Sel felaketi ve ardındaki gerçekler (10-09-2009)

Bahsi geçenlerden anlayabileceğimiz üzere doğal bir afet olan sel, bir çeşit toplumsal felakete dönüşmüştü. Meteorolojinin günler öncesinden duyurduğu yağışlar, ilk olarak Trakya'da, özel olarak da ilçesi Saray'da etkilerini gösterdi. Hızla doğuya doğru ilerleyen kuvvetli yağışlar, İstanbul'un Silivri, Selimpaşa ve Çatalca ilçelerini sular altında bıraktı. Bölgedeki evlerin bodrum ve giriş katlarını sel suları doldururken, sokaklar tam anlamı ile irili ufaklı nehirlere dönüştü. Selin bölgedeki ilk can kayıpları da duyulmaya başladı. İlk gün üç kişi hayatını kaybetmişti. Ancak Meteoroloji önümüzdeki günlerin yağış haritasını çıkarmıştı ve buna göre yağışlar devam edecekti. Nitekim 9 Eylül gününün ilk saatleri İstanbul için felaketin başlangıcı oldu. Durmaksızın yağan ve son derece şiddetli olan yağmur, gece boyunca İkitelli, Halkalı, Küçükçekmece, Güneşli ve Gaziosmanpaşa'da binlerce evi sular altında bıraktı. Bu ilçelerin dışında da pek çok evi sular bastı. İSKİ, Belediye ekipleri ve İtfaiye'den uzun süre yardım bekleyen binlerce insan telefon hatlarını kilitlerken, bazı vatandaşlar ise bizzat adı geçen kurumlardan yardım getirmek üzere kendi araçları ile yola çıktı. Fakat gidenler çoğunlukla elleri boş dönünce, iş başa düştü ve sular ilkel yöntemlerle boşaltılmaya çalışıldı.  Sabaha karşı ise yağış tam anlamıyla bir sele dönüştü. Halkalı'da bulunan bir tır garajında yüzlerce tır ve tır şoförü sele kapıldı. Bu bölgede şimdilik 10 kişinin cesedine ulaşıldı. Yine İkitelli'de içinde on kişinin bulunduğu, yük taşımak için tasarlanmış bir işçi servisi sele kapıldı ve servisin kapalı bölümündeki 7 kadın işçi hayatını kaybetti. Aynı bölgedeki Basın-Ekspres yolunda yüzlerce araç sele kapıldı. Buna göre akşam saatlerinde İstanbul'daki toplam can kaybı 30 kişi olarak ifade edilirken, 8 kişiden ise haber alınamadığı duyuruldu. Selin etkilediği geniş alanda hala sular çekilmiş değil ve bölgeye elektrik verilemiyor.

Meteoroloji'den bugün yapılan açıklamaya göre yağış doğuya doğru ilerlemeye devam ediyor ve sel tehlikesi sürüyor. Özellikle Cuma günü İstanbul'un yeniden benzer bir sel baskını ile karşılaşabileceğini belirten Meteoroloji İstanbul Bölge Müdürlüğü, su baskınlarına karşı uyarılarda bulundu. Yine, yağışın hafta sonuna kadar tüm Türkiye'yi etkileyeceği ve sellere yol açabileceği belirtildi.

Sel baskını haberleri medyada geniş yer bulurken, bu durumu açıklamaya dönük pek çok değerlendirme de yapılmaya başlandı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İstanbulluları suçlayarak başladığı yorumlarına, akşama doğru yaptığı açıklamada 80 yıldır İstanbul'u yöneten herkesin suçlu olduğu vurgusunu da ekleyebildi nihayet. Ancak bu haliyle Belediyenin başında kendisi yokmuş gibi,  adeta sel mağduru bir vatandaş izlenimi vermekteydi. İstanbul Valisi ise benzer bir şekilde, önce felaketin boyutlarını küçük göstermeye çalıştı, ardından ise eleştiri oklarını vatandaşlara yöneltti.

Medyada yorum yapanlar da garip bir şekilde, sanki hırsızın hiç suçu yokmuş gibi ev sahibini suçladılar. Örneğin, "Bu bölgelere bu evleri yapmasaydılar, böyle olmayacaktı" dediler. "Vatandaşlar boş gözlerle faciayı izliyor." dediler. "Sel bölgesinde yağma başladı." dediler. "Amerika'da, Avrupa'da da sel oluyor, ama bizde yaşananlar olmuyor" dediler. Bir kısmı ise bu durumu tersten okuyarak "Sel her yerde oluyor, ne yapalım." çaresizliğini yaydı. Diğerleri "İnsanlar doğayı kirletiyor, çevreyi bozuyor, her şey ondan kaynaklanıyor." dediler. Yani suçlu yine belliydi: İnsan! Peki, insan kim? Sen, ben, o... Yani suçlu yine allem kallem yolu ile belirsiz hale getirilmeye çalışılıyor. Şimdi adım adım ilerleyerek yaşanan felaketin sorumlularını bulmaya ve sorunun nasıl çözülebileceğini tartışmaya çalışalım.

Sondan başlayalım! Sel geldi, yollar nehirlere dönüştü, binlerce insan mahsur durumda ve yardım bekliyor. Peki, biz nereden biliyoruz? Çünkü bu durumun bazen canlı tanığıyız, bazen de televizyondan izliyoruz. Buraya dikkat! Televizyondan biz izliyorsak, demek ki kameramanlar orda, sunucular orda, canlı yayın araçları orda... Peki, kurtarma ekipleri nerde? Basından daha sonra olay yerine ulaşan kurtarma ekipleri muhtemelen görevleri değiştirmiştir. Artık kurtarma faaliyetlerini basın mensupları gerçekleştirir, haberleri ise kurtarma ekipleri verir. Peki, kurtarma ekipleri kimlerden oluşuyor? Belediye'nin, İSKİ'nin, İtfaiye ve Sivil Savunmanın ekiplerinden... Neden yetersiz kalıyorlar? Çünkü çok net bir devlet politikası var: Bu alanlarda hizmet verenlerin sayısı sürekli azalıyor ve yerlerine yeni işçi alınmıyor. Bu durumu haklı çıkarmak için işçilerin sabahtan akşama kadar yattığı ve çok yüksek maaşlar aldığı yalanını uyduruyorlar. Üstüne üstlük bu ekiplerin elinde tarihi çağlardan kalma kurtarma malzemeleri mevcut. Yeni teknolojinin gerektirdiği alet ve edevatlardan bu ekipler ısrarla yoksun bırakılıyor. İstenen bu ekiplerin tamamen ortadan kaldırılması ve bu işlerin özel şirketlere devredilmesidir. Bir başka deyişle halk için, insanların ihtiyaçları için değil, kâr için hizmet anlayışı egemen kılınmaya çalışılıyor.

Bir adım geriye gidelim. Sel başlamadan çok çok önce Meteoroloji'den uyarılar gelmeye başladı. Bu arada böyle durumlarda asıl önemi anlaşılan Meteorolojinin, piyasada kâr getirmediği için görmezden gelindiğini,  devlet tarafından desteklenmediği için üniversitenin bu alanından mezun olanların işsiz kaldığını ve bu alanın gittikçe gözden düştüğünü hatırlatmakta fayda var! Evet, uyarılar geldi ama bunu kim uygulayacak? Mesela sıradan bir vatandaş bu uyarı karşısında ne yapabilir? Nereye gidebilir? Bu noktada Belediye ve devlet kuruluşlarının devreye girerek sel baskını olabilecek bölgedeki insanları güvenli yerlere taşıması, bu bölgeleri tahliye etmesi gerekmez miydi? Tabii ki, bunun devlete büyük bir maliyeti olurdu, ama bu kadar can kaybı ve yaralanma da yaşanmazdı. Bir karar vermek gerek, halk için mi hizmet, kâr için mi? Örneğin yaşadığımız sel felaketinden çok daha beterlerini yaşayan ve büyük kasırgaların görüldüğü Küba'da felaketten etkilenebilecek bölgeler günler öncesinden boşaltılır ve insanlar güvenli bölgelere taşınırlar, bunun maliyeti ise son derece yoksul bir devlet olan Küba devleti tarafından karşılanır. Oysa Türkiye'de nasıl? Denilebilir ki "Türkiye de yoksul bir devlet.". Peki öyleyse ABD de mi yoksul? Çünkü Küba'daki kasırgalar orda da yaşanmakta, ama ABD'de de Türkiye'deki gibi kurtarma rezaletleri ve tedbirsizlikler görülmekte... Demek ki mesele yoksul devlet, zengin devlet meselesi değil! Mesele "Devlet kimin için var?" meselesi... İşçi, emekçi ve yoksulların ihtiyaçlarını karşılamak için mi, sermayeye hizmet etmek için mi?

Şimdi biraz daha gerilere gidelim! Sel felaketinin çok öncesine, Meteorolojinin uyarılarının da öncesine... Örneğin 1996 yılına! Neden mi o yıl? Çünkü o yıl da şu an sel basan yerlerde benzer ama daha küçük çapta bir felaket yaşanmıştı. Peki, o günden bu güne ne gibi değişiklikler yapıldı? Hangi önlemler alındı? Görünüşe göre hiçbir şey yapılmadı... Bu halk sizi o koltuklarda para yiyin diye mi seçiyor, kendi yandaşlarınıza para akıtın diye mi seçiyor? Aklınız nerde acaba? Musul-Kerkük hayallerinde mi, zengin enerji yataklarında mı, başka bir deyişle savaşlarda mı? Ama unutmamak gerekir ki sizi oraya getiren halk, götürmesini de bilecektir, kelimenin her anlamı ile...

Geçmişe gitmişken şehirlerin oluşmasına değinmeden geçmeyelim. Çünkü bu doğal afetlerin toplumsal felaketlere dönüşmesi şehir planlaması ile bire bir ilgilidir. Bir şehir kurulurken bilimin ulaştığı mesafe sayesinde, sellerin nereleri etkileyeceği, fay hatlarının nerden geçtiği önceden bilinir. Bilinir de ona göre bir plan yapılmaz mı? Bu planı ekmeğinin peşinde köyden şehre sürüklenen yoksullar mı yapacak? Başını zar zor bir gecekonduya atan garibanlar mı yapacak? Tabii ki hayır? Ekmek derdindeki sıradan bir insandan bunu bekleyemeyiz. Şehirleri kurmak da, onları planlı bir şekilde inşa etmek de, şehre gelenlere sel basmayacak, depremde yıkılmayacak, içinde güvenle, huzurla ve rahatlıkla yaşanabilecek bir konutu vermek de devletin görevi olmalıdır. Diyeceksiniz ki " Bu çok pahalıya patlar!". Evet, bu reddedilemez! O zaman, bir karar vermek gerekir: devlet zenginliği yeni patronlar yaratmaya mı harcayacak, az önce bahsi geçen ihtiyaçlara mı, hortumculara ve savaşlara mı, işçi, emekçi ve yoksulların çıkarlarına mı?

Bu kararı bir an önce vermemiz gerekir! Zira özelde yaşadığımız topraklar, genelde ise tüm dünya adım adım felaketlere sürüklenmekte... Bu felaketin adı bazen bir deprem, bazen bir sel, bazen bir kasırga, bazen de bir savaş olmakta. Çevre felaketlerine, savaşlar, onlara da işçi ve emekçiler üzerindeki acımasız, vahşi sömürü eklenmekte. Tüm bunların olmadığı, ekonominin insanlığın ihtiyaçlarına göre düzenlendiği, herkesin bir işinin olduğu, hep beraber üretip eşitçe bölüştüğü, uzun ve mutlu hayat sürdüğü bir dünya mümkün! Gökten zembille inmeyecek olan bu dünya ancak biz işçi, emekçi, genç ve kadınlar bir araya geldikçe, birlikte mücadele ettikçe ve bunu örgütlü bir şekilde yaptıkça kurulabilecek! Karar bizim...