Mriz var mı, yok mu? (Sungur Savran - 19-07-2008)

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, “Kriz mriz yok!” buyurmuş. Anlaşılan Tayyip Erdoğan bu pek isabetli terimi çok sevmiş, ertesi gün o da şöyle söylemiş: “Hani deniyor ya ‘kriz mriz’. Ne krizi yahu? 164 bin otomobil satıldı ilk çeyrekte.”

Mükemmel! Tam ABD ekonomisi uçurumun kenarına gelmişken, bütün dünyayı ardından sürüklerken, Türkiye ekonomisi tehlike sinyallerini ardı ardına verirken, Türkiye ekonomisinin yönetiminden sorumlu birkaç bakandan biri iki elini gözlerinin üzerine kapatıyor, görmez oluyor ve sayıklıyor: “Kriz mriz yok!” Ertesi gün başbakanı da ona yankı veriyor. Gerçekler birkaç ay sonra bu kelimeleri Unakıtan’a ve Erdoğan’a afiyetle yedirir. Ama bu arada olan Türkiye’nin işçilerine, emekçilerine, yoksullarına olur. İyisi mi biz hem Unakıtan’ın ve Erdoğan’ın sayıklamalarına bir cevap verelim hem de işçi hareketini aylardır yapmakta olduğumuz gibi bir kez daha uyaralım.

Federal Reserve kodamanları yine “Sunday brunch”tan mahrum kaldı!

 “Brunch” kelimesi Türkçe’ye olduğu gibi ithal edildi. Bazen de “branç” yazılıyor. Bilindiği gibi, kahvaltı ile öğlen yemeği arasındaki saatlerde yenilen güçlü bir yemek demek. Hali vakti yerinde Amerikalılar için Pazar günü ailece yenilen “brunch” çok önemlidir. ABD Maliye Bakanı Paulson ve Merkez Bankası Federal Reserve’ün (Fed) yöneticileri, dört ay içinde ikinci kez bu zevkten mahrum kaldılar. 16 Mart günü Fed yetkilileri iflasın eşiğine gelmiş bir Wall Street bankasını, Bear Sterns’ü, bir başka Wall Street bankası olan Morgan Stanley ile baş göz ederek dünya finans piyasalarını son anda bir mali çöküş tehlikesinden kurtarmışlardı. (Bkz. bu sitede “İşçinin ekonomik kriz rehberi”, 19 Nisan 2008.) 13 Temmuz Pazar günü ise ABD’nin konut kredisi (“mortgage”) piyasasında yarı-kamu kuruluşu statüsünde olan Fannie Mae ve Freddi Mac adlı dev toptancı şirketlerin iflastan nasıl kurtarılacağı paniğiyle geçti. Sonunda Maliye Bakanı ve Fed uluslararası finans piyasalarını belki bir kez daha çöküşten kurtarmış oldular, ama nereye kadar?

Fannie Mae ve Freddie Mac, kendileri de mortgage kredisi vermekle birlikte, bir bakıma konut kredisi piyasasının merkez bankası gibi işlev görüyor. Sıradan konut kredisi veren kuruluşların kredilerini garanti ediyorlar. İkisinin toplam konut kredisi ve garanti hacmi 5 trilyon (dikkat milyar değil trilyon) dolardan fazla, yani ABD’deki toplam konut kredilerinin yarısına yakın. Bunlar da aynen bankalar gibi bu konut kredilerini paketlemişler, menkul değer haline getirmişler ve bütün dünyaya satmışlar. Yani bunlar iflas etse, borçlarını ödeyemez hale gelse, bütün dünya ödemeler sisteminin derin bir sarsıntı yaşaması neredeyse kaçınılmaz.

Maliye Bakanı Paulson ve Fed yetkilileri, Pazar günlerini feda ederek nasıl bir çözüm bulunabileceğini tartışmışlar. Telaş ne? Bu şirketlerin sermayeye ihtiyaçları var ve kimse ertesi gün, yani Pazartesi, piyasalar açıldığında, ikisi birlikte 5 trilyon dolarlık cirosu olan bu iki şirketten örneğin Mac’in piyasada sadece 3 milyar dolarlık para bulabileceğinden emin olamıyor! Nasıl olsun ki? 13 Temmuz Pazar’ı önceleyen bir hafta boyunca bu iki şirketin borsada değeri yarı yarıya düşmüş! Yetkililer çeşitli çözüm yollarını tartışıyorlar: sermayeyi güçlendirme, devletin hisse satın alması, şirketleri hükümetin atadığı bir kayyuma devretme ve... Kamulaştırma! Neoliberalizmin cenneti ABD’de kamulaştırma! Bundan bir süre önce neoliberalizmde ABD’nin silah arkadaşı Britanya hükümeti, mevduat sahipleri bankanın önünde paralarını çekmek için kuyruğa girince Northern Rock adlı bankayı resmen kamulaştırmıştı. Şimdi sıra ağabeye geldi!

Ama sonunda yetkililer sermayeyi güçlendirmeye karar veriyorlar. Nasıl? Kısa vade için “serbest piyasa” cennetinde Wall Street’in bankacılarına Pazartesi gerekli krediyi sağlamaları için talimat vererek. Orta vadede “ihtiyaç olursa” Merkez Bankasının New York şubesinin bunlara kredi vermesini sağlayarak. Bu arada ABD Kongresi (parlamento) bu iki şirkete verilebilecek kredinin limitini arttırmak üzere derhal görüşmelere başlıyor. (“15 günde 15 yasa” dönemini hatırlamamak mümkün mü?) Eskiden kredi limiti 2,25 milyar dolarmış her biri için. Toplam 4,5 milyar eder. Şimdi ne düşünülüyor? 20 mi dediniz? Hayır, 300 milyar dolar!

Bu kararın ertesinde Pazartesi günü borsalar biraz yükselince, uluslararası finans kapitalin en önemli yayınlarından Londra Financial Times, Salı sabahı başlık atıyor: “ABD politikası ilk testi geçti.” Salı günü Financial Times’ın bu başlığı koca harfleriyle gazete bayilerinde kendini gösterirken, Fannie Mae ve Freddie Mac hisseleri % 26–27 arası düşüyor! Daha da kötüsü gazetenin yayınlandığı Londra’nın borsasında gazetenin adıyla anılan endeksteki (FTSE) 100 şirketin değerinden bir günde 80 milyar dolar siliniyor! Testi geçen politikanın sonucu bu, geçmeseydi ne olurdu acaba? 15 Temmuz gününün sonunda ABD bankalarının hisseleri 1996 düzeyine düşmüş durumda. Siz 12 yıl boyunca yatırım yapın, sıfıra sıfır elde var sıfır! Vah zavallı yatırımcılar!

Çöken çökene!

Mesele bunlarla sınırlı kalsa iyi. Tarihin ironisi midir nedir, trilyonluk Freddie Mac 3 milyar dolar için Wall Street’te mendil açarken, onlarla benzer bir isme sahip bir başka banka IndyMac iflas ediyor. Soyadlarının aynı olmasına bakmayın, hiçbir akrabalık yok! IndyMac Kaliforniya’nın yerel bir bankası. Ama en büyüklerden. IndyMac “fona devrediliyor”. Tanıdınız değil mi? 2001 öncesi ve sonrası Türkiye’de sayısız bankanın başına gelen IndyMac’e de oluyor. ABD’nin TMSF’si Federal Deposit Insurance Corporation (kısaca FDIC) 2008 başında bu yıl içinde çökebilecek 90 bankalık bir liste hazırlamış. “Hah, işte biri düştü!” mü dediniz? Yanıldınız. IndyMac listede yokmuş, yani ondan daha kötü durumda 90 banka daha varmış yılın başında! Zaten şimdi finans çevreleri, konut piyasasındaki çöküntünün özellikle vahim durumda olduğu eyaletlerdeki yerel bankalardan 50 ila 150’sinin çökmesini bekliyor yılsonuna kadar. “ABD zengin ülke, Fon karşılar” diyeceksiniz. Kazın ayağı hiç de öyle değil. FDIC’in toplam sermayesi 53 milyar dolar. Ama sadece IndyMac’in bunun 4 ila 8 milyar dolar arasındaki bölümünü alıp götüreceği öngörülüyor. FDIC normal olarak mevudat sigortası kurumu, yani mudilerin bir zarara uğramadan paralarını alabilmeleri normal. IndyMac’in mudileri anlaşılan ABD devlet garantisine o kadar güveniyorlar ki oluşturdukları uzun kuyruklarda kargaşa çıktı, polisle çatışmalar yaşandı!

Tabii sorun sadece yerel bankalardan ibaret değil. Bundan bir süre önce de ABD’nin en büyük mortgage şirketlerinden biri olan Countrywide (İngilizce bilenler “ülke çapında” anlamına gelen adının dahi ne kadar iddialı olduğunu hemen fark etmişlerdir!) iflasın eşiğine geldiği için en büyük bankalardan Bank of America tarafından satın alınmıştı. Şimdi bu banka bu satın alma işleminin ne kadar akıllı bir iş olduğunu tartışıyor! Bear Sterns’ün 16 Mart’ta Morgan Stanley’e devrinden sonra “baş ağrılarımız bitti” umuduna kapılan çoktu. (Hürriyet’te bir “iş dünyası” yazarı, Türkiye bankacılarının krizin bittiği umuduna kapıldıklarını, son günlerde olan bitenden sonra morallerinin çok bozulduğunu yazdı!) Şimdi Lehman Brothers adlı yatırım bankası da iflasın eşiğinde dolaşıyor. Borsada hisseleri Şubat ayında doruk yaptıktan sonra...%78 düşmüş durumda! Geçenlerde yine Hürriyet gazetesinde bir haber vardı: Türkiye krize düşse de biz geleceğiz diyordu bir yabancı bankacı. Kim adına? Lehman Brothers! Sen önce kendini kurtar, Türkiye’yi biz düşünürüz!

Bu manzara ABD’ye özgü de değil. Saatleri, çikolatası ve bankalarıyla övünen İsviçre’nin en büyük bankası UBS’nin hisseleri son aylarda %70 düştü. Bütün dünya banka sistemi sarsıntı içinde. En son Mart sonunda bankaların riskli konut kredilerinden yazdıkları zararın 135 milyar dolar olduğunu yazmıştık. Şimdi bu zarar 400 milyar dolara yükselmiş durumda. Goldman Sachs adlı Wall Street bankasından sonra İMF’nin hesapları da bu zararın 1 trilyon doları geçeceğini gösteriyor. Siz o zaman görün olacakları!

Ufkumuzu genişletirsek dünya borsaları da korkunç durumda. 2008 başından bu yana ABD borsaları %15–20, Londra % 15, Avro bölgesi % 18, Japonya % 11, Hindistan % 37, Çin ise % 40 değer yitirmiş durumda. Çöküntü yaşayan borsalardan biri de Pakistan’da. Orada son derecede ilginç bir gelişme yaşandı. Borsanın her gün daha fazla düşmesi karşısında muazzam bir yıkıma uğrayan küçük yatırımcılar, borsayı bastılar, cam çerçeve indirdiler, polisle çatıştılar. Talepleri mi? Borsanın geçici olarak kapatılması. Bu olay Marksist geçiş programının bu konuda ne kadar doğru bir yaklaşımı olduğunu gösteriyor. Pakistanlı küçük yatırımcı geçici kapatma istiyor, biz ise borsaların, kapılarını bir daha açmamacasına bütünüyle kapatılmasını talep ediyoruz. Bu fark da Marksistlerin borsanın sadece küçük yatırımcıların değil, genel olarak emekçi halkın yıkımı anlamına geldiğini tarihten bilmelerinden geliyor.

Kısacası, finans piyasaları her an bir mali çöküşle karşılaşabilir. Mali çöküş, elbette kapitalizmin çöküşüyle karıştırılmamalı. Mali çöküşün çok kesinlikli bir tanımını vermek mümkün: ödemeler sisteminin kesintiye uğraması. Bu kapitalizmin çöküşü demek değil, ama çok ağır sonuçları olabilir.

Depresyon olasılığı

Böyle bir mali çöküş dünya ekonomisini, aynen 1929 çöküşünden sonra olduğu gibi bir depresyon ile karşı karşıya bırakabilir. Kısaca tanımlanacak olursa depresyon, sermayenin büyük ölçüde atıl kaldığı, üretim ve yeniden üretim süreçlerinin büyük bir kesintiye uğradığı, işsizliğin ve yoksulluğun en zengin ülkelerde bile ciddi bir yükseliş gösterdiği, kapitalist ekonominin kendi işleyişi içinde, yani piyasa mekanizmaları aracılığıyla ortadan kaldıramadığı derin bir kriz durumudur. Bu niteliğiyle, üretimdeki gerilemenin, atıl kapasitedeki artışın ve işsizlikteki yükselişin sınırlı olduğu ve az veya çok kısa bir dönem sonra büyümenin yeniden gündeme geldiği bir daralma (resesyon) durumundan köklü olarak farklıdır. Bunlar son otuz yıldır tekrar tekrar yaşanmıştır. Ama her biri atlatılabilmiştir. Oysa kapitalizmin 1970’li yılların ortalarında başlayan uzun ekonomik krizi, kriz finans bolluğu sayesinde bastırıldığı ya da daha doğrusu örtbas edildiği ölçüde bir depresyon eğilimini gündeme getirir.

Kapitalizmin çok güçlü olduğunu, “küreselleşme” diye anılan sürecin önüne gelen her şeyi bir silindir gibi ezerek ilerlediğini, krizlerin devletler tarafından kontrol altına alınabileceğini söyleyenlere karşı uzun krizin bir depresyon eğilimi yarattığını yıllardan beri vurguluyoruz. Bugün dünya ekonomisi 2008 yılı içinde iki kez mali çöküşün eşiğine geldiğinde bunun ne kadar gerçekçi olduğu ortaya çıkmıştır. Şubat başında kaleme alınmış iki yazımızda (“Ekonomik krize karşı sınıf yığınağı gerek”, www.mavidefter.org ve “Marx mı haklıydı, Bernstein mı?”, www.iscimucadelesi.net) kapitalist devletin artık kapitalizmin krizlerini kontrol altında tutabildiğini ileri süren anti-Marksistlere karşı, somut olarak yaşanan olaylar temelinde durumun bu olmadığını, yapılanın panik içinde kanamayı durdurmayı hedefleyen acil tedbirlerden başka bir şey olmadığını gösterdim. Şimdi Temmuz ayı gelişmeleri bu bakımdan Ocak ve Mart ayı deneyimlerine çok benziyor. Fed ve ABD hükümetinin gelecekte her defasında başarılı olacağını düşünmek için insanın gerçekten kapitalizme iman beslemesi gerekir.

Sadece finans alanında mı?

Buraya kadar sadece finans dünyası üzerinde durduk. Oysa dünya ekonomisinin sürükleyicisi olan ABD ekonomisi başka bakımlardan da çok ciddi bir sarsıntı yaşıyor. Her şeyden önce, konut piyasasında fiyatlar Büyük Depresyon’dan dahi hızlı düşerken, milyonlarca Amerikalı aile evlerini yitirmiş durumda ya da yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Yitirmeyenler için de evlerinin fiyatları hızla düştüğü için aile servetleri hızla gerilemiş durumda. Bu, tüketici güveninin hızla azalmasına yol açıyor. Haziran ayında tüketim son dört ay içindeki en düşük düzeyine geriledi. Oysa bilindiği gibi, Bush yönetimi Ocak ayındaki ilk panik sırasında hızla 160 milyar dolarlık bir vergi indirimini gündeme getirmişti. Bu önlemin sonucu olan vergi iadelerinin Amerikan tüketicisini daha fazla harcamaya sevk edeceği umuluyordu. Haziran sonu itibariyle bu iadelerin 78 milyar doları, yani yarısı tamamlanmış durumda...ama tüketim düşmeye devam ediyor! ABD’de toplam harcamaların üçte ikisi tüketimden kaynaklandığı için tüketimin gerilemesi toplam talepte ciddi bir düşüş anlamına geliyor. Bu da ekonominin zaten varolan sorunlarını arttırıyor.

ABD ekonomisinin resesyona (daralma) girip girmediği hâlâ tartışmalı olmakla birlikte büyüme temposunun sıfıra yaklaştığını kimse reddedemiyor. Bu arada birçok sektör ciddi bir gerileme yaşıyor. ABD ekonomisinin motor sektörlerinden olan otomotivdeki daralma çarpıcı. Üç büyük şirketten General Motors’un (GM) CEO’su birkaç gün önce personel giderlerinin % 20 azaltılacağını açıkladı. Yani birçok işçi işini yitirecek. Bunun ardında GM’nin son derecede zayıf performansı yatıyor. Şirketin borsadaki değeri son kayıplarla birlikte 1954’deki düzeyine geriledi! Sorun GM’ye özgü değil. Ford geçen yıl 2,7 milyar dolar zarar etmişti, bu yılki zararının daha da yüksek olacağı bekleniyor. Chrysler ise son haftalarda hissedarlarından 2 milyar dolar kredi talep ettiği için çıkan “iflas ilan etmeye hazırlanıyor” söylentilerini yalanlamak zorunda kaldı. (The Economist, 5 Temmuz 2008, s. 69)

Bütün bunların sonucu işsizliğin hızla artmaya başlaması. Geçen yılın sonlarında % 4,6 olan işsizlik oranı, Ocak ayında % 5’e, Haziran ayında ise % 5,5’e yükseldi. Önümüzdeki aylar için tahmin % 5,7, ama bu tahminlerin her zaman iyimser olduğunu, durum kötüleştikçe tahminlerin de kötüleştiğini unutmamak gerekiyor.

Bir yanda talep, üretim ve istihdam gerilerken, öte yanda enflasyon azmaya başlıyor. Haziran ayında enflasyon bırakın ABD’yi, Türkiye için dahi uyarı sinyali anlamına gelecek bir düzeyde yükseldi. Toptan eşya fiyatları endeksi (TEFE) aylık olarak % 1,8 yükseldi! Bunun sonucunda on iki aylık enflasyon % 9,2’ye çıktı. Yani sadece Türkiye değil ABD de çift haneli enflasyona hazırlanıyor!

Burada, ortaya son derecede önemli bir sonuç çıkıyor. ABD Merkez Bankası Fed, geçen Ağustos ayında kredi sıkışması başlar başlamaz, ekonomide bir daralmanın ortaya çıkmaması için bir gevşek para politikasına yönelmişti. Finans piyasalarına defalarca on milyarlarca dolarları bulan düzeyde para akıtmanın yanı sıra, temel faiz oranını da % 5,5’tan % 2’ye kadar düşürerek ucuz para politikası gütmüştü. Bu tür bir politika, başka şeyler veri iken, üretimi, yatırımı ve tüketimi canlandırma yönünde etki yapar. Buna karşılık enflasyon riskini de arttırır. Fed aylardır bu politikayı güttükten sonra, tarihin ironisi, şimdi kucağında ciddi bir enflasyon sorunuyla oturuyor! Marksizmin kazanımlarını unutarak kapitalizmin krizlerinin kontrol altına alınmasının artık mümkün olduğunu söyleyen solculara karşı, Şubat ayındaki yazılarımızda Fed’in politikalarının nasıl anlık, doğaçlama ve çelişkilerle dolu olduğuna işaret etmiştik. Şimdi Fed tam bir ikilemle karşı karşıya: Üretimi desteklemek ve finans sisteminin çökmesini engellemek için gevşek para politikası izlemek zorunda, azgınlaşmaya başlayan enflasyonu kontrol altına almak için sıkı para politikası izlemek zorunda! Marksizmi unutmayı tercih edenlere soruyoruz: Bu nasıl kontrol altına alma kapasitesidir?

Bizim tavsiyemiz başka. İşçi Mücadelesi gazetesinin Şubat sayısındaki köşemizde yazımıza şöyle başlamıştık:

"ABD merkez bankası Federal Reserve’ün başkanı Ben Bernanke bir ekonomi zor duruma düştüğünde onu kurtarmak için gerekirse helikopterlerden para bile yağdırılabileceğini söylemiş. Bernanke ve dünya kapitalizminin öteki büyükbaşları hazır gözlerini göğe çevirmişken tanrıdan yardım isteseler iyi olur. Çünkü her şey gösteriyor ki dünya kapitalizmini çok zorlu günler bekliyor."

Bernanke aylar boyunca Wall Street’e neredeyse helikopterlerden para yağdırdı. Şimdi enflasyonun başını alıp gitmesini engellemek istiyorsa, ona önerimiz New York temizlik işçilerine bu paraları toplaması için talimat verdirmesi!

Sadece ABD’de mi?

ABD ekonomisi hem dünyanın en büyük ekonomisi hem de bu seferki krizin başladığı yer. Wall Street hapşırsa, dünyanın geri kalanı grip oluyor. Onun üzerinde bu yüzden bu kadar ayrıntılı durduk. Ama kriz çoktan bir dizi başka ülkeye doğru yayıldı bile. The Economist dergisi, 5 Temmuz sayısındaki başyazısının başlığını şöyle atmıştı: “Britanya’nın batmakta olan ekonomisi”. Bu ülkede Mayıs ayında sanayi üretimi % 0,5 geriledi. Avrupa’nın bütünü de, aynı derecede olmasa bile aynı doğrultuda gelişiyor. İspanya ve İrlanda konut piyasalarının çöküşü dolayısıyla aynen ABD ve Britanya gibi hızla krize koşuyor. İlkinde işsizlik oranı neredeyse iki katına fırlayarak % 9,9’u buldu. İkincisinde ise ilk çeyrek büyüme rakamı yıllık tempoda % 1,5 düzeyinde bir daralma gösteriyor. Avro bölgesinin bütününde ise büyüme ilk çeyrekte % 0,7 düzeyinde kaldı. Avrupa’nın en önemli ekonomisi olan Almanya’da sanayi üretimi Mayıs ayında % 2,4 geriledi. Bu üç aydır devam etmekte olan bir gelişme. (Rakamlar, The Economist dergisinin değişik sayılarından.) ABD ve AB demek, dünyanın en büyük iki ekonomisi demek. Üçüncü sıradaki Japonya’da da büyüme her geçen gün yavaşlama sinyalleri veriyor.

Ama belki de asıl önemlisi, işin emperyalist ülkeler dışındaki büyük ülkelerle ilgili olan yanı. Geçen Ağustos’ta krizin ilk işaretleri ortaya çıktıktan bir süre sonra, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerde yaşanan sarsıntıya karşılık Çin, Hindistan, Brezilya ve benzeri ülkelerin ekonomilerinin (bir-iki istisna dışında) krizden etkilenmemiş olması, burjuva çevrelerde ortaya bir teori atılmasına yol açmıştı: İngilizce terimle “decoupling”, yani “kopma” ya da “farklılaşma” gibi bir şey. Bu teoriye göre, “yükselmekte olan piyasalar” olarak anılan ülkeler belki de ABD’de başlayarak öteki emperyalist ülkelere yayılmakta olan krizden etkilenmeyeceklerdi. Neredeyse yirmi yıldır “küreselleşme ne ulusal ekonomi bırakmıştır, ne de ulus devlet” diye halkın beynini yıkayanlar, böylece farklı ulusal ekonomilerin göreli olarak farklı dinamikleri olabileceğini yeniden keşfederek hiç farkına varmadan kendi kendilerini tekzip ediyorlardı! Oysa son dönem gelişmeleri, ABD’den başlayan krizin bu tip ülkeleri de etkisine almaya başladığını gösteriyor.

MSCI yükselen piyasalar endeksi, 2007 sonundan bu yana % 12,4 düşmüş durumda. Yükselen piyasa fonlarından haftada ortalama 2 milyar dolar çekiliyor olduğuna göre kayıplar daha bile yüksek olabilirdi. Son dönemin büyük yıldızları Çin ve Hindistan’da ise borsa değer kayıpları gerçek bir felâket düzeyine ulaşıyor. 12 Temmuz itibariyle, yılbaşından bu yana Çin borsalarının değer kaybı % 40, Hindistan’ın ise % 37. Öte yandan, yükselen piyasalarda enflasyon da hissedilir biçimde artıyor. Bir yıl önce 11 büyük Asya ülkesinin ortalama enflasyon oranı % 3,5 iken Nisan ayında bu oran iki katına çıkmıştı (% 6,8). Bu olumsuz gelişmeler henüz büyüme rakamlarına yansımamış durumda, ama sanayinin büyümesinde bir dizi ülke (Avustralya, Hong Kong, Singapur, Endonezya vb.) şimdiden yaşanan sarsıntının ceremesini çekmeye başlamış durumda. (The Economist, 28 Haziran 2008, s. 83 ve 12 Temmuz 2008, s. 101–102)

Öyleyse, ilk sonucumuza ulaşıyoruz: “Mriz” dünya çapında hızla yayılıyor ve derinleşiyor.

Türkiye’de “mriz” ne âlemde?

Öteki “yükselen piyasalar” riskli konut kredileri sarsıntısından ve genel kredi sıkışmasından henüz hiç etkilenmediği aşamada bile, Türkiye’yi “decoupling” (farklılaşma) teorisinin içinde ele almak mümkün değildi. Öteki yükselen piyasalar, son beş yılda son derecede elverişli olan dünya konjonktüründe dış ödemeler fazlası oluşturmuşlardı. Oysa Türkiye kabaca 50 milyar dolarlık bir dış ticaret açığına sahipti, yine kabaca 35 milyar dolarlık bir toplam dış açığı vardı. Yani döviz açlığı içindeydi. Bu yüzden, İMF de dahil birçok kuruluş, Türkiye’nin birkaç başka ülke ile birlikte (Güney Afrika, Macaristan vb.) topun ağzında olduğunu sürekli açıkça ifade ediyorlardı. Ama şimdi öteki yükselen piyasalar da krizden etkilenmeye başladığına göre, Türkiye’nin durumu iyice sallantıda demektir. Varacağımız ikinci sonuç budur.

Dış açığın yanı sıra Türkiye ekonomisini dünya krizi karşısında kırılgan kılan başka faktörler de mevcut. Bunları hızla sayacak olursak önce Türkiye’nin 2002–2006 döneminde hızlı büyümesinin ardında büyük ölçüde sıcak para girişinin olduğunu, bu spekülatif sermayenin dünya krizinin etkisi altında çekilmeye başlaması halinde aşırı değerli TL’nin hızla değer yitirebileceğini hatırlamalıyız. Nitekim 2007 Ağustos ayında dünya piyasalarındaki çalkantı başladıktan sonra menkul kıymetlere yatırılmış olan yabancı kaynaklarda azalma olmaya başlamıştır ve Mayıs ayına gelindiğinde bu kayıp 9 milyar doları bulmuştur. Bu henüz TL’nin değeri üzerinde bir etki yaratmamıştır, ama sıcak paradaki bu erozyon (dış açıkla birleştiğinde) ciddi bir tehlikeyi barındırmaktadır.

TL’nin hızla değer kaybetmesi, Türkiye’de büyük bir sarsıntı yaratır. Çünkü Türkiye’nin dış borcu artık büyük ölçüde özel sektörün dış borcudur. Bugün toplam dış borç 262 milyar dolara ulaşmıştır. Son bir yıl içinde dış borç 50 milyar dolar artmıştır, bunun içinde 48,5 milyar doları özel sektöre aittir. Bunun sonucunda ulaşılan noktada özel sektörün borcu, 60 milyar doları bankalara, 112 milyar doları da şirketlere ait olmak üzere 172 milyar dolara yükselmektedir. TL’nin değerinde % 20’lik bir düşüş dahi banka ve şirket bilançolarını altüst ederek ekonomiyi zora sokacaktır.

Bütün bunların üstüne, Türkiye’nin yabancı sermaye açısından çok ağır bir siyasi risk taşıması ekleniyor. Burjuvazinin siyasi iç savaşı ülkeyi içinden çıkılamaz bir bataklığa sokmuştur, daha da ötede bir uçuruma doğru sürüklüyor. Bu siyasi risk henüz büyük bir etki yaratmamışsa bunun nedeni Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması dolayısıyla dünya çapında büyük şirketlerin Türkiye’yi Avrupa’ya sıçramak üzere bir üretim platformu olarak düşünmeye başlamaları ve artan sayılarla İstanbul’u bütün bölgenin (Doğu Avrupa, Orta Doğu, Avrasya) merkezi olarak planlarına dahil etmeleridir. Bunlar uzun vadeli planlardır ve hemen değişmez. Ama siyasi kriz derinleştikçe bu durum da değişecektir. Şimdiden son yıllarda sürekli olarak artmakta olan doğrudan yabancı sermaye girişi azalmaya başlamıştır. Ağustos-Mayıs arasındaki son on ayda bu girişler bir önceki yılın aynı dönemine göre 7,5 milyar dolar azalmıştır.

Peki bütün bu riskler ve tehlikeler sonucunda Türkiye ekonomisi şimdiden ekonomik krizden etkilenmiş midir? Hem de nasıl! Her şeyden önce bir noktayı saptamak gerekiyor. Türkiye ekonomisi, dünya çapındaki krizin patlak vermesinden de önce 2002–2006 yılları arasında yaşadığı patlamalı büyüme temposundan uzaklaşmaya başlamıştı. 2002–2006 büyüme oranı ortalaması % 7 dolayında iken 2007 yılında büyüme sadece % 4,5 oldu. 2008’in ilk çeyreğinde büyüme oranı % 6,4 olarak çıktı, ama bu geçici bir sapma idi. Nitekim yeni açıklanan Mayıs ayındaki sanayi büyüme rakamları gidişatı gayet iyi ortaya koymuştur. Mevsimlik sapmalardan arındırıldığında sanayi üretimi Mayıs ayında yıllık % 0,1 oranında azalmıştır. İmalat sanayinde gerileme ise daha belirgindir, % 2 dolayındadır. Bazı sektörlerdeki daralma ise çarpıcıdır: tekstilde % 19,5, giyimde % 10,5, deride % 16,1. Bütün bunlara paralel olarak, kapatılan işyeri sayısı geçen yılın aynı dönemine göre iki katına yükselmiş bulunuyor. Bu gelişmenin ardında daha bile önemli bir nokta yatıyor. Sermaye birikiminin en önemli göstergesi olan özel yatırımlarda neredeyse bir çöküş yaşanmaktadır. Özel sektör yatırım harcamaları 2006 yılında % 15 iken 2007 yılında % 2,7’ye düşmüştü. Önümüzdeki aylarda muhtemelen büyümenin de yatırımın da daha fazla gerilediğine tanık olacağız. (Erdoğan, “kriz mriz” olmadığı iddiasını yılın ilk çeyreğinde 164 bin otomobil satılmasına dayandırıyordu. Otomotiv sektörü yeni bir ihracat büyüme sektörüdür ve eşitsiz gelişme içinde bazı sektörler ekonomi gerilerken bile büyüyebilir. Ama buradan ekonominin bütününe ilişkin sonuçlar çıkarılamaz.)

İşte durum zaten bu iken, geçen Ağustos’ta dünya krizi başladıktan sonra Türkiye ekonomisi daha da ciddi olumsuzluklar sergilemeye başlamıştır. Bunların başında modern kapitalist ekonomilerin canlılığının temel göstergesi olan borsanın yaşadığı çöküntü vardır. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın ana endeksi, dünya krizi başladıktan sonra 55 binlerden 35 binlere (bir ara 32 binlere) düşerek yaklaşık % 40 gerilemiştir. Bu düşüş oranıyla bütün dünya borsalarının önündedir ve birincilikte Çin ile rekabet etmektedir!

İkincisi, dış açığın finansmanında tehlike sinyalleri çalmaktadır. Türkiye’nin dış ödemeler açığının geçen yılki 35 milyar dolardan bu yıl 50 milyar dolara doğru yükselmekte olduğu ortada. Bugüne kadar hükümet bu dev açığın kolayca karşılanabileceğini kanıtlamak için sıcak para ve doğrudan yabancı sermaye girişinin yükselmekte olduğuna işaret ediyor, zora düşüldüğünde ise döviz rezervlerinin yüksek olduğu gerçeğini öne sürüyordu. Yukarıda sıcak paranın borsadan çekilmekte olduğunu, doğrudan yatırımların da azalma eğilimine girdiğini belirttim. Bunun sonucunda dış açığın finansmanının yükü döviz rezervlerine geçmiştir. 2008 yılının ilk beş ayında Türkiye’nin rezervlerinde beş milyar dolarlık bir kanama yaşanmıştır!

Nihayet, enflasyon yeniden başını kaldıran bir tehlike olarak ufukta belirmiştir. Haziran enflasyonunun düşük çıkması bütünüyle mevsimlik bir gelişmeye bağlıdır. Gıda fiyatları % 3,4 azalmıştır. Buna rağmen yıllık bazda bakıldığında tüketici fiyatları enflasyonu % 10,6, üretici fiyatları enflasyonu ise % 17 düzeyindedir. Bunlar resmi rakamlardır, işçinin emekçinin mutfağındaki enflasyon çok daha yüksektir. Önümüzdeki aylarda enflasyonun kontrol altına alınabilmesi çok zordur çünkü elektrik gibi (tüketiciler için yakıcı bir önem taşımasının yanı sıra) üretimde son derecede yaygın olarak kullanılan bir girdinin fiyatı iki turda % 40’tan fazla arttırılmıştır.

Öyleyse sonuca ulaşabiliriz: Türkiye ekonomisi henüz kriz içine girmemiştir. Ama kriz hızla yaklaşmaktadır. Hem dünya ekonomisinin hem Türkiye ekonomisinin verdiği sinyaller son derecede tehlikelidir. Öte yandan, burada özetlediğimiz bu gelişmeler daha hiçbir şey değildir. Dünya ekonomisinin yaşadığı çalkantı yarın gerçekten bir depresyona dönüşürse, Türkiye cumhuriyet tarihinin en büyük krizi olan 2001 krizini dahi mumla aratacak bir krize girecektir muhtemelen.

İşçi hareketinin bir acil durum programına ihtiyacı var!

Yaklaşmakta olan ekonomik kriz karşısında ortada tek bir program var. Önce belirtelim ki, hükümet tek bir hedefe kilitlenmiş durumdadır. 2007 Nisanında burjuvazinin siyasi iç savaşı tırmandığı andan beri hükümetin ekonomik politikası seçim yatırımından başka hiçbir şey içermiyor. Önce 22 Temmuz 2007 genel seçimi için kesenin ağzı açılmıştır. Şimdi de yaklaşan yerel seçimler veya duruma göre erken genel seçim için aynı şey yapılmaktadır. Erdoğan ve Unakıtan’ın “Kriz mriz yok!” sözleri, bir yandan mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benziyor, bir yandan da seçim yatırımlarını haklı çıkarmak için burjuvaziye verilmiş cevaplardır.

Ortadaki tek program burjuvazinin programıdır. Başta TÜSİAD olmak üzere burjuvazinin bütün sözcüleri şu şiarda birleşiyor: “İMF, AB ve enflasyon hedeflemesi çıpalarına geri dönelim!” Bunun anlamı açıktır: Sermaye lehine işçi ve emekçilere saldırı demek olan “yapısal reformlar”a devam, halka kemer sıktırmaya devam, her şeyi sermayenin ve piyasanın emrine vermeye devam! Bugüne kadar iki olan (İMF ve AB) “çıpa”ların şimdi üçe çıkmasının anlamı da şudur: Eğer hem işsizlik hem enflasyon yükselirse, sakın işsizliği çözeceğim diye enflasyonla mücadeleden vazgeçmeyin! Yani kapitalist ekonominin istikrarına evet, halkın sorunların çözüm getirmeye hayır!

Bunun karşısında işçi hareketinin derhal bir acil durum programı hazırlaması gerekiyor. Kriz bir fırtına gibi yaklaşıyor. İşçilerin ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda uğruna mücadele edilecek bir program oluşturulmadığı takdirde, krizin faturasını yine işçi ve emekçi ödeyecektir. Ve ağır ödeyecektir!

Ha, “Kriz mriz yok!” sözünün bir üçüncü anlamı da var. İşçileri keriz yerine koymak.