Marx ne demişti ki? (Sungur Savran - 18-11-2008)

(“Resesyon” ile “depresyon” arasındaki farkı daha önce çeşitli yerlerde, bu arada Mavi Defter sayfalarında anlatmış olduğumuz için burada konuya yeniden girmiyoruz. İlgili okur bu ayrım için şu yazımıza bakabilir: “Mriz var mı yok mu?”, özellikle “Depresyon olasılığı” bölümü.)

“Depresyon” çok yüklü bir kelime elbette. Dünya kapitalizminin 30’lu yıllardaki deneyimini, özel olarak da dünya ekonomisinin paramparça olmasını, faşizmin yükselişini ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesini hatırlatıyor. Burjuva yayın organlarının moralleri bozmamaya çalışmasını anlamak gerekiyor. Ama öte yandan kriz o kadar sarsıcı, o kadar derin ki, her şeye rağmen bastırılamayan bir dürtü ile hem dünyada hem Türkiye’de aynı yayın organları iki soruyu gündemde tutmaktan ve böylece kapitalizmin prestijinin yerlerde sürünmesine katkıda bulunmaktan kaçınamadılar: “Kapitalizm çöküyor mu?” ve “Marx haklı mıydı?”

İlk sorunun cevabını çok çeşitli yayın organlarında bütün açıklığıyla vermiş bulunuyoruz. Yaşanan kriz elbette kapitalizmin krizidir, hem de tarihindeki en ağırlarından biri. Ne birilerinin “açgözlülüğü”nün ürünü olarak nitelenebilir ne de “piyasaların iyi yönetilememesi”nin. Bunlar sadece sonuçtur, krizin nedeni kapitalizmin doğasına içkin çelişkilerdir. Bu anlamda yaşanan çöküş kapitalizmin çöküşüdür. Bu söylendiğinde elbette yanlış anlaşılabilecek bir şey var: Kapitalizm çöküyor ve bir üretim tarzı olarak tarih sahnesinden siliniyor mu? Hayır, kapitalizmin ortadan kalkması, yerini başka bir toplumsal formasyona bırakması ancak sınıf mücadelelerinin ve bunların doruk noktasını oluşturan devrimlerin bir sonucu olarak mümkün olur. Büyük krizler bu tür bir gelişmeyi hızlandırabilir, ama ortada otomatik bir bağ yoktur.

İkinci sorunun cevabı ilkiyle doğrudan ilişkili. Kapitalizmin bu büyük krize yol açan çelişkilerini ekonomi politiğin eleştirisi çerçevesinde bütün ihtişamıyla sergileyen ve sonuçlarını çıkaran Marx elbette haklıydı.

Ama bu tartışmada açıkta kalan bir şeyler var. Burjuva basın-yayın organları “Marx haklı mıydı?” derken aslında sordukları sorunun anlamını bile bilmiyorlar. “Marx ne demişti ki haklı mıydı?” diye soracak olsanız düzen gazetelerinin yayın yönetmenlerinin ya da ekonomi servisi şeflerinin verebileceği cevap muhtemelen “Canım, Marx kapitalizmi eleştiren en büyük düşünür, kapitalist sistemin işlemeyeceğini öngörmüş” düzeyinde kalacaktır. Elbette burjuva basınında biraz daha akıllı yazılar çıkıyor. Örneğin Britanya’da Anglikan Kilisesi’nin ruhani lideri olan Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams sağcı The Spectator dergisinde “Kabul edin: Marx kapitalizm konusunda kısmen haklıydı” başlıklı yazısında finans dünyasındaki gelişmeleri Marx’ın meta fetişizmi kavramıyla ilişkilendirerek Hıristiyan ilahıyatının terimleriyle “putperestlik” olarak tanımlıyor. Ama genel düzey elifle mertekin ancak ayrılabildiği bir düzey.

Biz bu yazıda, cevabı aşikâr olan “Marx haklı mıydı?” sorusunun ötesine geçerek Marx’ın ne konuda haklı çıktığını anlatmaya çalışacağız. Bunun bir yararı da, krizin gerçekten kapitalist üretim tarzının çöküşüne işaret ettiğini daha belirgin biçimde ortaya koymasında. Çünkü büyük krizler, büyük savaşlardan ve ekolojik krizlerden de daha fazla, kapitalizmin tarihsel olarak miadını doldurduğu, üretici güçlerle çelişki içine girdiği, insanlığın daha ileriye doğru yürümesinde bir engel haline geldiği gerçeğinin bir ifadesidir. Yazıyı kısa tutma çabası meselenin sadece ana noktalarına değinmemize el veriyor. Argümanları ayrıntılı biçimde ortaya koyma olanağına sahip değiliz. Bu konuda okura, yakında Belge Yayınları’nca ikinci basımı yapılacak olan Dünya Kapitalizminin Bunalımı başlıklı (Nail Satlıgan ile birlikte hazırlamış olduğumuz ve dünyanın dört bir köşesinden bir dizi Marksistin değerli çalışmalarını bir araya getiren) derlemeyi önermekten başka çaremiz yok.

Yazıyı kısa tutma çabası şematik bir sergilemeyi gerekli kılıyor. Marx’ın kriz konusunda neler söylediğini bir dizi ana başlıkta özetleyeceğiz ve uygun olduğu yerde bu söylenenlerin bugünkü krizin anlaşılmasına nasıl katkıda bulunduğunu ortaya koyacağız.

1) Burjuva iktisadı kriz konusunda sınıfta kalmıştır.

İktisat biliminin doğuşundan bu yana ortaya çıkan ana iktisat okulları arasında krizi kapitalist üretim tarzının bir hareket yasası olarak ortaya koyan tek okul ekonomi politiğin Marksist eleştirisidir. Burjuvazinin hakim ideolojisinin ana unsurlarından biri olan iktisat bilimi, bütün tarihi boyunca, bazı istisnai düşünürler dışında, kapitalizmin doğası gereği sürekli olarak kriz üreten bir sistem olduğunu yadsımıştır. Adam Smith (1776) ve David Ricardo’dan (1817) 1870’li yıllara kadar hakim okul olan klasik ekonomi politik döneminde bu yadsıma ünlü Say Yasası biçimini almıştır: Her üretim kendi talebini yaratır. Dolayısıyla ekonomi her üretim ölçeğinde pürüzsüz biçimde büyümesini sürdürür. Buna toprak sahipleri sınıfının çıkarlarını savunan rahip Malthus ile kapitalizmin ezdiği küçük burjuvazinin çıkarlarını korumaya çalışan Sismondi gibi istisnai iktisatçılardan başka kimse karşı çıkmamış, Ricardo gibi büyük bir iktisatçı bile Say Yasası’na gönülden destek vermiştir.

1870’li yıllardan sonra ise, bugün üniversitelerde okutulan neoklasik iktisatın hâlâ temelini oluşturan genel denge teorisi, bütün piyasaların karşılıklı olarak temizlendiği anlayışından hareketle krizi olanaksız hale getirir. Dolayısıyla bu okullara göre ne aşırı-üretim mümkündür ne de aşırı birikim. 1930’lu yılların Büyük Depresyon’unun ürünü olan Keynes, bu gelenekten bir kopuşu temsil eder. Onun “eksik istihdam” diye andığı durumlar, kapitalizmin krizlerine karşılık verir. Böylece kriz ilk kez ana damar bir burjuva iktisatçısı tarafından kapitalizmin işleyişinin olağan bir durumu sayılmıştır. (Bizde Keynes’i solcu zannedenler çoktur; bu yanlışın tartışılmasına burada girmemize olanak yok.) Ama sermaye birikiminin neden zorunlu olarak kriz ürettiğinin açıklaması Keynes’te de yoktur. Daha da önemlisi, burjuva iktisadı Keynes’in teorisini buna rağmen evcilleştirmiş, neoklasik iktisadın bir parçası haline getirerek buna “büyük neoklasik sentez” adını vermiştir. En önemlisi ise, Keynesçi ekonomi politikaları ile birlikte devlet müdahalesi sayesinde krizlerin ilga olmuş olduğu iddia edilmiş, böylece Keynes teorisi orijinal anlamının tam tersi yönde bir işleve koşulmuştur. 1974-75’ten itibaren depresif eğilimli yeni uzun kriz başladığında (bu konuda Mavi Defter’de Ekim ayında yayınlanan “‘Tarihin Sonu’nun Sonu” başlıklı yazımıza bakılabilir), Keynesçilik gözden düşmüş, bu kez neoliberalizmin kapitalist piyasaya imanı krizin karşısına çıkarılmıştır. Neoklasik iktisadın hakimiyeti döneminde de krizler üzerinde ciddiyetle duran burjuva iktisatçıları (bir Schumpeter ya da bir Minsky) ana damar burjuva iktisadının dışında kalan ayrıksı yazarlardır. Bugün burjuva iktisadı kriz karşısında bir kez daha iflas etmiş durumdadır.

2) Marx krizi kapitalist üretim tarzının bir hareket yasası olarak analiz etmiştir.

Kapitalizmi klasik ekonomi politiğin eleştirisi temelinde ayrıntılı olarak analiz eden Marx, bu üretim tarzının doğası gereği krizlerle karşılaşacağını, sermaye birikiminin canlı dönemini mutlaka krizlerin izleyeceğini ortaya koymuştur. Bu iddiayı iki düzeyde açıklamak mümkündür. (Aslında üç düzeyden söz etmek mümkün ama bunlardan biri biraz teknik bir tartışmayı gerektirdiği için burada ona girmeyeceğiz.)

İlk düzeyde, kapitalizmin anarşik doğası krizleri olağan bir sonuç haline getirir. Kapitalizmin anarşik doğasından anlaşılması gereken hiçbir yasaya tâbi olmadığı değildir. Bunun şöyle anlaşılması gerekir. Bu toplumda üretim büyük ölçüde toplumsallaşmıştır, yani bütün üretim ve dağıtım faaliyetleri birbirine bağımlı hale gelmiştir, kimse kendine yeterli değildir. Buna karşılık üretime ilişkin bütün kararlar her biri kendi çıkarını izleyen üretim araçları sahipleri, giderek büyük sermayedarlar tarafından birbirinden bağımsız olarak verilmektedir. Yani çok karmaşık bir üretim mekanizması bütünüyle plansızdır. İşte bu çelişkidir ki kapitalizmde krizleri olanaklı hale getirir, olağanlaştırır. Eğer bu söylenen doğru ise, elbette üretimin toplumsallaşması ilerledikçe krizler de o denli sert ve derin olacaktır. (Buna aşağıda döneceğiz.)

Bu ilk düzeyde Marx krizlerin olanaklılığını saptamış olur. İkinci düzey ise krizlerin nedenselliğini açıklar. Krizler için Marksist akım içinde farklı açıklamalar getirilmiştir. Ama bizce Marx’ın esas açıklaması kâr oranının düşüş eğilimi yasasına dayanır. Sermaye üretilen toplam değerin gittikçe daha büyük bölümüne el koyma, yani onu artı-değere dönüştürme açlığı içinde giderek daha fazla değişmez sermayeye (esas olarak makinelere ve otomasyona) yatırım yapar, değişken sermaye (yani emekgücü) sermayenin bileşimi içinde göreli olarak azalır. Oysa buradan derin bir çelişki doğar, çünkü artı-değerin kaynağı emekgücüdür. Dolayısıyla, yatırılan sermayeye oranla elde edilen artı-değer yetersiz hale gelir, kâr oranı düşmeye başlar. Bu, elde edilebilecek artı-değere oranla sermayenin aşırı birikimi durumudur. Kâr (artı-değer) elde etmek ve bunu yeniden biriktirmek sermayeyi harekete geçiren unsur olduğuna göre, birikim yavaşlar, yani yeni yatırımlar azalır. Bunun sonucunda talep daralır, bu da bir aşırı üretim durumu doğurur. Yani aşırı üretim krizleri diye bilinen şey, krizin ortaya çıkış biçimidir. Talep eksikliği bir neden değil bir sonuçtur.

Kâr oranının düşüşü eğilimli bir yasadır. Yani mutlak biçimde ortaya çıkmaz, karşı eyleyen bir dizi etkenle etkileşim içinde belirli koşullar altında gerçekleşir. Bir kez gerçekleştiğinde kriz kaçınılmaz hale gelir. Geriye krizi tetikleyen bir takım unsurların ortaya çıkması koşulu kalır. Somut dünyada kriz çok çeşitli nedenler tarafından tetiklenebilir. Kimi zaman kriz üretilen malların satılamaması biçiminde, yani bir aşırı üretim krizi olarak ortaya çıkar, kimi zaman belirli bir metanın fiyatının (örneğin 1974-75’te olduğu gibi petrolün) aşırı pahalılaşması sonucunda patlak verir, çoğu zaman da 1929’da veya bugün olduğu gibi parasal krizler (banka iflasları, borsa çöküşleri vb.) biçimini alır. Tetikleyici neden ile krizin temelindeki nedeni birbirinden ayırmak, Marksist analizin burjuva yaklaşıma göre en önemli üstünlüklerinden biridir. Burjuva bakış açısı yüzeydeki olgularla oyalanır ve her krizde neredeyse rastlantısal farklı bir neden görür. Marksist analiz ise görünüşün ardına geçer, sermaye birikiminin temel dinamiklerini kavrar, ama elbette bunun somut dünyada yaşanan gerçeklikle de bağını kurar.

Bugüne kadar yapılmış ciddi ampirik araştırmalar çeşitli gelişmiş-emperyalist ülkelerde kâr oranının 1960’lı yılların sonunda-1970’li yılların başında gerçekten düştüğünü gösteriyor. Bu düşüş 1970’li yılların ortasında başlayan ve günümüze kadar süregiden uzun krizin temelinde yatan nedendir. 1974-75’te patlak veren ve petrol üreticisi ülkeler örgütü OPEC’in petrol fiyatlarını büyük ölçüde yükseltmesi dolayısıyla “petrol krizi” olarak bilinen uluslararası resesyon uzun krizin tetikleyici faktörüdür. Burjuva düşüncesi yüzeydeki gelişmelere hapsolduğu için uzun süre “petrol krizi”nden söz etmiştir. Marksist analiz ise 1970’li yılların ortasından itibaren dünya kapitalizminin içine girdiği dönemin depresif eğilimli bir uzun kriz olduğunu erkenden tespit etmiştir. Geçen yıllar Marksistlerin bu konuda bütünüyle haklı olduğunu ortaya koymuştur.

3) Kriz hem sorundur, hem çözüm arayışı.

Kapitalist üretim tarzında kriz elbette ciddi bir sorun yaşanması demektir. Sermaye açısından, kendisinin varlık nedeni olan sermaye birikiminin kesintiye uğraması tam bir sarsıntı anlamına gelir. Toplumun ezici çoğunluğu açısından ise işsizlik, yoksulluk, en basit toplumsal işlerin bile yerine getirilememesi büyük sıkıntıların kaynağı olur. İşin bu ikinci yönü, kapitalizmi ve burjuvazinin hakimiyetini emekçi kitleler nezdinde sorgulanır hale getirerek geri döner, bir kez daha burjuvaziyi vurur. Böylece kriz burjuva devleti için de büyük bir sorundur.

Ama kriz sadece bir sorun değildir, aynı zamanda çözümdür. Kriz kapitalist üretim tarzının bütün birikmiş çelişkilerinin gün yüzüne çıkmasına yol açarak her şeyden önce bunların tanınmasını sağlar. Bu sorunların çözümü için burjuvazinin harekete geçmesi, yeni ve canlı bir sermaye birikimi döneminin koşullarını oluşturmak bakımından krizi birikmiş sorunlara çözüm aranan ortam haline getirir. Yani krizi sadece bir sorun olarak görmek yerine, sorunla çözümün iç içe geçtiği bir dönem olarak görmek gerekir. Ne var ki, bu aynı zamanda krizi sermayenin hakimiyeti açısından tehlikeli bir an haline getirir. Çünkü sermaye birikmiş sorunlarına çözümü neredeyse bataklık içinde yüzdüğü bir dönemde aramaktadır. En zayıf anındadır ve en önemlisi topluma kendi hakimiyetini meşrulaştıracak olanaklar sağlayamamaktadır. Bütün büyük krizlerde sınıflar arasındaki çelişkiler çıplak olarak ortaya çıkar, hatta patlayıcı hale gelir. Bu durumda, krizden çıkış sermayenin hakimiyetinin yıkılması yoluyla da olabilir. Öyleyse, kriz sermaye için çözüm arayışıdır, ama aynı zamanda tehlikedir.

Marksist tahlilin bu yönünün de içinde yaşadığımız uzun kriz döneminde bütünüyle doğrulandığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1970’li yılların ortasına kadar, yani kabaca 1945–1975 arasında bütün kapitalist dünyada Keynesçilik ortodoks ekonomi politikası stratejisiydi. 1974–75 resesyonu (özellikle enflasyon ve durgunluğun bir arada görülmesi, yani stagflasyon) ve onu izleyen 1979-80 resesyonu, burjuvaziyi Keynesçi stratejinin bir işe yaramayacağına ikna etti. Burjuvazi, kriz koşullarında yeni çözüm arayışlarına girdi. Ortaya çıkan ürün neoliberalizmdi. Britanya’da Margaret Thatcher (1979) ve ABD’de Ronald Reagan’ın (1981) başlattığı neoliberal dalga, uzun kriz içinde burjuvazinin birikmiş sorunlarına çözüm arayışının sonunda ulaştığı formüldür. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra neoliberalizm yeni bir uluslararası düzen oluşturmaya yönelik “küreselleşme” stratejisi ile tamamlandı. Bunlar krizi uluslararası burjuvazinin isterleri doğrultusunda (ve aşağıda göreceğimiz gibi işçi sınıfının sırtından) çözmeye yönelik bir stratejinin, yani bir çözüm arayışının cisimleşmesidir.

4) Krizin tetiklediği iki eğilim: işçi ve emekçilere taarruz ve sermayenin değersizleşmesi

Marx her büyük krizin sınıflar arasındaki çelişkiyi çıplak biçimde ortaya çıkardığını vurgulamıştır. O güne kadar canlı sermaye birikiminin yarattığı olanaklarla oluşturulmuş bir dizi tampon mekanizma artık kullanılamaz hale gelir. Sermaye kendisi ayakta kalma savaşı vermektedir ve işçi sınıfına taviz verecek takati yoktur. Aynı şey sermayenin kendi içinde de geçerlidir. Her büyük kriz rekabeti azdırır. Dolayısıyla, hızlı büyüme döneminde geçici olarak gizlenmiş olan bütün sınıf çelişkileri patlayıcı biçimler alır.

Sermayenin krizden çıkmak için kâr oranını yeniden yükseltecek tarzda yükseltmeye ihtiyacı vardır. Bu da eğer kriz sermayenin çıkarları yönünde aşılacaksa, iki koşulun yerine getirilmesini gerektirir. Birincisi, kriz koşullarında sermayenin artı-değer oranını, yani her bir işçiden çekip aldığı değer miktarını arttırması ertelenemez bir ihtiyaç haline gelir. Dolayısıyla, sermaye işçi sınıfının ve onun yanı sıra öteki emekçi sınıf ve katmanların geçmiş dönemde elde edilmiş bütün haklarına, kazanımlarına, mevzilerine karşı hücuma geçer. 1930’lu yıllarda bunun biçimi esas olarak faşizm olmuştur. 1975’te başlayan uzun krizde ise neoliberalizm (kuralsızlaştırma, özelleştirme, sosyal hizmetlerin tırpanlaması, esnekleştirme ve sendikasızlaştırma) ve “küreselleşme” bu taarruzun aldığı yeni biçim olmuştur.

İkinci koşul, Marksist literatürde fena halde ihmal edilmiş bir kavram çerçevesinde anlaşılabilir. Kâr oranının derin bir krize son verecek tarzda radikal biçimde yükselmesi üretkenliğin hızla artışını, bu ise üretken olmayan sermayelerin, deyim yerindeyse “çürük”lerin bütünüyle ayıklanmasını gerektirir. Yani bazı şirketler bütünüyle çökmeli, bazı üretim araçları üretim aracı olmaktan çıkmalı, tasfiye edilmeli, sermayenin yepyeni temellerde harekete geçmesi için bir bakıma yeni bir sayfa açılmalıdır. Bu süreçlerin bütünü Marx tarafından, eskiden varolan sermayenin sermaye olmaktan çıkması anlamında “değersizleşme” olarak anılır.

İçinden geçmekte olduğumuz uzun kriz açısından bakıldığında bu koşullardan ilki ancak kısmi olarak gerçekleştirilmiş, ikincisi ise sürekli olarak ertelenmiştir. İşçi sınıfının mevzilerinin sökülüp alınması ABD ve Britanya başta olmak üzere bir dizi ülkede (örneğin 90’lı yılların Latin Amerikası ve 1980’den günümüze Türkiye) önemli başarılar elde etmiştir. Bürokratik işçi devletlerinde (Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Vietnam vb.) de bu mevziler değişik ölçülerde de olsa büyük bir yıkıma uğramıştır. Buna karşılık bir dizi bölge ve ülkede burjuvazinin bu taarruzu hüsrana uğramıştır. Bunların arasında Batı Avrupa ülkeleri en önemlisidir. Latin Amerika’da ise işçi sınıfı ve emekçiler 2000’li yıllarda 90’lı yıllarda yitirilen mevzileri yeniden fethe dönük bir taarruza kalkışmıştır.

Değersizleşme süreci ise son derece parça bölük ve kısmi olmuştur. Elbette kriz otuz yılı aşkın bir süredir devam ettiği için içten içe bir değersizleşme sermaye birikiminin doğal ayıklanma süreci içinde gerçekleşmiştir. Özelleştirmenin kapitalist anlamda daha üretken hale getirdiği üretim birimleri de kısmen bu sürece katkıda bulunmuştur. Ama krizin derinliğine yanıt verecek ölçüde radikal bir değersizleşme süreci yaşanmamıştır. Bu, bize bugün yaşanan finansal krizin anahtarını verir.

Mesele şöyle özetlenebilir. Marx’ın açıklıkla saptadığı gibi kriz dönemlerinde para sermaye ile üretken sermaye birbirinden ayrılır. Sermaye üretilebilen artı-değer oranına göre aşırı birikmiştir ve bu aşırı birikmiş sermaye yüzünü finansal operasyonlara çevirerek kendini o alanda değerlendirmeye yönelir. Yani paradan para kazanmak giderek yaygınlaşır. Finansal dolaşımın bütün alanlarının hacmi büyür, içinde yaşadığımız dönemde olduğu gibi türevler, “hedge” fonları, menkul kıymetleştirme vb. türünden yeni finansal dolaşım alanları doğar. Finans alanındaki bu hummalı gelişme üretim için büyüyen bir talep yaratır. Bu da sermayenin değersizleşmesinin önünde bir engel olarak yükselir. Talebin canlı olduğu bir genel durumda “çürük”ler de ayakta kalma olanağını bulur ve sermaye gerektiği ölçüde radikal biçimde değersizleşmesini yaşayamaz.

Oysa krizden çıkılması için kâr oranının radikal biçimde yükselmesi ihtiyacı, bunun için de sermayenin bir bölümünün değersizleşmesi koşulunun geçerliliği ortadan kalkmamıştır. Parasal bir şişkinlik sayesinde talebin canlı olması üretim sürecinin kendisinin çelişkisini ortadan kaldırmaz, sadece erteler. Değersizleşme bir ihtiyaçtır, ama parasal şişkinlik dolayısıyla gerçekleşememektedir. Talebin canlılığının öteki yüzünde ise kapitalizmin bir borç denizinde yüzmesi (devletler, şirketler, hane halkları) yatmaktadır. Finansal faaliyet üretimden kopmuştur, ama bu ilânihaye mümkün değildir. Bir gün gerçeğin saati çalacak, kâr oranının düşüklüğü dolayısıyla parasal şişkinliğin yarattığı dinamikler ölçeğinde büyüyemeyen üretim finansal genişlemeyi havada asılı bırakacaktır. İşte bugün patlak veren finansal kriz bunun ürünüdür. Finans dünyasında kurulmuş olan iskambilden şatolar yıkılmaktadır. Para sermaye ile üretim sermayesinin birliği şiddetli biçimde yeniden kurulmaktadır.

Bunun anlamı şudur: Yaşanan finans krizi, aslında üretim alanındaki daha temel bir krizin somut ifadesidir ve onu daha da derinleştirmektedir. Bu finans krizini izleyecek depresyon ve muhtemel büyük savaşlar krizin tetiklediği değersizleşme eğiliminin gerçekleşmesini sağlayacak ortamlar olacaktır. Krizin kapitalist temellerde aşılması aynı zamanda işçi sınıfının da yenilgisinin sağlanmasını gerektirir. Veya kapitalizmin bu büyük başarısızlığı karşısında, kendisine artık yaşamı için gereken asgari koşulları dahi sağlayamamasına tepki olarak işçi sınıfı ayaklanacak ve kapitalizme son verecektir. Her şey mücadeleye bağlıdır.

5) Sermayenin hayalleri değil, hayali sermaye

Bugün yaşanan finansal krizin ardında üretim alanından doğan bir krizin yattığını neredeyse yalnızca Marksistler söylüyor. Ama bunun da ötesinde, finansal krizin kendisinin doğasının kavranması bakımından da burjuvazinin teorisyenlerinin yaklaşımı ile Marksistlerinki bütünüyle farklıdır.

Burjuvazinin sözcülerine göre, bugünkü finansal kriz “yatırımcıların açgözlülüğü”, “risk hesaplarının bütünüyle bir kenara bırakılması” ve “piyasaların iyi yönetilememesi” ile açıklanabilir. Olan bitende kapitalist üretim tarzının bir suçu yoktur. Suç, olanaklı sistemlerin en iyisi olan kapitalizmi rayından çıkaran açgözlü yatırımcıların ve onları doğru dürüst denetleyemeyen devletlerindir. Bu gülünç açıklamaları yapanlar, birincisi, daha düne kadar kendilerinin devletin müdahalesine karşı yüksek fikirlerini her fırsatta küstahça ifade ettiklerini unutuyorlar. İkincisi ve daha önemlisi şudur: Bir olgu iki yüz yıl boyunca sürekli ve düzenli olarak tekrarlanırsa, burada “hata”lardan ya da “sapmalar”dan söz edilebilir mi?

Marx’ın “hayali sermaye” kavramı bize genel olarak finans krizlerinin, özel olarak da bugün yaşamakta olduğumuz krizin anahtarını sağlar. (Bu kavramın mükemmel bir açıklaması Nail Satlıgan’ın, yukarıda söz ettiğimiz Dünya Kapitalizminin Bunalımı başlıklı kitapta yer alan “Günümüz kapitalizminin pamuk ipliği: Hayali sermaye spekülasyonu” başlıklı yazısında bulunabilir. Biz burada en özet açıklama ile yetinmek zorundayız.) 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan hisseli (anonim) şirketlerle ve bunların hisselerinin borsada satılmaya başlamasıyla birlikte, kapitalizmin mantığının ürünü kategorilerden biri olan hayali sermaye dev bir önem kazanmıştır. Bu şirketlerin hisseleri ve tahvilleri ve (bunların yanı sıra devlet tahvilleri, yani bir bütün olarak menkul kıymetler), ilk ortaya çıktıklarında üretim ve dolaşım alanındaki şirketlerin gerçek sermayesini (veya devletin varlıklarını) temsil ederler. Ancak menkul kıymetlerin kendileri birer meta haline geldiğinde, yani borsada alım satıma konu olmaya başladığında, bunların kendi değerleri (fiyatları) oluşmaya başlar. Bu da bunların değerlerini şirketlerin sermayesinin gerçek değerlerinden bağımsızlaştırır ve ikinci bir değerler dünyası kurar. İşte bu kategori, hayali sermaye adını alır.

Bir kez bu bağımsızlaşma gerçekleştikten sonra, hayali sermayenin üretim alanından koparak kendi mantığını yaratması kaçınılmazdır. Çünkü borsa neticede bir kumarhane gibidir. Burada amaç sadece bir şirketin hisselerini ya da tahvillerini alıp ebediyen beklemek değildir. Birçok “yatırımcı” için amaç yükseleceği tahmin edilen bir dizi hisseye yatırım yapmak, sonra bunlardan zamanında çıkmak ve kâr etmek, sonra başka hisselere dönmek, onlarla aynı şeyi yapmak vb. vb.’dir. Yani spekülasyondur. “Türev” denen piyasalar hayali sermayenin alanını daha da genişletir. Artık sadece şirketlerin değeri üzerinde değil, ulusal borsaların ve ekonomilerin birbirine göre yükseliş farkları ve gelecek üzerine de spekülasyon yapılabilmektedir. Böylece varolan nesnel yapı üretim alanından bütünüyle bağımsızlaşmış, kendi delice büyüyebilecek kumar mantığını kazanmış olur. Aynen kumarda kazananın masadan kalkamaması gibi, sermayenin sınırsız kâr iştahı yüzünden “yatırımcı”ların çoğu çöküş yaşanana kadar spekülasyona devam ederler. İşte “açgözlülük” denen budur. Ama bu spekülasyonun doğasında vardır. Hayali sermaye kendi içinde spekülasyonu barındırdığına göre, bütün her şey kapitalizmin işleyiş mantığı ile ilgilidir.

Sonuç ortadadır: Marx hayali sermaye kategorisiyle parasal (finansal) krizlerin nasıl kapitalizmin yapılarında içkin olduğunu ortaya koymuştur.

6) Bugün yaşanan kriz kapitalizmin tarihsel gerilemesinin ve insanlığın önünde bir engel haline gelmesinin ifadesidir.

Marx için krizler aynı zamanda kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin daha ileriye doğru gelişmesinin önünde bir engel haline gelmesinin ifadesidir. Kapitalizm kendi gelişmesi içinde üretici güçleri toplumsallaştırır; buna karşılık kapitalist üretim tarzının kendisi mülkedinme açısından bütünüyle özel mülkiyet üzerinde yükselmektedir. Toplumsal üretim ile özel mülkedinme giderek çelişkiye girer. Bu, kendini, çoğu zaman zannedildiği gibi, üretici güçlerin kapitalizm altında gelişmesinin mutlak bir olanaksızlığı biçiminde değil, varolan üretici güçlerin dönemsel olarak tahribinde bulur. Marx (ve Engels), Komünist Manifesto’da ekonomik krizlerin kapitalizmin gelişmesi içinde “her seferinde burjuva toplumunun varoluşunu daha da korkutucu biçimde tehdit” ettiğini belirtir. Bu önerme tarihsel olarak bütünüyle doğrulanmıştır. 19. yüzyılda on yılda bir ortaya çıkan dönemsel krizler, yüzyılın sonundan itibaren daha uzun bir döneme yayılmaya başlamıştır. 1872–96 arasındaki ilk Büyük Depresyon’u, onu fersah fersah geride bırakan 1929–45 Büyük Depresyonu izlemiştir. Şimdi burjuvazinin sözcüleri bile içine girdiğimiz mali çöküş ve kriz döneminin 1929’u dahi aratabileceğini söylemeye başladılar. Bu yeni kriz kapitalizmin hâlâ canlı kanlı gelişmesini sürdüren sağlıklı bir sistem olduğunu söyleyenleri yanlışlamış, Lenin, Luxemburg ve Trotskiy başta, kapitalizmin emperyalizm çağında bir gerileme dönemine girmiş olduğunu iddia eden Marksistleri bütünüyle doğrulamıştır.

Burjuvazi içinde “Marx haklı mıydı?” diyenlerin işin buraya kadar ulaşacağını hayal bile etmediklerine eminiz. Ama biz Marksistler olarak temel öngörüleri bütünüyle doğrulanmış olan Marx’ın izinde rahatlıkla şöyle diyebiliriz: Bu devasa kriz kapitalizmin ölüm çanlarının yeniden duyulacağı bir dönemi açıyor!

Bu yazı 29 Ekim 2008 tarihinde www.mavidefter.org sitesine yayınlanmıştır.