ortaya koydu. Ulaştığı sonuç, seçimi Erdoğan’ın büyük ihtimalle kazanacağı (konuşma Pazar günü gündüz yapılıyordu, yani seçim henüz devam ediyordu), ama bunun bu derin krizi durduramayacağı, yapılması gerekenin yaşayan Gezi ruhunu canlandırmak ve işçi sınıfını ve Kürt halkını isyana kazanmak olduğu idi. Savran böyle bir halk hareketinin gerçekleştiği takdirde bütün bölgeye etkisi olacağını belirterek konuşmasına şu sloganla son verdi: Zito i diethnismos!, yani “Yaşasın enternasyonalizm!”

İran, Güney Afrika, Arjantin

Türkiye’den sonra Avrupa dışından toplantıya katılan başka devrimcilerin katkılarına yer verildi. İranlı bir devrimci Marksist kendi ülkesindeki durumu analiz eden bir konuşma yaptı. Ele aldığı ilk konu Ruhani’nin son dönem İran tarihindeki yeri idi. Ruhani’nin seçimlerde ileri sürülmesinin nedeni, Ahmedinejad dönemindeki baskıcı dış ve iç politikalar yüzünden sarsılmış olan toplum için yeni bir rahatlatıcı dönem sağlanması ve rejimin halkın gözünde zedelenmiş itibarının geri kazanılmasıdır. Ruhani’nin vaat ettiği dış politika reformları ve detant, sosyo-kültürel reformlar, azınlıklar için haklar tanınması ve 2009 seçimleri sonrasında İran’ı sarsan Yeşil Hareket’in tutuklularının serbest bırakılması bunun bir kanıtıdır. Ama Ruhani’nin seçimleri kazanmasından aylar geçmesine rağmen Ahmedinejad’dan farklı olarak değişen ve gözle görülen tek şeyin sadece uranyum zenginleştirme sürecinde geri adım atmasıdır. Bu geri adım atmalar ambargoların hafifletilmesine ve ekonominin tekrar canlanmasına yardımcı olacağı umudu ile yapılmaktadır. Bu ambargolar İran’da yeni bir zengin tabaka oluşturmuş ve sermayedarlar ile emekçi sınıfların arasındaki uçurumu fazlasıyla açmıştır.

Konuşmacının ele aldığı ikinci konu, Yeşil Hareket’in Gezi ile benzerlikleri ve farklarının gözlemlemesi idi. Yeşil Hareket çok uzun sürmese de Gezi isyanından daha fazla kişinin katılımı ile olmuştur. Ama Yeşil Hareket Gezi’den farklı olarak Tahran dışına çıkamamıştır. Tarihsel olarak isyanlarda çok önemli rolü olan Tebriz kentini içine alamamıştır. Son olarak konuşmacı İran’daki ezilen ulusları ve azınlıkları ele aldı. Azerbaycan Türklerinin, Kürtlerin ve Sünnilerin Şii Fars milliyetçiliği tarafından ezilmekte olduğunu belirtti. Bunun en önemli kanıtları olarak şu noktalara işaret etti: geçtiğimiz aylarda Sünni ve Kürt siyasilerinin idam edilmesi, yakın geçmişte ise Azerbaycan Türklerinin onları hamam böceğine benzeten ve İran adlı gazetede yayınlanan karikatüre karşı ayaklanmasının ölümler ve tutuklamalarla ezilmesi.

Daha sonra birkaç ay önce ölen ve cenaze töreni uluslararası bir katılımla ve büyük şatafatla yapılan Nelson Mandela’nın ülkesi Güney Afrika’dan iki devrimci Latief Parker ve Godfrey Mdango, Mandela’nın burjuvazi ile gerçekleştirdiği uzlaşmanın ne kadar sefil sonuçlara yol açtığını gayet somut kanıtlarla ortaya koydular. Nihayet, Arjantin’den kardeş partimiz Partido Obrero (PO-İşçi Partisi) adına Osvaldo Coggiola partinin Arjantin’de geçtiğimiz Ekim ayında kazanmış olduğu seçim zaferinin ertesinde ortaya çıkan durumu anlattı. En son geçtiğimiz Pazar günü Mendoza eyaletinde yapılan kısmi seçimden PO’nun önünü çektiği FİT’in (Solun ve İşçilerin Cephesi) üçüncü parti olarak çıktığını ve bir milletvekilliği kazandığını haber verdi.

Konferans, bir genel karar tasarısını oyladı. Ukrayna konusundaki bölümü anlamlı tartışmalara konu olan bildirinin bu bölümü oy çokluğu ile, tamamı ise oybirliği ile kabul edildi. (Bildiri, Türkçe’ye çevrilmesi tamamlanır tamamlanmaz sitemizde yayınlanacaktır.) Bildirinin ana doğrultusu, Avrupa’da mücadelenin hattının Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri yönünde çizilmesiydi. Bu genel karar dışında bir dizi başka karar da alındı. Kıbrıs’ta yürütülmekte olan müzakereler konusunda DİP, EEK ve Neos Anthropos-Yeni İnsan örgütlerinin ortak bir bildiri hazırlaması bu kararlardan biriydi. Toplantı Selanik’te işgal altında işçilerin üretimi düzenlediği Vio Me fabrikası ile Türkiye’de taşeron uygulamasına karşı işçilerin işgal etmiş olduğu Greif fabrikalarının işçi kolektifleriyle ortak biçimde dayanışma yürütmek için girişimler yapmaya karar verdi.

Konferans, 15 değişik ülkeden devrimcilerin Enternasyonal marşını herkes kendi dilinde ama hep bir ağızdan söylemesiyle sona erdi.