“Vize krizi”: Akıllardaki sorular ve gerçekler

Türkiye ile ABD arasındaki diplomatik ve siyasi gerilim “vize krizi” olarak adlandırılıyor. Bunun sebebi ABD konsolosluğunda görevli Metin Topuz’un tutuklanması ile tırmanan gerilimin ABD konsolosluğunun Türkiye vatandaşlarının vize taleplerini askıya almasına, Türkiye’nin de aynı şekilde ABD vatandaşlarına uyguladığı kapıda vize uygulamasını durdurmasına kadar varmış olması. Görüntüde tutuklamalarla ve vizelerin askıya alınmasıyla kendini göstermiş olsa da kriz çok boyutlu ve çok daha derin. 

Metin Topuz, 1982 yılında ABD konsolosluğunda işçi statüsünde çalışmaya başlamış. 1992’de ise Amerikan Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi (DEA) adına İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şubesi ile koordinasyon sağlamakla görevlendirilmiş. Savcılık Metin Topuz’un 17-25 Aralık sürecinde cemaatçi savcılar, polisler ile Pensilvanya arasındaki ilişkiyi kuran kişi olduğu iddiasıyla ve “terör örgütü” üyeliği suçlamasıyla tutuklanmasına karar veriyor. Bu ilişki ağı içinde 15 Temmuz darbe girişiminde rol alan asker ve polisler de bulunuyor. Daha sonra Metin Topuz’un ifadelerinden hareketle bir başka konsolosluk görevlisi (N.M.C) hakkında daha yakalama kararı çıkartılıyor. Bu kişi iddialara göre ABD konsolosluğuna sığınınca da eşi ve çocuğu gözaltına alınıyor.

Tarafların konu ile ilgili açıklama ve tutumlarından bağımsız olarak bizim konuyla ilgili değerlendirmemiz gayet yalındır. Söz konusu kişilerin 15 Temmuz darbe girişimi ve bu girişimde rol oynayan Gülen cemaati ile bağlantıları ve bu bağlantıların ABD devleti ile iç içe geçmişliği son derece önemlidir. 15 Temmuz darbe girişiminde ABD’nin oynadığı rolün daha da berrak biçimde ortaya çıkması için bu kişilerin tutuklanması doğru ve gereklidir. ABD hükümetinin hiçbir diplomatik dokunulmazlığa sahip olmayan bu kişilere sahip çıkarken gösterdiği tutum ise bu kişilerin ABD konsolosluğunun herhangi bir çalışanı olmadığına işaret etmektedir. Bu kişilerin cemaat üyesi olmak dışında ABD adına ajanlık faaliyeti yürüttüğüne ilişkin haklı bir şüphe bulunmaktadır.

Bu tutuklamaların 15 Temmuz davalarının seyrini değiştirmesi gerekir. Bugüne kadar darbenin merkez üssü olarak görülen Akıncı Üssü’nün yanı sıra İncirlik Üssü’nü de merkeze alan ve ABD’nin/NATO’nun rolünü ortaya çıkaracak şekilde derinleşen bir mahkeme süreci gereklidir. Darbe girişiminin en önemli sanıklarından olan ve Hava Kuvvetleri imamı olduğu söylenen Adil Öksüz’ü 15 Temmuz’un hemen ardından telefonla aramasıyla gündeme gelen ABD konsolosluğunun faaliyetleri de bir bütün olarak soruşturulmak zorundadır.

ABD ne yapmak istiyor?

Elbette Türkiye devletinin, yargısının ve kolluk kuvvetlerinin temel hukuk kurallarına uyması gerekir. OHAL vesilesiyle bu kuralları tüm vatandaşlarına karşı sistematik olarak çiğneyen istibdad rejiminin karşısında mücadelemiz sürmektedir. Bu gerçeklerin yanında Metin Topuz’un tutuklanmasındaki usul tartışmaları ya da N.M.C.’nin eşi ve çocuğunun rehine mantığı ile gözaltına alınmasına yönelik eleştiriler bize göre ikincildir. Zira bu kişilere elindeki tüm olanaklarla kol kanat geren başta 12 Eylül olmak üzere darbelerin baş destekçisi ve azmettiricisi olan, Türkiye’de NATO çatısı altında kontrgerillayı kuran, devletin elemanlarına işkence eğitimleri veren ABD’dir. Bunu bu insanların temel hak ve özgürlüklerini korumak için değil kendi sırlarının ve Türkiye halkına karşı işledikleri suçların ifşasını önlemek amacıyla yapmaktadır.

Her ne kadar resmen kabul etmeseler de N.M.C. adlı kişi ABD’nin himayesinde saklanmaktadır. Eşi ve çocuğu rehindir. Onları kurtarmak için teslim olmak istese de ABD’nin buna izin vermek istemeyeceği gayet açıktır. Metin Topuz içinse ABD devleti avukatıyla görüştürülmesi konusunda özellikle ısrarcı olmuştur. Bu ısrarın altında da ABD’nin bu kişinin iddianameye yansıyanlar dışında ne kadar konuşmuş olduğunu öğrenme gayretinin olduğu sezilmektedir. ABD’nin bu sürece vizeleri askıya almaya varacak bir seviyede tepki göstermesi, alınan kararların büyükelçi John Bass tarafından değil Beyaz Saray ve Dışişleri’nin bilgisiyle alındığını vurgulanması da sıradan kişileri değil ABD devletinin kendisini koruma refleksiyle hareket etmelerinin kanıtıdır.

15 Temmuz’daki rolü açık ve ortada olduğu halde ABD emperyalizmi bugüne kadar Türkiye’deki nüfuzunu kaybetmek bir yana özellikle askeri alanda güçlendirmeyi başarmıştı. Darbenin hemen ertesinde Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, ABD Genelkurmayı’nı defalarca arayıp tekmil vermiş, ABD’ye ve NATO’ya bağlı olduklarını iletmiştir. İncirlik Üssü işlemeyi sürdürmüştür. Koordinasyon için bir ABD’li üst düzey subay Ankara’da görevlendirilmiştir. ABD bu imtiyazlarının zarar görmemesi için “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” politikası izlemektedir. Nitekim ABD’nin Savunma Bakanı John Mattis’in şu açıklamaları bu politikanın sonuç aldığını da göstermektedir: “Türkiye on yıllardır NATO müttefikimiz ve Türkiye sınırları içinde aktif çatışmanın olduğu tek NATO ülkesi. Yakın işbirliğimizi ve iletişimimizi sürdürüyoruz. Askeri etkileşim ve entegrasyonumuz bundan etkilenmedi. İncirlik tamamen açık… Bazı karmaşık durumlar her olduğunda askeri ilişkilerimiz bozulacak mı diye duyarım ancak açık söyleyeyim daha önce bu olmadı. (Türkiye) bir NATO ortağı ve ortak düşmanımıza karşı birlikte durmak için çok çalışacağız. Askeri olarak birlikte çok iyi çalışıyoruz.”

ABD açısından öncelikler bellidir. Türkiye pazarı ABD açısından önemlidir ancak tek başına belirleyici olmaktan uzaktır. Diğer yandan ABD, Türkiye’nin Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Kafkasya’da emperyalist operasyonların üssü olmaktan çıkmasını istemez. Vize yaptırımı ile birlikte ABD, ekonomik açıdan kendisine göreli olarak az maliyet yükleyen ama Türkiye’nin kırılgan ekonomisini ciddi şekilde sarsma potansiyeli gösteren bir hamle yapmıştır.

Erdoğan ve AKP ne yapmaya çalışıyor?

Yaşanan gelişmeler Türkiye’de ciddi bir Amerikan karşıtı hava esmesine neden olmuştur. Yapılan araştırmalar Türkiye’de yüzde 81’lik bir kesimin ABD’yi dost ve müttefik görmediğini ortaya koymaktadır. Ancak bu havaya bakarak Erdoğan ve AKP iktidarının ABD emperyalizmine karşı diklendiğini, baş kaldırdığını düşünmek yanlış olur. Erdoğan ve bazı destekçilerinin halka yönelik propaganda faaliyetini gerçeklerle karıştırmamak gerekir. Çünkü halka söylenenlerle ABD’ye söylenenler ve iktidarın uygulamaları arasında epey fark vardır.

Tutuklama ve gözaltı gerilimi vize krizine dönüştükten sonra Erdoğan ve AKP hükümetinin tutumu ABD’yi sıkıştırmaktan öte meseleyi büyütmeden çözmeye yönelik olmuştur. İç kamuoyuna “sert açıklamalar” olarak yansıtılan tutumların her biri aslında bu amaca yöneliktir. Vizelerin askıya alınması gibi bir sürecin tek başına bir büyükelçi tarafından verilemeyecek kadar önemli bir karar olduğu açıktır ve herkes tarafından bilinir. Erdoğan da bunu bildiği halde doğrudan ABD hükümeti ile karşı karşıya gelmemek için ihaleyi büyükelçi John Bass’a çıkartmaya çalışmıştır. Ancak ABD hükümeti bir bütün olarak hem John Bass’ın hem de vizelerin askıya alınması kararının arkasında durmuş ve Erdoğan’ın çekingen tutumuna karşılık AKP hükümeti ile açıktan karşı karşıya gelmekten çekinmemiştir.

Yine Erdoğan ve AKP, Metin Topuz ve bir diğer konsolosluk çalışanı için “FETÖ ajanı” ifadesini kullanarak ve “bunlar ABD konsolosluğuna nasıl sızdı” diyerek güya ABD yönetimini suçlamıştır. Oysa bu ifadeler ABD’yi suçlamak bir yana aklamaya yöneliktir. Erdoğan’ın ifadesi ile ABD suçlanmamaktadır, bu kişiler şahıs olarak suçlanmaktadır. Oysa bu kişiler ABD hükümetinin çalışanlarıdır, Metin Topuz ayan beyan DEA memurudur. ABD’nin bu kişilerin cemaat bağlantılarını bilmediği düşünülemez. Yani sağduyu bu kişilerin FETÖ ajanı olarak değil ABD ajanı olarak nitelendirilmesini gerektirir. Ne var ki ABD ile açıktan karşı karşıya gelmemeye özen gösteren Erdoğan özellikle ABD ajanı kavramını kullanmaktan kaçınmakta, ABD’yi sıkıştırmak bir yana ona manevra alanı sağlayan “FETÖ ajanı” kavramını tercih etmektedir.

ABD dışişlerinin “askeri işbirliğimiz sürmektedir” dediğini ve bunun ABD için esas önemli nokta olduğunu belirtmiştik. Bu bağlamda İncirlik Üssü’nün gündemin merkezinde olması elbette ki kaçınılmazdır. Ancak başından itibaren Erdoğan ve AKP hükümeti tarafından İncirlik Üssü itina ile konu dışı bırakılmıştır. Abdülkadir Selvi, krizin yakın zamanda çözülmesi için yoğun çaba sarf edildiğini belirttiği bir yazısında “İncirlik Üssü’nün kapatılması gibi bir seçenek masada değil” diyerek AKP iktidarının gerçekte ABD’ye karşı uygulanabilecek tek anlamlı yaptırımı gündemine almadığını açıkça söylüyor.

Erdoğan, “kavgaya girildiğinde yumruk sayısı sayılmaz” diyor ama kaçak dövüşüyor. Polis teşkilatı için Amerikan Sig Sauer marka tabanca ithal edilmemesini büyük bir milli hamle imiş gibi gösteriyor, ancak daha geçtiğimiz günlerde ABD’ye gidip Trump’tan 11 milyar dolarlık uçak alımı yapan kendisi. Tüm bu olup bitenin ardından “hükümetimiz ABD ile ilişkimizi genişletip derinleştirip ilerletme hedefine bağlıdır” diyen Erdoğan’ın Maliye Bakanı Mehmet Şimşek. “Vize yasağı iki ülke için de sürdürülebilir değil” diyerek Türkiye’nin yaptırım değil blöf yaptığını açık eden Erdoğan’ın hükümet sözcüsü Mahir Ünal’dır. Numan Kurtulmuş, “Popülist yaklaşımlardan uzak durmak lazım. Sağduyu ve itidalle meseleyi çözmek lazım” diyerek kervana katılmıştır. Başbakan Yıldırım ise kriz tırmanır mı sorusuna “tırmanmaz”, kanallar açık mı sorusuna da “açık” cevabını verdikten sonra şu cümleyi kurmuştur: “Arkadaşlarımız arka planda çalışıyor.” İşte Binali Yıldırım meseleyi özetlemiştir. Halkın gözü önünde hamasi nutuklarla bir tiyatro sergilenirken “arkadaşlar arka planda” halkın gözlerinden uzak biçimde emperyalizmle ilişkileri tamir etmeye uğraşmaktadır.

Söz konusu olan vatan mı Zarrab mı?

Erdoğan, valilerle yaptığı bir toplantıda ABD ile yaşanan gerilim üzerine konuşurken “mesele millidir, mesele yerlidir, mesele vatandır gerisi teferruattır” diyerek bir kararlılık gösterisi yapmıştır. Bu ve benzeri gösterilerin “arka planında” başka hesapların olduğunu ve Erdoğan’ın sözleri ile icraatının uyuşmadığını göstermiş bulunuyoruz. Aynı toplantıda Erdoğan’ın ABD’yi eleştirirken söylediği şu sözler ise “arka plandaki” esas motivasyonu ortaya koymaktadır: “Benim kendi bankamın genel müdürü muavinini kalkacaksın hiçbir suçu olmadan alıp tutuklayacaksın,  öbür tarafta vatandaşımı iki yıl oldu nerdeyse kalkacaksın hiçbir şey ortaya koymadan yargılayıp itirafçı olarak da kullanmak isteyeceksin…”

Öbür vatandaşın Zarrab olduğu biliniyor. “İtirafçı” kelimesi ise son derece önemli. Çünkü bugüne kadar basında ve çeşitli çevrelerde Zarrab’ın Erdoğan ve ailesi aleyhinde ifade vermesi olasılığı üzerinde durulmakta ancak bu durum resmen teyit edilmemekteydi. Erdoğan şimdi bu sözlerle Zarrab davasının, Halkbank genel müdür yardımcısından Zafer Çağlayan’a oradan da kendisine uzanmasından duyduğu tedirginliği açık etmiştir.

Erdoğan’ın meşhur “one minute” dediği toplantıda moderatörlük yapan David Ignatius, Washington Post’ta yayınladığı bir makalesinde Obama döneminden başlayarak 15 Temmuz sonrası Erdoğan’ın ABD ziyaretlerinde görüşmelerin önemli kısmının Zarrab davasına ayrıldığını belirttikten sonra bir ABD üst düzey yetkilisinin yorumunu şöyle paylaşıyor: “'Bizim o sıradaki varsayımımız, Erdoğan'ın konuyla ilgili saplantısının, dava görülürse ortaya çıkacak bilgilerin ailesi ve nihai olarak kendisine zarar vereceğini düşüncesinden kaynaklandığı yönündeydi.” Bu ifadeler Erdoğan’ın “al papazı ver papazı” söyleminin ABD’de karşılığı olmadığını, bu sözlerin iç kamuoyuna yönelik sarf edildiğini gösteriyor. Gülen’in Türkiye’ye iadesi önemli bir gündem olmayı sürdürürken Erdoğan’ın önceliğinin Zarrab olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan’ın bu tedirginliğinin Zarrab davasından daha da kapsamlı olduğunun işaretini ise İslamcı basının önde gelen yazarlarından Abdurrahman Dilipak Akit’teki “Aha bunu da not edin” başlıklı yazısında veriyor: “Senaryo netleşiyor. Türkiye’yi, diktatörlük, soygun ve teröre destek vermekle, kara para cenneti olmakla suçlayacaklar. Libya’da savcılık, büyük çoğunluğu Türkiye ve Katar’da bulunduğu ileri sürülen 826 kişi hakkında tutuklama kararı verdi. Bunların arkası gelecek. Bu başlık altında oluşturulan 5000 sayfalık dosya 5 yıldır masalarında bekliyor. Yurtiçi ve yurtdışından telefon kayıtları, videolar, hacklenen e-mail dosyaları, server’ler.. Sadece AK Parti, bazı bakanlıklar ve resmi kurumlar yok bu dosyalarda, bazı şirketler, patronlar, gazeteciler, bürokratlar, STK’lar, herkes var... Nijerya’da Bokoharam’a Türkiye’nin silah verdiği iddiasını ortaya atarlarsa şaşmayın. Bu yıl mayıs ayı sonunda basında “Nijerya gümrük polisi, Türkiye’den yola çıktığı belirtilen silah yüklü bir gemiyi Lagos limanında yakalayıp el koydu” haberi gibi daha onlarca haber. Somali, Sudan, Libya… Balkanlar, Kafkaslar… Duyunca inanamayacaksınız.”

Tüm bunlar Erdoğan ve AKP’nin, ABD’ye karşı koz elde etmeye çalışan ama bir yandan da onu ürkütmemeye azami özen gösteren tavrını açıklıyor. ABD, Türkiye’yi siyasi rehine toplamakla eleştiriyor. Erdoğan ve AKP’nin ise, KHK ile uluslararası mahkûm takasına imkan veren düzenlemeler yaptığı bilinirken ve konsolosluk çalışanının eş ve çocuklarının gözaltına alındığı bir ortamda bu suçlamalara kolayca cevap vermesi zor. Ancak esas rehine politikası güdenin ABD olduğu da ortada. Zarrab davasının kullanılma biçimi bunun en açık göstergesi. Aslında ABD açısından Zarrab daha büyük bir rehine operasyonunun yemidir. Esas hedef Erdoğan’ı kıskıvrak bağlayarak tüm Türkiye’yi rehin almaktır. Erdoğan’ın emperyalizm karşısında Türkiye’nin zayıf karnı olmasının en önemli sebeplerinden biri de budur.

Muhalefet ne yapıyor?

Amerikan muhalefeti, CHP’den Akşener grubuna oradan AKP içindeki Davutoğlu-Gül eksenine uzanan biçimde üstüne düşeni yapıyor. Amerikan muhalefeti, ABD ile ilişkilerin bozulmasını bir “felaket senaryosu” olarak pazarlıyor. İşadamlarının, öğrencilerin mağdur olduğunu vurguluyor, ABD ile müttefiklik ilişkisine vurgu yapıyor. Tüm önerilerini ABD ile ilişkilerin normalleştirilmesi doğrultusunda yapıyor. Amerikan muhalefetinin CHP kanadı açıkça ve sert şekilde iktidarın dış politikasını eleştirirken eksenin AKP içine uzanan kanadına gidildikçe tonu değişen ama Erdoğan’ın dış politikasının içine düştüğü çıkmazı yine Amerikancı ve NATO’cu bir perspektiften ele alan yaklaşımlar ve bu temelde ifade edilen “yapıcı” görünümlü eleştiriler artıyor.

Bahçeli, MHP’nin son tahlilde Amerikancı ve NATO’cu olan siyasi konumunu, grup toplantısında “vize buhranını sağduyu, sorumlu devlet ve siyaset aklıyla sonlandırmak, insanlarımıza ve ABD vatandaşlarına engel çıkartmaktan vazgeçmek herkesin öncelikli görevi olmalıdır” sözleriyle ortaya koyuyor. Erdoğan’la ittifakının sınırlarını çiziyor. Bahçeli’nin bu yaklaşımı benzer bir hassasiyetin TSK içinde de olduğunu da düşündürmektedir. Zira, MHP’nin AKP ile kurduğu ilişkide TSK’nın hassasiyetleri bugüne kadar önemli bir çimento işlevi görmüştür. Sonuçta TSK’nın NATO ve ABD ile en kurumsal ilişkiler içindeki kuruluş olduğu unutulmamalıdır.  

HDP’nin sürece yaklaşımı CHP’nin tutumuna paralel seyretmiştir. HDP adına yapılan açıklamalarda Erdoğan ve AKP siyasetinin en çok eleştirilen yanı Türkiye’yi üçüncü dünya ülkesi konumuna düşürmesi, genelde Batı’dan özelde de ABD’de uzaklaştırması olmuştur. Sosyalist solda da bir kafa karışıklığı mevcut. Erdoğan’ın tutarsızlıklarının haklı biçimde teşhir edilmesi, sözde kalan ABD karşıtlığının iç yüzünün ortaya konması doğru. Ancak Samsun’da “Amerikan traşını yasaklayan” berberlerle dalga geçen bir yaklaşım neredeyse tüm sola sirayet etmiş durumda. “Amerikan traşı yapmayacağız” diyerek emperyalizmle mücadele edilmeyeceğini herkes bilir. Ancak saçma da görünse ABD’ye tepki gösteren berbere emperyalizme karşı tutarlı mücadelenin yolunu göstermek yerine onu aşağılamak, küçümsemek doğru değil.

Birgün gazetesinin “Batı’ya sözde kafa tutuyoruz samanı Bulgar’dan alıyoruz” manşeti de yine aynı havayı yansıtan talihsiz bir manşet… Kendi ülkesini düşürdüğü durumu gözlerden saklayarak Batı’ya diklenen Erdoğan’ın tutarsızlığının eleştirilmesi anlaşılabilir. Ancak bu manşet sosyalistlerin emperyalizme karşı mücadelenin kendi programları olduğunu unutmuş olduğunu gösteren yeni bir örnek. Vietnam, Küba, Lübnan, Filistin, Çin, Kore ve daha nice ülkenin halkları emperyalizmle savaşmak için zenginleşmeyi mi bekledi? Yoksa bu halklar tam da emperyalist boyunduruk altında yoksulluğa mahkûm edildiği için mi isyan etti? Erdoğan elbette ki anti-emperyalist değil. Ama sosyalistler tam da samanı Bulgaristan’dan, buğday’ı Rusya’dan aldığımız için, AB emperyalizmi Gümrük Birliği ile tarımı çökerttiği, emperyalist şirketler Türkiye’de ucuz emeği sömürdüğü ve nihayet Batılı devletler Türkiye’nin emekçi halkını kendi savaşlarında asker yapmaya çalıştığı için emperyalizme kafa tutmanın ötesinde onunla savaşmayı önüne koymaz mı?  

Ne yapılmalı?

Erdoğan ve AKP’nin niyetlerinden bağımsız biçimde ortaya çıkan olgular vardır. ABD’nin Türkiye için bir numaralı güvenlik tehdidi olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu koşullarda krizin çözümü ABD’yi ikna edecek geri adımların atılması değil emperyalist tehdidi ortadan kaldıracak ileri adımların atılmasıdır.

15 Temmuz’da TBMM’nin İncirlik’ten kalkan tankerlerden yakıt nakli yapan F-16 jetleriyle bombalandığı, halkın katledildiği gerçeği ortadayken ve darbecilerin izleri apaçık ABD konsolosluğuna uzanıyorken İncirlik’in bir gün bile açık kalmasının açıklaması olamaz. İncirlik Üssü derhal kapatılmalıdır. Türkiye NATO’dan çıkmalıdır.

Vize krizinin Türkiye’ye ekonomik yük getirmesinin başlıca sebebi özelleştirmelerle tamamen piyasa anarşisine terk edilmiş, yabancı sermaye akımlarına muhtaç hale gelmiş, borç batağındaki ekonomik yapıdır. Bu yapı sürdüğü müddetçe emperyalistler her daim ekonomik güçleri ile Türkiye’ye diz çöktürmeye çalışacaktır. Hem yabancı sermayeyi çekmek için çabalamak hem de emperyalizmle mücadele etmek mümkün değildir. Ekonomik daralma tehdidine karşı bankalar ve kilit sanayilerin kamulaştırılması, tüm bu sektörlerde işçi denetiminin sağlanması gerekir. Sermaye kaçışına önlem olarak borsanın kapatılması, dövizin yasaklanması tek etkili yöntemdir. Gümrük Birliği’nden çıkmak, dış ticarette devlet tekeli tarımın ve küçük üreticinin belini doğrultacak tek gerçek önlemdir.

Bu ve benzeri politikaları elbette Erdoğan ve AKP iktidarının da onun Amerikancı muhalefetinin de uygulaması mümkün değildir. Burjuvazinin yolları şu ya da bu istikametten giden ama sonunda emperyalizmle bütünleşmeye varan yollardır. Emperyalist zincirleri kırmak istibdad cephesinin manevraları ile değil zincirsiz bir kurucu meclisle ve işçi emekçi hükümeti ile mümkündür.

Devrimci İşçi Partisi, ABD ile vize krizinin öncesinde yayınladığı işçi sınıfının anti-emperyalist mücadele  programı” (http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/dip-bildirisi-isci-sinifinin-anti-emperyalist-mucadele-programi) ile ekonomik, siyasi ve askeri boyutlarıyla gerçekçi ve devrimci bir doğrultu çizmiştir. Vize krizi bu programın doğruluğunu ve güncelliğini kanıtlamaktadır.