Barzani, efendi değiştiriyor

Temmuz sonundan bu yana Türkiye Kürt sorunuyla çalkalanıp duruyor. “Açılım”ın başladığı 2009 yılından bu yana her türlü ikiyüzlülükle Kürt halkını kazanmaya çalışmış olan AKP, bugün hükümetin izlediği politikayla Kürtleri belki de geçmişte yaşamadıkları kadar ağır bir saldırı ile karşı karşıya bırakmış durumda. İşin bu askeri yönü çok önemli. Ama mesele ondan ibaret değil. Ortadoğu’nun, özellikle de Irak ve Suriye’nin yaşadığı vahim çözülme ortamında Tayyip Erdoğan bloku ve AKP hükümeti, hem Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarına ilişkin, hem de Türkiye’deki Kürt hareketine ilişkin çok önemli siyasi ataklar yapıyor. Bu aslında 2011’de başlamış ve 2013’te derinleştirilmiş bir politikanın bugün daha da ileri taşınması demek. Merkezinde de Mesud Barzani var.

Türkiye’nin Barzani ile ilişkisinin evrimi

Kürt savaşı 1984’te başladıktan sonra Türkiye’nin Barzani, partisi PDK ve peşmergeleri ile ilişkisi başlangıçta çelişkiler de içeren bir ittifak ilişkisi oldu. Bu, 1990’lı yıllarda Barzani’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında PKK’ye karşı savaşmasına (kardeş kavgası anlamında “bırakuji”) kadar vardı. Ama Federal Irak devletinin içinde bir Kürdistan Bölgesel Yönetimi doğduğu andan itibaren durum değişti. 2003-2011 arasında Türkiye devletini yöneten blok geçmişten gelen Kürt fobisinin de etkisiyle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni bir tehdit olarak görürken, 2011’den itibaren durum değişti. (Bunun ilk hazırlıkları 2007’de Beyaz Saray’daki Bush-Erdoğan görüşmesinde başlatılmıştı.) ABD Irak’tan askerini çekerken Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin güvenliğini Türkiye’nin himayesine bıraktı. Çevresi düşmanlarla sarılmış bir Mesud Barzani buna dört elle sarıldı. Kendi iç dengeleri değişmiş olan Türkiye ise yepyeni bir projenin peşine düştü: Kürdistan’ın Lozan’da Türkiye toprakları içinde yer alan Kuzey’inden sonra bir de Güney Kürdistan’ı sömürgeleştirmek. Başlangıçta Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Musul ve Irak’ın iki büyük petrol merkezinden biri olan Kerkük, Türkiye burjuvazisinin iştahını kabartıyordu. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yeniden inşasında ve ekonomik gelişmesinde hızla ilk güç haline gelen Türkiye burjuvazisine Tayyip Erdoğan bölgenin “Türk lirası alanı”na dâhil edileceği vaadiyle ses veriyordu. (Bu gelişmelerin daha ayrıntılı bir analizi için bkz. http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/tozun-dumanin-arasindan-gorulebilen-3-barzani-ne-ise-yarar.)

2011’den bugüne kadar yaşanan gelişmelerde kilometre taşı 2012 ortasında Rojava’nın tarih sahnesine çıkışıydı. Rojava Türkiye’nin Kürt hareketinin çizgisinin Türkiye dışında bir siyasi birimde iktidara yükselmesi anlamına geldiği ölçüde, iki müttefiki, Erdoğan Türkiyesi ile Barzani Kürdistanını fena halde rahatsız ediyordu. 2012, 2013 ve 2014’te, ABD’nin de teşvikiyle, Rojava’nın Barzani’nin himayesine alınması için üç girişim yapıldı, üçü de başarısız kaldı. (Ayrıntılar için bkz. http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/rojavayi-cozmek-icin-ucuncu-tur.) Rojava hâlâ AKP Türkiyesi ve Barzani için büyük bir tehdit olarak ayakta.

2011 sonrasındaki ikinci önemli gelişme ise Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Barzani’yi Türkiye siyasi hayatı içinde bir güç haline getirerek Kürt hareketine bir seçenek oluşturma çabası oldu. Bu çabanın sembolik anı, Kasım 2013’te Barzani’nin Tayyip Erdoğan’ın davetiyle, yanına Kürtlerin efsanevi müzisyeni Şivan’ı da alarak Diyarbakır’a gelişiydi. Şayet Tayyip Erdoğan bu büyük şov esnasında esas amacını ağzından kaçırmış olmasaydı, bu gayet başarılı bir “halkla ilişkiler” operasyonu olarak tarihe geçecek bir girişim olurdu. Ama Erdoğan “tek parti ile barış olmaz” diyerek, şovun esas amacının, Türkiye’nin Kürt hareketi karşısında güçlü bir rakibe destek vermek olduğunu itiraf etti! Üstelik bu rakibin gelişmesinin bir de ekonomik temeli oluşmuştu: Irak Kürdistanı’na yapılan yatırımlar Kürt burjuvazisinin de iştahını kabartıyordu. Kürt burjuvazisi yapılan işlerin hepsinin Türk burjuvazisine ihale edilmesinden, Kürde sadece “sıvacılık, boyacılık” işlerinin kalmasından şikâyetçiydi. Barzani Türkiye’nin Kürt burjuvazisini örgütleyerek pastadan pay almasını sağlayabilirdi. Bir bakıma Erdoğan Kürt burjuvazisine “işte size pastadan pay almanızı sağlayacak lideri getirdim” diyordu. Böylece yeni bir dönem açılmıştı: Kürdistan ölçeğinde sınıf mücadelelerinde burjuvazinin önderliğine adaylığını Barzani koymuşken, Türkiye’nin Kürt hareketine ve Rojava’da PYD’ye işçileri, köylüleri, emekçileri bu yeni yükselen güce karşı örgütleme görevi düşüyordu. (Bkz. http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/kurdistan-olceginde-sinif-mucadeleleri.)

Rojava’nın Barzani’nin himayesine verilmesi başarılamadı. Türkiye’de Kürt hareketine rakip olacak güçte bir Barzanici hareket oluşturulması umudu hüsrana uğradı. Tayyip Erdoğan’ın Gezi ile başlayan halk isyanında siyasi konumunda yaşadığı büyük sarsıntı, sonunda 7 Haziran seçimlerinde ifadesini buldu. Erdoğan bloku Kürt hareketini Barzani ile zayıflatamadığını görmüştü; hızla savaşı yükseltti. İşte günümüze böyle geldik. Erdoğan ile Barzani’nin son günlerdeki yeni atağı bu yeni somut koşullar içinde anlaşılmalıdır.

Türkiye’ye Güney Kürdistan’da askeri üs

Barzani, başında bulunduğu siyasi birimin ekonomisini bütünüyle Türkiye’ye teslim etmiş bulunuyor. Siyasi olarak da onun yardımına koşacağını Diyarbakır’da ilan etmiş oluyor. Uluslararası politikada da AKP’nin oyununun oynadığının en belirgin örneği ise IŞİD petrolünün Türkiye’den pazarlanmasında üstlendiği roldür. IŞİD’in petrolünün en azından bir bölümünü Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin topraklarına ihraç ettiği, petrolün burada kara para aklama işlemi gibi Kürdistan Bölgesel Yönetimi petrolü haline getirilip uluslararası hukuk açısından meşrulaştırıldığı ve Türkiye’ye ondan sonra sevk edildiği, Türkiye’de gazetecilerden Rusya Savunma Bakanlığı’na kadar çok çeşitli kaynaklar tarafından ortaya konulmuştur.

Bu alanlardaki derin işbirliğine şimdi çok önemli bir unsur ekleniyor: Kürdistan Bölgesel Yönetimi toprakları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanımına açılıyor. Türkiye’nin Başika’da oluşturmaya çalışırken yüzüne gözüne bulaştırdığı üs tam tamına budur. DAİŞ’in (IŞİD’in) 2014 ortasında Musul’u zapt etmesinden sonra peşmergenin ve “ılımlı Sünni Arap gönüllüler”in eğitilmesi amacıyla burada kurulmuş olan bir kampı, Türkiye geçtiğimiz haftalarda zırhlı birliklerin de yer aldığı, mevcudu 1.000 kadar askere yükselecek bir üs haline getirmeye girişmiştir. Ama hem Erdoğan’ın hem de Davutoğlu’nun çıkışlarına ve DAİŞ’in buraya füze attığı yolunda yayılan haberlere rağmen, Türkiye geri adım atmak zorunda kalmıştır. Bu ricat politikasının ortaya çıkış tarzı da çok anlamlıdır. Irak hükümeti önce sesini yükselttiği, daha sonra da meseleyi Birleşmiş Milletler’e götürdüğü halde direnen Türkiye hükümeti, ABD yükselen perdeden konuştukça (önce sözcüler, sonra Başkan Yardımcısı Joseph Biden, en son Başkan Barack Obama) tası tarağı toplayıp geri çekilmek zorunda kalmıştır. Tayyip Erdoğan blokunun ve AKP’nin Amerikan emperyalizmine ne kadar tâbi olduğunun bir yeni göstergesi!

Başika olayı şimdiye kadar daha ziyade Ortadoğu’nun genel uluslararası politikası çerçevesinde ele alınmıştır. Bu açıdan ele alınması da gayet doğrudur. Türkiye, Rusya’nın ve İran’ın Suriye rejimini de destekleyerek üst üste elde ettiği mevzilere bir karşılık vermek üzere Irak’ın çok hassas bir bölgesinde, Musul’a çok yakın bir yerde bir zırhlı birlik kurmak istemiştir. Bu da Irak hükümeti ile çelişki içine girmesiyle sonuçlanmıştır. Irak hükümeti kendi başına zayıftır elbette. Türkiye ile başa çıkamaz. Ama arkasında İran vardır! Ve bu olayda Rusya! ABD de kendisini savunmayınca AKP hükümeti yelkenleri suya indirmiştir.

Bu bakış açısı gereklidir ama yeterli değildir. Türkiye bu atağıyla aynı zamanda Güney Kürdistan’ı sömürgeleştirme politikasında bir sıçrama yapmaya yeltenmiştir. Bir kere Bölgesel Kürdistan Yönetimi topraklarında bir askeri üs kurarak bu siyasi birimi rehine haline getirme yoluna girmiş oluyor. Güney Kürdistan’da Türkiye karşıtı bazı güçler varsa (ki vardır) onlara silah göstermiş oluyor. Ama bunun da ötesinde üs için seçilen yer anlamlıdır: Musul’un tepesine asker dikmek istemiştir Türkiye. Yukarıda AKP hükümetinin Güney Kürdistan üzerinde kurmaya yöneldiği hegemonya politikası çerçevesinde aslında Misak-ı Milli sınırlarına dâhil olan Musul’un da geri kazanılmasının hedeflendiğini söylemiştik. Başika üssü, şayet başarılı biçimde kurulabilseydi bir kriz anında, özellikle de savaş ağası Bekir el Bağdadi’nin sözde İslam Devleti çökerse, Türkiye’nin Musul’u kendi fiili hâkimiyetine alması için ideal bir sıçrama tahtası olurdu. Bu fiili (uluslararası hukuk diliyle de facto) hâkimiyetten de jure (hukuki) hâkimiyete geçilip geçilemeyeceği güç dengelerine bağlı olurdu. Ama Türkiye bu yönde büyük bir atılım yapmış olurdu.

İşte son iki hafta içinde yaşanan Başika olayı bu kadar önemli bir olaydır. Barzani Türkiye’ye Güney Kürdistan üzerinde bir hâkimiyet vaat etmekle kalmıyor, bir de Musul’a hâkim olması için destek oluyor! Şimdi Başika’daki askerin nereye çekileceği bu yazı yazılırken henüz belli değildi. Bir söylenti, birliklerin Türkiye topraklarına geri getirileceği idi. Bir başka söylenti ise Erbil’e ya da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bir başka bölgesine kaydırılacağı. İkincisi gerçekleşirse, Başika’nın ikili amacından biri gerçekleşmiş olacaktır: Güney Kürdistan üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vesayeti. Durumun henüz açıklığa kavuşmaması muhtemelen yine pazarlıkların sürüyor olmasıyla ilgilidir.

Bir Barzani kozu olarak Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı

Suriye’de yaşananlar, özel olarak da Rojava’nın tarih sahnesine çıkışı hem Erdoğan ve Davutoğlu, hem de Barzani için bir yenilgi oldu. Biz bu yüzden Erdoğan-AKP-Barzani ittifakına “mağluplar kulübü” adını uygun görmüştük. Şimdi Başika olayı ile bir başka mağlubiyet eklenmiş oldu bu diziye. Belki bu yenilgiye cevaben, belki Kürdistan Bölgesel Yönetimi halkı üzerindeki prestijinin her geçen gün daha fazla gerilemesine karşı ileri doğru bir kaçış olarak, Barzani son günlerde Güney Kürdistan’ın bağımsızlık ilanını yeniden gündeme getirdi. Bu bağımsızlık meselesi hem Barzani’nin aslında emperyalizme ve müttefiklerine boyun eğmişliğini gizlemek, hem de bir tehdit unsuru olarak oynamak amacıyla sık sık gündeme getiriliyor, sonra hızla geri çekiliyor. Bu da Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını güçlendirmektense bu çok önemli konuyu, yani Ortadoğu’da bir bağımsız Kürdistan fikrini yıpratıyor, aşındırıyor, itibarsızlaştırıyor. Bu sefer de böyle olabilir. Barzani sırf içeride ve dışarıda itibarını yeniden kazanmak amacıyla bir güç gösterisi yapmak istiyor olabilir. Ama işin bir de yapısal yanı vardır ki onu tartışmanın zamanı geldi.

Barzani’nin bağımsızlık peşine düşmesi, bugünkü koşullar devam ettiği sürece bir bağımsız Kürdistan anlamına gelmez. Güney Kürdistan’ın Barzani yönetiminde Irak’tan kopması bugün eski hâkim ulus olan Irak Arap devletinin yerine Türkiye devletinin hâkimiyeti altına girmesi anlamına gelir. Irak’ın kuzeyinde ilan edilecek bir Kürt devleti Türkiye himayesinde bir vassal devlet olacaktır. Bağımsızlığı kurmaca bir devlet olacaktır. Ekonomisiyle, politikasıyla, diplomasisiyle ve askeri yönelişiyle Türkiye’nin bir yarı-sömürgesi olarak doğacaktır.

Buna rağmen böyle bir devletin ilan edilmesi, modern tarihte (İkinci Dünya Savaşı sonunda gün yüzünü gören talihsiz geçici Mahabad Cumhuriyeti bir yana bırakılacak olursa) Kürtlerin ilk kez kendi devletlerine kavuşması olarak görüneceğinden, Barzani’ye Kürtler nezdinde önemli bir itibar kazandıracaktır. Bu yüzden Erdoğan blokunun ve AKP’nin böyle bir projeyi ısrarla işliyor olması ihtimali büyüktür. Bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır: Hem Güney Kürdistan, Kerkük petrolüyle birlikte Türkiye’nin hegemonyasına girmiş olacaktır; hem de Türkiye’nin Kürt hareketinden de, Rojava’dan da Barzani’ye doğru müthiş bir destek akacaktır. Barzani’nin son ziyaretinde hem Erdoğan’la hem de Davutoğlu ile görüşmesinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bayrağının Türk bayrağının yanına yerleştirilmiş olması, sembolik ağırlığı olan bir jesttir.

Bağımsızlık, bugünkü koşullar çerçevesinde mümkün değildir. Irak’ın kuzeyinin böyle bir bağımsız Kürdistan’a dönüşmesini ne Irak hükümeti, ne onun baş destekçisi İran, ne de Irak’ı İran’a bütünüyle kaybetmeyi göze alamayan ABD kabul eder. Uluslararası güç dengeleri bugün Barzani’nin bağımsız bir devlet kurması için uygun değildir. Ne var ki Ortadoğu tam anlamıyla bir gayya kuyusudur bugün. Savaşın yarın ne mecraya gireceği belli değildir. Böyle dönemlerde koşullar hızla değişebilir, hatta tersine dönebilir. Dolayısıyla, bırakın uzak geleceği, yakın bir tarihte bile böyle bir girişim gündeme gelebilir.

Barzani’nin raf ömrü doldu!

Uluslararası koşulların bu oynaklığı bağlamında gözümüzü Güney Kürdistan’ın iç güç dengelerine de çevirmek gerekir. Barzani, bir zamanlar kendi ülkesinde tartışılmaz üstünlüğü olan bir liderdi. Ona rakip olabilecek bir tek Talabani ve hareketi Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) vardı. 2003’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi kurulurken Talabani Irak Cumhurbaşkanı seçilince Barzani bir süre boyunca tek başına kendi bölgesinin hâkimi konumuna kavuştu. Ama kurulan devlet, petrol gelirine bağlı rantiye bir yarı-feodal burjuvazinin hâkimiyetini güvence altına alan kastlaşmış ve yozlaşmış bir devlet karakteri kazandıkça huzursuzluk arttı. PDK ve YNK’nın yanında üçüncü bir siyasi güç belirdi: Goran. Ülkedeki yolsuzluk ve gelir bölüşümdeki adaletsizliğin yanı sıra giderek Barzani’nin dış politikası da sorgulanmaya başladı. Bu, 2014’te DAİŞ’in Kobani’ye (Kobanê) saldırısı sırasında doruğuna yükseldi. Gerçek sitesinde daha önce yayınlanmış bir yazıdan uzunca bir alıntıyla izleyelim:

“11 Ekim’de [2014] Kürdistan’ın değişik parçalarından hareketlerin Avrupa temsilcilikleri bir araya gelerek bir bildiri yayınladı. Bildirinin talepleri son derecede düzen içi, Barzani ve PDK’ye son derecede uygun. Taleplerin başında emperyalist koalisyonun Kobani’yi bombalama yoluyla koruması var. Onun dışında ise Kobani’nin bir insani kriz karşısında savunulması, Şengal’in ve diğer azınlıkları korunması gibi maddeler.

Bu bildirinin altında Türkiye’nin Kürt özgürlük hareketinin yurtdışında inşa ettiği Kürdistan Ulusal Kongresi’nin (KNK), Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (YNK), Goran Hareketi’nin, KCK’nin ve aralarında İslamcı Kürt partileri de dâhil olmak üzere dört parçadan bir dizi başka Kürt kurumunun imzası var (toplam sayı 20). Ama PDK bu bildiriye imza atmaya tenezzül buyurmamış.

Çünkü bu bildiri aynı zamanda Türk hükümetinin “tampon bölge” ve “uçuşa yasak bölge” projesiyle Rojava’yı işgal etmesine güçlü biçimde karşı çıkıyor. Tabii Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne de Rojava’yı diplomatik olarak tanıması ve Kobani’ye silah ve askeri teçhizat yardımı yapması çağrısında bulunuyor.

Ertesi günü, 12 Ekim Pazar tarihinde, Neçirvan Barzani yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamayı yapmış, yemin billah “silah gönderdik” demiş! Barzanileri neyin telaşlandırdığı şimdi anlaşılıyor mu?

İşte hayatın pratiği: Kürtler bir yanda, Barzani öteki yanda! O zaman soralım: hani Barzani Kürtlerin tarihi lideri idi. Barzani gerçekten ne işe yarar? ABD’nin Ortadoğu’daki mutemet adamı olmaya mı?” http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/tozun-dumanin-arasindan-gorulebilen-3-barzani-ne-ise-yarar.

2015 yılının Eylül ayından itibaren ise Barzani yönetimi ancak “çifte kriz” olarak anılabilecek bir durumla karşı karşıya kaldı. Gerçek gazetesinde yayınlanan bir başka yazıdan izleyelim:

“Krizin bir ayağı başkanlık meselesiyle ilişkili: Barzani’nin partisi KDP (Kürdistan Demokratik Partisi) ile bir koalisyon zemininde hükümette ortak olan Goran (Değişim) hareketi arasında yoğun çelişkiler yaşanıyor. Barzani Adalet Bakanlığı’na başkanlığının uzatılması kararını aldırdıktan sonra Goran ile ilişkilerini de bozmaya yöneldi. Goran’ın hükümette beş bakanı vardı. Ayrıca meclis başkanı da Goran’dandı. Geçen hafta meclis başkanı yanındaki göstericilerle birlikte Erbil’e girmekten men edildi. İddiaya göre yanındaki göstericilerin arasında PKK militanları da vardı. Kısa bir süre sonra da Goran’ın bakanları kabineden ihraç edildi. Filli yönetim başladı mı nerede duracağı belli olmaz! KDP ayrıca başka bir meclis başkanı seçmeyi de planlıyor. (…)

Ama krizin bir başka ayağı daha var. Bu da ekonomik. Ekim başında, üç aydır maaşlarını alamayan öğretmenler eylem yapmaya başladı. Güney Kürdistan’ın bazı bölgelerinde giderek yaygınlaşan eylemler görüldü. Bunların en ciddisi Ekim başında partiler arası bir toplantıda başkanlık meselesi konuşulurken binanın göstericilerce basılmak istenmesi oldu. Olaylar sonunda beş kişi öldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Buna rağmen gösteriler devam etti. Bu gösterilerde başkanlık ve hükümet tartışmasının hangi ölçüde, ekonomik nedenlerin hangi ölçüde ağırlık taşıdığını ayırt etmek kolay değil.” (http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/barzani-ustasindan-ders-aliyor).

Yani petrol fiyatı düştükçe, bütün ekonomik varlığı petrole yaslanan birçok başka ülke gibi Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin de daha derin bir ekonomik krizle boğuşması kaçınılmazken, öte yandan Barzani’nin anayasal görev süresi dolduğu halde başta kalma ısrarı bölgeyi daha da derinleşmesi beklenebilecek bir siyasi krizle de karşı karşıya bırakıyor.

İşte Barzani’yi yenilgiye uğratmanın zamanı budur. Şayet Kürt hareketi Türkiye’deki beladan yarın başını kaldırabilecek, bir öz savunma durumundan yeniden planlanmış bir politika yapma düzenine geçebilecek hale gelirse, Barzani’den ve onunla “ulusal kongre” sevdasından mutlaka vazgeçmelidir.

Barzani Kürt halkının yenilgisini hazırlıyor. Ortadoğu için önemli bir ilerici potansiyel taşıyan Kürt özgürleşme mücadelesinin yerini emperyalizmin himayesinde, gerici AKP hükümetinin gerici “reis” projesinin hizmetinde bir gücün almasına, kullanım tarihi dolmuş Barzani ile bütün Ortadoğu’nun zehirlenmesine izin vermek cinayet olur.