Merhaba Proletarya (Sungur Savran (Sayı:30) - 20-04-2008)

90’lı yıllarda sosyalist solun hakim kesimlerinde işçi sınıfına ya da aynı anlama gelmek üzere proletaryaya en ufak bir inanç kalmamıştı. Kimi André Gorz’un ta 1980’li yıllarda yazdığı ünlü Elveda Proletarya başlıklı kitabından etkilenmişti. Kimi sanayi toplumu yerine bilgi toplumuna geçtiğimize, artık sermaye-emek çelişkisinin sona erdiğine, esas olanın bilgi olduğuna dair teorilerle sarhoştu. Kimi de sınıf aidiyetinin artık belirleyici olmadığını, şimdi kimliklerin önem taşıdığını, sınıfın da olsa olsa bu kimliklerden herhangi biri olduğunu ileri süren post-Marksizm ya da postmodernizmin çeşitli versiyonlarının büyüsü altındaydı. Toplumların gelişmesinde işçi sınıfı artık geçmişte oynayadığı rolü oynayamayacaktı. Dönem “yeni toplumsal hareketler” dönemiydi.

Bugün Türkiye’de yaşananlar 90’lı yılların sosyalist hareketinin ve sol aydınlarının bu iddialı teorik kurgularına meydan okuyor. Sanayi ve hizmetlerde çalışan işçiler ile kamunun çeşitli hizmet alanlarında istihdam edilen kamu çalışanları, yani bir bütün olarak proletarya, Mart ayında bütün heybetiyle meydanlara çıktı. Burjuvazinin işçi sınıfı örgütlerindeki uzantısı gibi çalışan sendika bürokratları dahi işçi sınıfındaki huzursuzluğu gördükleri için (bir bölümü geçici bir süre için de olsa) eylemler düzenlemek zorunda kaldılar. Peki, tartışılan konu ne? Kendi toplumsal sorununu çözmüş olan burjuvazinin ve zengin orta sınıfların dışında bütün bir toplumun sağlığı. Bütün bir toplumun yaşlılarına nasıl muamele edeceği. Daha da önemlisi, bütün bir toplumun gelecek kuşaklarının nasıl yaşayacağı. Çünkü SSGSS esas olarak yeni kuşakları ilgilendiriyor. Tayyip Erdoğan “kazanılmış haklara dokunulmuyor” derken geleceğin proleterlerinin de proletaryanın çocukları olduğunu unutmak işine geldiği için öyle konuşuyor. Bugün çalışmakta olan proleterlerin bazı haklarına dokunulmuyor olabilir. Ama işçilerin ve emekçilerin çocuklarının haklarına fena halde dokunuluyor. İşçiler ve emekçiler de bunun kendi kanlarına dokunduğunu ortaya koyuyor!

İşte burada neden proletaryanın mücadelesinin bütün öteki toplumsal mücadelelerden daha önemli olduğunu görüyoruz. Toplumun maddi yaşamının düzenlenmesine ilişkin konularda burjuvazinin önerilerinin tek alternatifi proletaryadan gelebilir. Çünkü sınıf dışı ezilme ve baskı biçimleri karşısında mücadele edenler (ezilen ulus ve ırklar, kadınlar, çevre ve barış hareketi vb.) toplumun ekonomik kuruluşu konusunda bir alternatif önerebilecek kapasiteye sahip değildir. Bunlar kaçınılmaz olarak değişik sınıflardan insanları bir araya getirirler. Dolayısıyla, modern toplumun ekonomik hayatına damgasını vuran sermayeye karşı bir alternatif oluşturamazlar. Kendisi üretim araçlarından bütünüyle yoksun olan proletarya ise üretim araçlarına ancak kolektif olarak erişebilir. Hayatını ancak kolektif çözümler temelinde iyileştirebilir. Üstelik zaman aktıkça toplumun gittikçe daha büyük bir çoğunluğunu oluşturmaktadır ve az ya da çok örgütlüdür. İşte o kadar çok ezilme biçimi arasında sınıfsal ezilmenin belirleyici önemi buradan gelir.

2000’li yıllarda dünya soluna proletaryanın önemini önce Latin Amerika hatırlattı, sonra Batı Avrupa. Sıra Türkiye’de. Sol aydınlara da, sosyalist harekete de saatlerini buna göre ayarlamak düşüyor.