Şili devrimine ağıt (2): “Amor América”: Pablo Neruda

Şili devrimine ağıt (2): “Amor América”: Pablo Neruda

 

Ne yapıyordunuz sizi gidi Gide’ciler

entelektüalistler, Rilke’ciler, (…)

bir mezarda, Avrupalılaşmış,

moda cesetler.


 

Victor Jara’nın katillerinin tespit edilip cezalandırılması tam yarım yüzyıl sürdü! Şili’nin dünyaca ünlü şairi Pablo Neruda’nın Augusto Pinochet rejimi tarafından katledildiğinin öğrenilmesi bile yaklaşık yarım yüzyıl alacaktı!

Neruda 1971 yılında, Şili’de Halk Birliği hükümeti başta iken, Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı. (Bu ilk bakışta Nobel Ödül Komitesi’nin çok politik bir davranışı gibi görünüyor. Ama o kadar da olmayabilir. Çünkü Komite’nin 1964’te de ödülü Neruda’ya verecekken son dakikada fikir değiştirip Jean-Paul Sartre’a verdiği biliniyor. Sartre, ödülü reddedecektir. Bu da bir onur öyküsüdür ki başka zaman anlatmaya değer.) Pinochet dünyaca ünlü bir şairi “temizlemeyi” göze alamamış olmalı. Ama hayatta kalmasına da izin veremezdi.

Neruda darbeden sadece 12 gün sonra, 23 Eylül 1973’te hayata gözlerini yumdu. Prostat kanseri ihtimali ile hastaneye yatmış, ölümünden hemen önce taburcu olmuştu. Resmî açıklama kalp krizinden öldüğü yolunda idi. Ancak olaydan yaklaşık kırk yıl sonra hastanedeyken kendisine verilen bir ilaçla zehirlendiği iddiası ortaya atıldı. 2013’te uluslararası bir tıp kurulunca yürütülen bir ilk otopsinin sonucu bu olasılığı yadsıyordu. Yine 2010’larda şoförü kırk yıl sonra birden ortaya çıkarak bir açıklama yaptı: Neruda, bir telefon görüşmesinde hastanede kendisine bir enjeksiyon yapıldığını ve kendisinin bunun bir tür zehir olduğuna inandığını söylemişti. 2023’te bir kez daha yapılan bir otopside ise cesette Clostridium botulinum izleri bulundu. Bu bakterinin bazı varyantlarının öldürücü bir zehir taşıdığı biliniyormuş. Neruda haklı çıkmıştı: Hastanede zehirlenerek öldürülmüştü. Jara’dan sadece bir hafta sonra.

Şili’nin Nâzım’ı

Neruda çok erkenden ünlenmiş bir şairdir. Başlangıçta aşk şiirleriyle tanınmıştır: Türkçeye de çevrilmiş olan, henüz 20 yaşındayken yayınladığı Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı (1924) kitabı, İspanyolca dilinin hâlâ en çok satan şiir kitabı olarak biliniyor.

Komünist olması İspanya iç savaşından (1936-39) dolayıdır. Neruda o yıllarda diplomatik görevle İspanya’dadır. Yakın arkadaşı büyük İspanyol şairi Federico García Lorca’nın Franco güçlerince öldürülmesi Neruda’yı özel olarak etkilemiştir. O andan itibaren, komünizm, hayatı boyunca şiirine de damga vuran bir etki haline gelmiştir.

Neruda’ya rahatlıkla Şili’nin Nâzım’ı diyebiliriz. Aralarında yalnızca iki yaş vardır (Nâzım daha büyüktür). Çok anlamlı bir benzerlikten söz etmemek olmaz. Neruda’nın en etkili yapıtı, Latin Amerika’nın toprağını, coğrafyasını, kuşunu kurdunu, böceğini börtüsünü, ama en çok tarihini, konkistadorlar öncesini ve sonrasını, Avrupalıların uyguladığı mezalimi, yerli halkın kahramanca direnişini, bir halklar tarihi bakışıyla anlattığı bir destan olan Canto General’dir. Türkçeye Adnan Özer tarafından Evrensel Şarkı olarak çevrildi. Belki de Pablo Neruda’nın Memleketinden İnsan Manzaraları diye çevrilebilirdi!

Nâzım Türkiye’yi nasıl sevdiyse Neruda da Latin Amerika’yı öylesine sevmiş, belli. Canto General’in en başlarında yer alan bir şiirin başlığı “Amor América”dır: “Amerika, aşkım” diye çevrilebilir. Ama her ikisinde de önemli olan emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı derin öfkeleridir, hatta duydukları kindir. Canto General’in en büyük kahramanlarından bazılarının adı Lautaro’dur, Cuauhtémoc’tur, Atahualpa’dır. Bunlar Aztek ya da Maya ya da İnka adlarıdır. Quechua ya da Mapuche’dir. Neruda ısrarla Avrupa sömürgeciliğine ve elbette Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi anlatır.

“Ben buraya tarihi anlatmaya geldim” diyen şairin sömürgecilik ve emperyalizmin kültürel hegemonyasına karşı da büyük tepkisi vardır. Bu yazının başına aldığımız dört mısra Avrupa’ya (ve Amerika’ya) yaranmaya çalışan Latin Amerika aydınlarını ağır bir şekilde eleştirmektedir: Ne yapıyordunuz sizi gidi Gide’ciler/ entelektüalistler, Rilke’ciler/ bir mezarda, Avrupalılaşmış,/ moda cesetler. Aynen bizdeki Avrupa düşkünleri, Türkiye’nin ve diğer bütün yoksul ülkelerin birikimini görmezlikten gelenler. Kendini Batı’ya beğendirmek için yanıp tutuşan moda düşkünleri.

 

20. yüzyılda Latin Amerika’nın en büyük romancısı olarak öne çıkan Gabriel García Márquez’in Neruda için “20. yüzyılın hangi dilde olursa olsun en büyük şairi” dediği biliniyor. Latin milliyetçiliği yapmaz Márquez. Milliyetçiliğin ötesindedir o. Öyleyse neden böyle söylemiş? Türkçe bilmediğindendir.

Postacı

Pablo Neruda bazılarımızın hayatına bir film kahramanı olarak da girdi. “Il Postino” (Postacı) başlığını taşıyan bir İtalyan filminde emekçi halk ile şiir, şiir ile duygular, duygular ile komünizm, ama en çok komünist aydın ile okumamış emekçi arasındaki ilişkiler muhteşem bir candan üslupla işlenir. İnsan yaşamanın sevincini tatmak ya da hatırlamak istiyorsa Massimo Troisi adlı İtalyan yönetmenin (başrolde, yani “postacı” rolünde de o vardır) bu filmini mutlaka görmelidir.

Film, Neruda’nın 1950 yılında Şili hükümetince siyasi suçlu olarak İtalya’da bir adaya sürgüne gönderilmesi sonucunda, şair ile adanın yoksul balıkçı çocuğu postacısı arasında kurulan dostluk ilişkisini anlatır. (Neruda bu dönemde gerçekten İtalya’nın Capri adasında bir tarihçi dostunun evinde bir süre sürgün hayatı yaşamıştır.) Genç postacı, bir genç kadına âşık olur. Sevdiğine Neruda’nın şiiriyle yaklaşmaya çalışır ve başarıya ulaşır. Neruda postacının sevdiği kıza bu şiirleri sanki kendisi yazmış gibi okuduğunun farkına vardığında “ama onlar senin şiirin değil” deyince postacı komünist şairin bu yoksul adada bile “telif hakkı” denen mülkiyet düşkünlüğüne (!) büyük bir ders verir: “Şiir yazanın değil ona ihtiyacı olanındır.” Aydının, feylesof ruhlu emekçiden öğreneceği çok şey olduğunu sıradan sinema seyircisi de (bir yandan da gülerek) böyle öğrenir.

Stalinizmle ilişkisi

Bütün bunlar çok güzel. Ama bir de işin öteki veçhesi var. Neruda komünizme Stalinist olarak gelmiştir. Önce İspanya iç savaşında İspanya Komünist Partisi ile işbirliği yapmış, onun aracılığıyla Sovyet temsilcileriyle ilişki kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın içinde Kızıl Ordu’nun Hitler’in ordularını ezmesi onu çok etkilemiştir. Stalin ölünce “Stalin’e Ağıt” diye anabileceğimiz bir şiir yazmıştır.

Bizim sanat, edebiyat, müzik gibi alanlarda yapıtlar veren sanatçılara ilişkin siyasi tavrımız siyasi önderlere, ideologlara ve teorisyenlere karşı tavrımızdan farklıdır. Bunları parti politikası dar anlamında politik alanda yaptıkları ve söyledikleriyle değil, yapıtlarıyla değerlendirir, dünya çapında ve kendi ülkelerinde burjuvazinin ve emperyalizmin karşısında nasıl bir tavır takındıklarını daha çok önemseriz.

Bunun en önemli nedeni, aydınlar dünyasında sanat, edebiyat, müzik, sinema, gösteri sanatları gibi alanlarda çalışan ve yaratan sanatçıların büyük çoğunluğunun, yaşadığımız bütün deneyimin gösterdiği gibi, kendi özgül çalışma alanları dışında çok fazla sofistike, nüanslı, bütünsel değerlendirmeler yapma eğilimi göstermemeleridir. Elbette her genel kuralın olduğu gibi bunun da çok ciddi istisnaları vardır. Ama genel olarak bakıldığında, sanatçı kendi alanında çok yetenekli olabilir. Şiirde eline az insan su dökebilir. Dansta yeteneği insanı hayran bırakabilir. Tuval karşısında harikalar yaratma kapasitesine sahip olabilir. Kamera karşısında ya da sahnede en zor karakterlere hayat verebilir, en ince yorumlara ulaşabilir. Ama kendi mecrasından, uzmanlık alanından ayrıldığında fikirler dünyasına benzer bir hâkimiyet göstermesi için hiçbir neden yoktur. O zaman demek ki sanatçı da politik gelişmeler konusunda modalara kapılabilir, sürü refleksleri gösterebilir. İş ne kadar ince farklılıkları değerlendirme ile ilgiliyse, sanatçının yanılma olasılığı o kadar yüksektir.

Bir başka neden ise şudur: Sosyalist bir sanatçı parti politikasında yanıldığı için eserinin kitlelere, özellikle sanata en duyarlı katman olan gençliğe erişmemesine razı olmamak gerekir. Bu ikinci noktayı da söyleyip geçelim.

Şayet böyle yapmasaydık, sanatçıları politikacı ya da teorisyenler gibi değerlendirseydik hem dünyada hem Türkiye’de bütünüyle sırtımızı dönmemiz gereken birçok sanatçı olurdu. Dünyadan bir örnek: Bir aşamada Trotskiy’le tamamen hemfikir olan Diego Rivera ve Frida Kahlo bile daha sonra yüzlerini yine Stalinizme çevirmiştir. Ama biz her ikisinin de eserini (kendi farklı katkı biçimleriyle) vazgeçilmez buluyoruz. Türkiye’den bir örnek: Yılmaz Güney siyasi bilinç kazandığı aşamadan sonra hayatının çok büyük bölümünü Stalinist politik fikirlere gönül vererek yaşamıştır. Ama biz onun “Yol”, “Sürü”, “Umut” ve bir dizi başka filmini sinemanın Türkiye’de hâlâ bir daha ulaşamadığı bir doruk olarak görüyoruz.

Neruda, sonunda Stalinizmin etkisini geride bırakmış, hatta bir “sosyalist Tanrı” yaratma pratiğini eleştirmiştir. Bu da tam da bizim yukarıda söylediğimiz gibi sanatçının, edebiyatçının, müzisyenin, sinemacının siyasi atmosfer değişince yeni akımlara da uyacağını gösteren bir örnektir.

Affedilemez

Ancak Neruda’nın bir suçu vardır ki affedilemez. 1940 yılında Trotskiy’in öldürülmesinden birkaç ay önce evine yine öldürmek amacıyla bir başka saldırı daha düzenlenmişti. Bu saldırının başında Meksika’nın 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran duvar resminin üç büyüklerinden David Alfaro Siqueiros (okunuşu David Alfaro Sikeyros) vardı. Neruda Tortskiy’in ölümünden bir süre sonra bir Meksika hapishanesinde cezasını çekmekte olan bu ressamı dünya çapındaki prestijini kullanarak hapisten çıkarmış, Şili’ye getirip özgür yaşamasını sağlamıştır. Modern tarihin en büyük kurtuluş hareketi olan Ekim devriminin iki numaralı önderini, Kızıl Ordu’nun komutanını öldürmek için fiilen harekete geçen bir caniye böyle destek olmak affedilmez bir suçtur.

Buna rağmen Neruda büyük bir şairdir. Daha da önemlisi Şili’nin yarı-faşist diktatörlüğü tarafından katledilmiş bir şair olduğu için bugün onun sanatı halkın malıdır. Tam da postacının dediği gibi: “Şiir, ona ihtiyacı olanındır.”

Pinochet’ye lanet

Pinochet’nin Pablo Neruda’yı öldürttüğü, şairin ölümünden 50 yıl sonra nihayet kesin olarak belli oldu. Böylece 20. yüzyıl tarihinin en cani diktatörlerinden biri olan bu şahsiyet, İspanyolca konuşulan dünyada diktatörlerin büyük üstadı Mareşal Francisco Franco ile aynı büyük suça ortak oldu: bir şairi öldürmek!

Franco, İspanya iç savaşının başında, 1936’da İspanyol dilinin en büyük şairlerinden Federico García Lorca’yı öldürtmüştü. Yukarıda söylemiştik, Lorca, o sırada İspanya’da yaşamakta olan Neruda’nın en yakın arkadaşlarından biriydi ve bu cinayet Neruda’yı çok sarsmıştı. İroniye bakın: yaklaşık 40 yıl sonra Neruda kendisi de (aynen Franco gibi) yarı-faşist bir diktatör olan Pinochet tarafından öldürülecekti. Tek önemli fark, Lorca sadece 38 yaşındaydı. Bugün insanlık her dilde onun şiirlerini büyük bir hazla okuyor, oyunlarını bazen tüyleri ürpererek, bazen sıcacık duygularla izliyor. Kim bilir olgunluk çağına girmekte olan bu şair bize daha ne eserler verecekti! Neruda da hâlâ yazıyordu elbette ama yaşı artık 70’e dayanmıştı. Tek fark bu. Onun dışında bu iki olay aynı şeye işaret ediyor: Faşistler şiire ve şaire düşmandır,

Neruda (1904), Lorca’nın (1898) ve Nâzım’ın (1902) arkadaşıdır dedik. Son sözü bir başka arkadaşlarına, Fransa’nın büyük şairi Louis Aragon’a (1897) verelim. Ne kuşakmış! Şiirin Ekim devrimi kuşağı!


 

Bir Gün, Bir Gün


 

Yüce ve soylu ne varsa insanlık adına

Başkaldırması, şarkıları, kahramanları,

Yükselerek o cesetten cellatlarına rağmen

Cinayetin karşısına dikildi bugün Granada'da.


 

Ve artık var olmayan bu ağız ve susturulan Lorca

Birdenbire evreni sessizliğe boğarcasına.

Şiddet döner bulur şiddeti uygulayanları,

Tanrım, o ne patlamadır öldürülen bir şairin yarattığı!


 

Umutsuzlandırıyordu beni vay, kardeşlerimin vahşeti!

Görüyordum, görüyordum, diz çökmüştü gelecek

Zafer Canavarındı, taş yağıyordu üstümüze

Ve yanı başımıza sokulmuştu orduların ateşi.


 

Ne yani, hep mi paylaşılacak bu dünya

İğrenç pazarlıklarla bu caniler arasında?

O caniler ki, panterleri bile korkuturlar

Ve bıçaklar tir tir titrer onlar dokunduğunda.


 

Ne yani, hep mi kavga dövüş, hep mi savaşlar

Hep mi kralların azameti ve eğilmiş başlar

Kadınlar boş yere mi doğuracak çocuklan

Ve hep mi çekirgeler yağmalayacak başakları?


 

Ne yani, hep mi zindanlar, askıya alınmış insanlar

Putlarla mı savunulacak hep katliamlar

Kelimelerden bir örtü mü gizleyecek cesetleri

Ağızlara birer tıkaç, ellere birer çivi.


 

Bir gün gelecek ama, bir gün portakal rengi

Bir gün, palmiye ağaçlarının günü, alınlarda yaprak çiçek

Bir gün, çıplak omuzların günü, insanlar sevişecek

Bir gün, en yüksek dala tünemiş bir kuş gibi.


 

«Fable du navigateur et du poète”den, Le fou d'Elsa içinde

Çeviri bizimdir. İlk kez 11. Tez dergisi, sayı 4, Ekim 1986’da yayınlanmıştır.