Cevdet’i unutmadık!

15 yıl! Muhtemelen en az 20 bin insanımızı yitirdiğimiz 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin 15. yıldönümü de geldi işte. Genç kuşaklar için artık tarih oldu. Ama o günü yaşayanlar için hayatlarının en sarsıcı, en acılı, en unutulmaz günlerinden biriydi. O gün doğal bir olayın, kapitalist ekonominin ve burjuva devletinin işleyiş mantığıyla birleşince nasıl insani bir felakete dönüştüğünü somut olarak yaşadık. O tarihten bu yana geçen 15 yıl içinde ortaya çıkan bütün yenilikler deprem riskinin de kâr kapısı kılındığını gösteriyor.  Sigorta şirketlerine komisyon kazancı yoluyla ek kâr sağlayan zorunlu deprem sigortasına şimdi de depremin bahanesiyle şehirlerin altını üstüne getirerek kentsel dönüşüm yoluyla gayrimenkul yatırım ortaklıklarına ve müteahhit sermayesine kâr sağlayacak bir düzen eklendi. Ama güvenlik bakımından hâlâ kötü durumdayız demek bile yanlış. Daha birkaç gün önce, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul’da durumun 1999’dan daha kötü olduğunu açıkladı. 1999 depremi ertesinde 30 yıl içinde geleceği öngörülen Marmara depreminde ölebilecek insan sayısını milyonla sayan uzmanlar var. Yolun yarısını gittik, ama değişen bir şey yok!

Bizim kapitalizme karşı mücadelemiz, aynı zamanda doğal afetlerin kapitalizm yüzünden sosyal felaketlere dönüşmesine karşı bir mücadele. Mesele “biz bu işleri beceremiyoruz, bakın elin adamları…” diye geçiştirilecek bir mesele de değil. Dünya lideri olmakla övünen ABD’de 2005 yılında yaşanan Katrina kasırgasında sel altında kalan New Orleans şehrinde yaşanan rezillik dillere destan. Afetin nedeninin bu bölgede yüksek olasılık taşıyan sellere karşı yapılmış olan setlerin biline biline onarılmaması olması bir yana, ABD devleti afet sırasında halkı kurtarmaktan çok isyan çıkmasını engelleme adına halkla mücadele etti. Bizim aklı evvel yöneticilerimizce model olarak kabul edilen ABD federal arama ve kurtarma kurumu FEMA’nın sefil bir performans sergilediği resmen tescil edildi vb. vb. Bütün bunların sonucunda cazıyla ünlü olan tarihi New Orleans kentinin yüzde 80’i su altında kalıyor, 2.000’e yakın insan ölüyor, 15 milyon insan ekonomik sarsıntı yaşıyor, 81 milyar dolar olarak hesaplanan bir hasar yaşanıyordu. Hatırlatalım, selin nedeni setlerin onarılmaması idi, yani bütünüyle insani bir karar. Kapitalizm çağında “doğal afet” adının arkasına gizlenmeye çalışılan şey, sermaye birikiminin bolluk içinde kıtlık mantığının aldığı en ileri biçimlerden biridir.

17 Ağustos depremi, yaşandığı bölge Türkiye sanayisinin kalbi olduğu için bütünüyle bir işçi sınıfı trajedisi idi. Biz de işçi sınıfından gelen bir yoldaşımızı, Cevdet Tosun’u ve onun sempatizanımız olan bütün ailesinin neredeyse tamamını yitirdik. Aşağıda bu yoldaşımız hakkında depremin 10. yılında yazılmış bir yazıyı yeniden yayınlıyoruz. Ama sadece Cevdet'i değil, yitirdiğimiz bütün canları unutmadık, hatırlıyoruz.

 

 

Enkaz kaldırılıp yatak odasına ulaşıldığında, Cevdet’i kendisinden birkaç yaş küçük erkek kardeşinin üzerine kapanmış halde buldular. Yerin altından gelen o korkunç homurtunun, insana gök kubbe çöküyormuş gibi gelen o müthiş sarsıntının içinde, Cevdet kendisinden biraz daha genç olan, o yüzden başına bir şeyin gelmesi kendisine daha büyük bir felâket gibi görünen kardeşi yaralanmasın, ölmesin diye üzerine kapanmıştı. Ama ne çare! 17 Ağustos depremi Kocaeli'nin bütün işçi aileleri gibi onu ve ailesini de, dikey mezarlık gibi inşa edilmiş, depremin gazabı karşısında iskambil kâğıdından yapılmış bir yapı gibi çöken bir işçi konutunda yakalamıştı bir kere! Cevdet sadece hayatını yitirmemişti. Küçük kardeşini de ölümden koruyamamıştı!

İşte size devrimci Marksist militanın portresi! Yirmili yaşlarında, deneyimi kısa hayatıyla sınırlı bir insan, o en cesurları bile tir tir titretecek dehşet anında, kendinden daha zayıfa, kendinden daha narine sahip çıkıyor. Yalnızca kendi hayatını değil, neredeyse daha da önemlisi, onun hayatını korumaya çalışıyor. O incecik, tığ gibi, neredeyse kırılgan bedenini kardeşine siper ediyor.

17 Ağustos depremi, Cevdet'i Gölcük'te, "baba evi"nde yakaladı. Babası Ali Tosun, kendine has şirin söyleyişiyle "Mış Varto" kökenli bir sanayi işçisiydi. Efendiydi, ağır başlıydı, akılllı mı akıllıydı. Eşi, Cevdet'in annesi Kadriye Hanım'la birlikte nasıl konukseverdiler, her ikisi de biraz mahcup, biraz çekingen, bizi nasıl güzel ağırlarlardı. Babası solcuydu, ama bir aileyi geçindirme sorumluluğu, yaşı ilerlemiş birçok mücadeleci işçi gibi onu da zaman zaman tutuculaştırıyordu. En tutucu yanı, bir aşamaya kadar bütün Alevi Kürtlerde var olan, Kürt mücadelesinin haklılığı konusundaki kuşkularıydı. Aramız çok iyiydi, ama 1995 genel seçimlerinde işçi sınıfının kalesi Kocaeli'nde emek ve özgürlük mücadelelerini birleştirme çabasıyla HADEP'in listesinden aday olduğumuzda, "neden onlarla?" sorusu hep aklına takılı kaldı. Cevdet’in babasının hayatı, ailesini korumak için yer yer sınıf mücadelesinden uzak duran birçok işçinin yaşadığı yanılsamanın bir özeti gibi oldu. O, kapitalizmle mücadele etmeden ailesini ayakta tutmaya çalıştı. Oysa kapitalizm onu ekmek parası peşinde Türkiye'nin en riskli deprem bölgelerinden birine, sanayi sermayesi için kârlı üretim olanakları vaad ettiği için deprem riskine rağmen seçilmiş Kocaeli'ne savurmuştu. Gölcük kentine yerleştiğinde, düzenli, sendikalı ve sağlam bir iş bulduğunda, "işte ailemin geleceğini güvenceye aldım" diye düşünmüş olmalıydı. Oysa gelecek ona nasıl bir oyun hazırlıyordu! Kapitalizm onu 17 Ağustos depreminin merkezine yerleştirmişti. 16 Ağustos 1999'u 17 Ağustos 1999'a bağlayan gece, kapitalizmin bir toplumsal felâkete dönüştürdüğü doğal afet, kendisinin ve ailesinin üzerine bütün hışmıyla indi. Yıllarca sakınmaya çalıştığı aile, küçük kızları hariç, bitmişti! Kendisi, eşi ve gözü gibi sakındığı iki oğlu hayatlarını yitirmişti! O ev, o "ailenin güvenli limanı", beş kişilik aileden dördüne mezar olmuştu.

Cevdet, babasının bütün efendiliğini almıştı, ama genç yaşında onun yolunun yol olmadığını kavramıştı. Varto'dan kopup Gölcük'te geleceğini arayan bu ailenin büyük oğlu olarak tam bir proleter kültürüyle yetişmiş, daha sonra anasının ve babasının büyük fedakârlığıyla İzmir'de üniversiteye gitmişti. Devrimci Marksizm ile orada tanıştı. Yıllar boyunca, bugünkü Devrimci İşçi Partisi Girişimi'nin tarihsel kökeni olan, programatik ve örgütsel mirasını onurla taşıdığımız Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm'in bir militanı olarak çalıştı. İzmir'in varoşlarında yoksulluk içinde yaşayan Vartolu akraba ve hemşehrilerinden hiç kopmadı. Üniversite mezunu olunca, içinden çıktığı yumurtayı küçümseyen civciv gibi davranmadı. Hep işçi sınıfı bilinciyle yaşadı, hep alçakgönüllü oldu.

İşçi sınıfını sömüren ve geleceksizliğe mahkûm eden kapitalizme karşı militan mücadeleye adanmış olan bu genç insan, yoldaşlarına, arkadaşlarına, neredeyse bütün hemcinslerine karşı sevgi doluydu. Daha ötesini söylemek gerekiyor: İnsan bazen Cevdet 'in sevgiden patlamak üzere olduğunu hissederdi. Bu, bedeninin hareketlerine de yansıyordu. Cevdet insanla konuşmak istediğinde, kelimenin tam anlamıyla "burnunun dibine" girerdi. O sevimli, üzerine hep hınzır bir gülücük sinmiş yüzü, ta yakınınızda hissederdiniz. En ciddi, hatta en ağır anlarda, Cevdet 'in bir şaka hazırlıyor olduğunu duyumsardınız. Oysa hayat ona ne şaka hazırlıyormuş!

Üniversiteden mezun olduğunda, bir televizyon kanalında kameraman olarak iş bulmuştu. İşçi ailesinin çocuğu olarak üniversite okumanın zorluklarını herkes bilmez. Cevdet de zaman zaman kendi başına, zaman zaman İzmirli devrimci Marksist militan yoldaşlarıyla birlikte sefaletten payını almıştı. O yüzden modern bir sektörde, üstelik kendisinin eğitim görmüş olduğu alanda bir iş bulmuş olmak onu çok sevindirmişti. Onun işe girmesinden sonra ilk İzmir'e gidişimde, bütün yoldaşlara dönüp, "öğleyin toplantı arasında ilk maaşımla Sungur'u yemeğe götüreceğim" demişti. O yemeğin hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biri olduğunu eklememe gerek var mı?

Cevdet, kardeşi Barış'ı da devrimci Marksist fikirlere kazanmıştı. Ama Barış, içindeki ateşi grev saflarında, yürüyüşlerde, meydanlarda büyük kitlelerle birlikte haykırılan sloganlarla değil, sazının eşliğinde yükselen sesinin cüretiyle ifade etmeyi seven sanatçı ruhlu bir gençti. Arkadaşlarıyla birlikte kurmuş olduğu toplulukla, gerek Kocaeli'nde, gerek İstanbul'da devrimci Marksistlerin nice toplantısına ruh kattı, coşku kattı, yeri geldi ezilenlerin yazgısının hüznüyle sınıf kinimizi biledi. İstanbul'da konservatuarın Türk musikisi bölümünde okumak istiyordu. Yıllarca bunu arzuladı. Ama bizim de karınca kararınca verdiğimiz desteğe rağmen bu dileği gerçekleşmedi. Bir işçi ailesinin çocuğu olarak, kendisi gibi yetenekli olan, ama kendisinden farklı olarak burjuva ve orta sınıf ailelerden gelen gençlerin eğitim koşullarıyla yarışması mümkün değildi çünkü. Onu da çok sevdiği Anadolu türkülerinin yanık hüznüyle ve devrimci marşların içi başka bir gelecekle dolu hıncıyla anıyoruz.

Ölüm Cevdet 'i bir depremde yakaladı. Oysa önünde daha ne mücadeleler vardı! Devrimci İşçi Partisi'nin İzmir teşkilâtını ve belki de Kocaeli teşkilâtını kurmakta ne kadar önemli görevler alacaktı. Bugün Devrimci İşçi Partisi Girişimi 1 Mayıslarda meydanlara görkemli bir kalabalık ile çıkıyorsa, bunda sonraki kuşaklar kadar, o kuşakların çalışma ortamını sağlayan Cevdet 'in ve onun dönem yoldaşlarının da emeği vardır.

Ölüm Cevdet 'i bir depremde yakaladı. Böyle zamansız ölecek idiyse eğer, ona devrimin barikatlarında ölüm yakışırdı.