Kapitalizmin büyük krizine karşı sınıf politikası (İşçi Mücadelesi gazetesi #36 - 20-10-2008)

Finans kapitalistleri devlet ne kadar kan verirse versin ayağa kalkamıyor. ABD, krizin başladığı 2007 Temmuzundan bu yana piyasalara yüz milyarlarca dolar şırınga etti. En azından üç büyük kuruluşu (Fannie Mae, Freddie Mac, AIG) devletleştirdi. En son bütün kapitalist dünyanın nefesini tutarak izlediği bir pazarlığın sonunda 700 milyar dolarlık bir paketi Kongre'den geçirdi. Britanya en az iki bankayı (Norhtern Rock, Bradford & Bingley) devletleştirdi. Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa, Almanya her biri banka devletleştirmelerine gitti. Bütün ülkeler paniği önlemek için banka mevduat sigortasının üst sınırını ciddi biçimde yükseltti. Bütün merkez bankaları parayı ucuzlatmak için faiz oranını düşürdü. Olmuyor, yine olmuyor! Kapitalizm önlenemez bir düşüş içinde bir mali çöküşe doğru ilerliyor!

Bu olan bitenler, her şeyden önce, kapitalizme gürbüz, sağlıklı, yıkılmaz bir sistem olarak bakanların yüzünü kızartmalı! 1989-91 aralığında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da sosyalist inşa deneyimleri büyük bir gürültü ile yıkılınca, sadece kapitalizmin ideologları değil, sol, hatta sosyalist akımlar arasında birçoğu bile kapitalizmin uzun bir dönem boyunca dünyaya hakim olacağı yanılgısına kapılmışlar, "mevsimler kadar kaçınılmaz" olarak niteledikleri "küreselleşme" sürecinin önüne çıkan bütün engelleri silindir gibi ezerek gelişeceğini bin kez tekrarlamışlardı. Onlar için Marksizm ve elbette Leninizm bir yanılgıydı. Çoğu postmodern bir çağa girdiğimizi papağan gibi tekrarladı durdu. Sınıf mücadelesi sona ermişti. Emperyalizm bitmişti. Hele hele kapitalizmin krizleri! Dinozor Marksistler hayal görüyordu. Devletleştirmeyi savunmak mı? Haşa. İnsanın çağdışı olduğunun daha iyi kanıtı bulunamazdı.

Şimdi bütün bu yüksek fikirler tarihin çöplüğüne atılmayı bekliyor. Çünkü kapitalizmin tarihinde yepyeni bir dönem açılıyor. Kanama bundan sonra durdurulabilse dahi, tahribat gerçekleşmiştir. "Küreselleşme" artık can çekişme aşamasına girmiştir. Bundan sonra milliyetçilik, devlet müdahalesi, hatta devletçilik yükselişe geçecektir. Dünya 1930'lu yıllardaki gibi bir ekonomik, politik, ideolojik sarsıntı dönemine doğru hızla ilerliyor. Faşizm yeniden başını kaldıracaktır. En önemlisi, uzun bir güneş tutulmasından sonra sınıf mücadelesi sertleşecektir. Otuz yıldır burjuvazi sinsi yöntemlerle (neoliberalizm, "küreselleşme", özelleştirme, esneklik) saldırıyor. Şimdi savaş çok daha açık, çok daha zora dayalı olacaktır. Ama işçi sınıfı da koşullar nerede uygunsa orada, ne zaman uygunsa o zaman cevap verecektir. Berlin Duvarı'nın çöküşünden sonra açılan altüst oluş dönemi, karşı-devrimin ağır bastığı bir dönemdi. Bugün devrimci ve öndevrimci durumlar artık insanlığın gündemine giriyor.

Türkiye, iç sayfalarımızda açıklandığı gibi, bu krizden payını dolu dolu alacaktır. Krizin ilk politik kurbanları, sağda ve solda liberalizmin sularında kulaç atanlar olacaktır. AKP, öteki partiler 2001 krizinin ağırlığı altında çökmüşken, 2002-2007 arasında dünya ekonomisinin canlılığından nemalanmıştı. Şimdi krizle birlikte çok ciddi bir sarsıntı geçirecektir. Sol liberalizm ağır bir darbe yiyecektir. Daha düne kadar liberal görüşleri savunanlar aniden en hızlı Marksistler kesilecektir. Milliyetçiliğin bütün dünyada yükselmesine paralel olarak rüzgâr Türkiye'de de faşist hareketin ve sözde solcu "ulusalcılar"ın yelkenlerini dolduracaktır.

Ama bir başka dinamik daha doğuyor. Krizin ağırlığı altında işini yitirme tehlikesiyle, "sıfır zam" teklifleriyle, ödenemeyen kredi kartı borçlarıyla, kıdem tazminatına yöneltilecek saldırıyla, eğitimin, sağlığın ve emekliliğin yediği darbelerle boğuşmak zorunda kalacak olan işçiler ve emekçiler, en basit iş ve ekmek sorunları için bile mücadeleye girmek zorunda kalacaktır. 2007 ortalarından itibaren işçi sınıfında bir kıpırdanma başlamış, 2008 yılı içinde bu bir hareketlenmeye dönüşmüştü. Şimdi krizle birlikte bu hareketlenmeyi bir yükselişe çevirmek için sendikal hareketin sınıf mücadeleci unsurlarının güçlerini birleştirmeleri ve ileri doğru bir atılımı örgütlemeleri gerekiyor. Önümüzdeki dönem "küreselleşme"ye karşı iki farklı tepkinin, ulusalcı tepki ile sınıf tepkisinin kitlelerin sempatisi için yarışacağı bir dönem olacaktır. Sosyalizmin bu yarışta işçi sınıfını kazanması hayati önem taşıyor.

Sınıf mücadelesi temelli muhalefetin bu yarışı kazanması aynı zamanda Kürt sorununun kanayan bir yara olmaktan çıkması için de elzem. Bugün, Aktütün baskınından sonra, sınır ötesi operasyonları için tezkerenin bir yıl için yenilenmesinin eşiğinde, Kürt sorununa "askeri çözüm" diye anılan çözümsüzlükte ısrar edenler aynı zamanda demokratik hakları ayaklar altına almak için bir seferberlik yaratmaktalar. OHAL ilan etmeden OHAL uygulamak istiyorlar. Yaklaşan kriz içinde en basit kazanımları için mücadele edecek olan işçi ve emekçiler açısından demokratik hakların korunması büyük önem taşıyor. Öyleyse, işçi hareketi ve büyük emekçi kitleler Kürt sorununda siyasi bir çözüm ve demokratik haklar uğruna seferber olmalılar.

Bu seferberliğin biçimi burjuvazinin birbiriyle savaşan iki kampının dışında bir Üçüncü Cephe, bir Emek ve Özgürlük Cephesi olmalı. Yaklaşan yerel seçimler bu tür bir cepheyi oluşturmak için önemli bir fırsat. Ama zaman geçiyor, fırsat yavaş yavaş elimizden kaçıyor. İşçi ve emekçilerin saflarındaki siyasi güçler, yani esas olarak sosyalist hareket ile Kürt hareketi derhal masaya oturarak seçim programını tartışmaya başlamalı. Üçüncü Cephe ancak Kürt sorununun yanı sıra işçi ve emekçilerin sorunlarına da sahip çıkarsa başarıya ulaşabilir. Program bu anlayışla hazırlanmalıdır. Ama daha da ötede, Batıda, asgari bir işçi yoğunluğunun olduğu bütün yerleşim birimlerinde belediye başkanı adayları işçilerden veya işçi temsilcilerinden seçilmelidir. Bu adaylar işçi sınıfına "bakın bu seçim bloku sizden yanadır, Kürt halkı sizden yanadır" diyebilmenin güvencesidir. Doğuda adaylar elbette Kürt halkının temsilcilerinden olacaktır. Amaç işçi sınıfı ile Kürt halkının mücadelesini pratikte birleştirebilmektir.

Bütün bunların ötesinde dünyanın ve Türkiye'nin girdiği sınıflar arası büyük hesaplaşma ve karar döneminde, insanlığın geleceği her zamankinden daha fazla işçi sınıfının devrimci partilerinin inşasına ve bu partilerin birliğini taçlandıran bir dünya partisine bağlıdır. Devrimci İşçi Partisi'nin kan ve ateş içinde kurulacağı belli olmuştur. Öyleyse gözümüzü kırpmadan görev başına!