Rojava’yı çözmek için üçüncü tur

ABD, Rojava’yı kontrolü altına almak için Barzani’yi üçüncü kez devreye soktu. 15 Eylül günü Erbil’de (Hewler) Obama’nın IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi’nin yardımcısı Brett McGurk ile ABD Bağdat Büyükelçisi ve askeri yetkililerini, Barzani ve PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’le bir araya getiren bir toplantı düzenlendi. Toplantı sonucunda “KDP'nin Dış İlişkiler Sorumlusu Hemin Hawrami, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin eğittiği peşmerge güçlerinin Suriye’nin kuzeyine geri dönerek, PYD ile birlikte IŞİD’e karşı savaşacağını açıkladı” (http://www.aljazeera.com.tr/haber/pyd-ve-pesmerge-rojavada-savasacak).

Bu gelişmenin anlamını kavrayabilmek için, bunun Barzani’nin kendi taraftarlarına Rojava’daki iktidar yapısında yer açma yolundaki üçüncü çabası olduğunu hatırlamak gerekiyor. Birinci tur, 9-19 Temmuz 2012 tarihleri arasında yine Erbil’de yapılan toplantılarda gerçekleşmişti. Bir yanında PYD’nin ve Tev-Dem’in, öte yanda ise Suriye’deki Barzani yanlısı parti KDP’nin ve Barzani’ye yakın güçlerin cephesi ENKS’nin oturduğu masanın başında ise arabulucu ve hami pozunda Barzani oturuyordu. “Hami pozunda” diyoruz, çünkü Rojava daha özerkliğini ilan etmiş değildi, tek başına iktidarda güç olarak Barzani üstünlük taslıyordu. On gün süren zorlu görüşmeler sonunda iki tarafın eşit katılımıyla 10 kişilik bir Kürt Yüksek Konseyi kurulacaktı. Ama Erbil anlaşması ölü doğmuştu. Rojava PYD hâkimiyetinde, Tev-Dem’in katıldığı bir yapı olarak doğacaktı.

İkinci tur ise Kobani’nin (Kobanê) DAİŞ tehdidi altına girdiği dönemde, yani Ekim 2014’te yapılan Duhok toplantısıydı. Yine dokuz gün gibi uzun bir süreye yayılan zorlu görüşmelerde, Barzani var olma savaşı vermekte olan Rojava yönetimine ve PYD’ye şantajla iki koşulu kabul ettirmeye çalıştı: kantonların lağvı ve YPG-YPJ sistemi yerine Suriye peşmergelerini, yani Barzani’nin silahlı adamlarını da kapsayan yeni bir ordu kurulması. Bu toplantının sonucunda Kobani’ye peşmergelerin ve bazı ÖSO güçlerinin girdiği, ABD uçaklarının da havadan YPG’ye Güney Kürdistan’dan (Başur) silah indirerek yardım ettiği biliniyor. Ancak bilgiler bulanık. Bu peşmergelerin YNK (Talabani) peşmergeleri olduğu, silahların da o odaktan geldiği söyleniyor, KDP tersini iddia etse de. (Bütün bu konularda Gerçek sitesinde o dönemde yayınlanmış iki yazıdan bellek tazelenebilir: http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/rojavanin-evcillestirilmesi ve ondan önce Kobani serhildanı sırasında yazılmış bir dizinin üçüncü parçası olan http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/tozun-dumanin-arasindan-gorulebilen-3-barzani-ne-ise-yarar.) Ama aradan neredeyse bir yıl geçtiği halde ne kanton sistemi lağvedildi, ne YPG peşmergelerin içinde eritildi. Bu durumda Duhok anlaşmasının bulanık olan koşulları ne olursa olsun, ikinci turun da ölü doğmuş bir anlaşmaya konu olduğu geriye bakılıp söylenebilir.

İşte şimdi ABD’nin baskısıyla üçüncü tur yapıldı. Yine peşmerge güçlerinin Rojava’ya döneceği söylendi. Demek ki bu anlaşmanın da kuşkuyla karşılanması gerekir. İlk ikisi tutmayınca, bu sefer tek günlük bir toplantıda varıldığı söylenen bir anlaşmaya haydi haydi güvenmemek gerekir. Üstelik, tam bu sırada ABD’nin Rojava’ya YPG ile birlikte çarpışmak üzere kara gücü de yolladığı söylentisi çıkınca iş ya çok ciddi, yani sadece Barzani değil ABD de Rojava ordusunu kontrol altına alıyor, ya da ortada bir operasyon var.

Ya da her ikisi birden. Basına yansıyan haberlerde Cerablus’un YPG ile birlikte DAİŞ’ten temizlenmesini ve ardından DAİŞ’in karargahı olan Rakka’ya yürünmesini öngören bir planın hazırlandığından bahsediliyor. Cerablus’ta YPG’nin varlık göstermesine Türkiye’nin ciddi şekilde karşı çıktığı biliniyor. Dolayısıyla ABD’nin bu kaygıları gidermek ya da Türkiye’nin müdahale seçeneklerini kısıtlamak üzere operasyonda aktif rol alması beklenebilir. Nitekim aynı haberlerde ABD’nin kendine bağladığı Suriye Arap Koalisyonu adlı yeni bir yerel güce silah yardımı yaparak, eğit-donat gruplarını da bu oluşum içinde istihdam ederek operasyona sokmayı planladığı da aktarılıyor. Böylece, YPG savaşta bir adım daha öne çıkar, hatta Cerablus’ta da varlık göstererek kantonlar arası bağlantıyı kurabilir ve bu yapıyı tahkim edebilir ama aynı zamanda da bu ilerlemenin bir diyeti olarak Rojava üzerinde ABD ve dolayısıyla Barzani ile işbirlikçi Arap unsurların etkisi PYD aleyhinde güçlenebilir.

Zaman bize hangisinin doğru olduğunu gösterecektir. PYD kaynaklarının şimdilik bütün bunları yadsıdığını da ekleyelim: “…yaptığım görüşmelerden çıkardığım sonuç şu: Peşmerge’nin YPG dışında otonom bir güç gibi Rojava’ya gidişine ruhsat yok. ABD’nin KDP peşmergelerine verdiği eğitim, kasıtlı ya da kasıtsız olarak YPG’ye eğitim vermiş gibi algı yansıtıldı.” (M. Ali Çelebi, “ABD, KDP, PYD”, Özgür Gündem, 21 Eylül 2015.)

Mazlum-Der kimin oyununu oynuyor?

İşte tam bu sisin içinde İslamcı temellerde kurulmuş, ama zaman zaman ciddi bir insan hakları kuruluşu gibi çalışan Mazlum-Der, 18 Eylül tarihli bir bildiri yayınlayarak Rojava’da insan hakları ihlallerini kınıyor (http://mazlumder.org/tr/main/faaliyetler/basin-aciklamalari/1/rojava-yonetimi-insan-haklarina-aykiri-uygula/12343). Bu bildiride ele alınan insan haklarının önemli bir bölümü, insan haklarının nasıl soyut hukuki kavramlar halinde formüle edilmiş olduğunu, bu tür formüllerin somut durumlara uygulandığında hiçbir anlam ifade etmeyeceğini hukuk felsefesi derslerinde örnek olarak okutulacak kadar berrak biçimde ortaya koyuyor. Bir örnek verecek olursak, Mazlum-Der 18 yaşından küçüklerin askere alınmasına karşı çıkıyor. Mazlum-Der’in avukatları anlaşılan Türkiye’nin Kürt illerinde 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur Kaymaz’ları, havan topuyla öldürülen minik Ceylan Önkol’ları, Nihat Kazanhan’ları, Silvan’da, Yüksekova’da, Cizre’de özsavunma yapan gençleri hiç duymamışlar. Sanki İsveç’te ya da Kanada’da yaşıyorlar! Bir halk DAİŞ gibi güçler karşısında topyekûn varlık savaşı verirken böyle ayrıntılarla uğraşmak, olsa olsa insan hakları kavramının bu halk nezdinde prestijini yıkmaya yarar!

Ama Mazlum-Der’in anlamadığı bir şey vardır ki, biz bu konuda kendi görüşümüzü açıklayalım. Bir özgürleşme mücadelesi verilirken, devrim, isyan ya da savaş yaşanırken, o özgürleşmenin karşısında yer alan güçlere hak tanıma zorunluluğu diye bir şey yoktur. Demokrasinin çıkarları bazen tam tersine bu karşı devrimci ya da ezen ulus güçlerinin ajanı konumundaki unsurların haklarının askıya alınmasını, o güçlerin bastırılmasını gerektirir. Örneğin, Nazi işgali altındaki Fransa’da Direniş hareketi işgalci ile işbirliği yapan Vichy hükümetinin polisini ya da Nazilerin ajanlarını bastırmaktan kaçınırlarsa kendi yenilgilerinin koşullarını hazırlarlardı. Ne mutlu ki, Direniş hiç de böyle “insan hakları” düşkünü değildi. Ya da Ekim devriminden sonra patlak veren İç Savaş döneminde Lenin ve Trotskiy önderliğindeki Bolşevik yönetim karşı devrimcilere, Beyaz’lara, sabotajcı ve bozgunculara “demokratik” haklar sunsaydı, 14 emperyalist devletin sosyalist Rusya’ya karşı açtığı savaşta Rus burjuvazisi ve toprak sahiplerinin ayrıcalıklarını geri getirmeye çalışan Beyaz orduların zaferinin yolunu döşemiş olurdu.

Rojava’da bir özgürleşme kalesi oluşturmakta olan PYD ve Rojava’nın askeri gücü YPG de yeni elde edilmiş bu özgürlüğün karşısında yer alan ve gerici odakların ajanı gibi davranan güçlere “demokratik” haklar tanımama hakkına sahiptir. Silaha ve şiddete başvurmayan bir protesto gösterisinin üzerine ateş açmaktan söz etmiyoruz. Bunun devrime ve özgürleşmeye bir faydası olmaz. Barzani taraftarı güçlere “demokratik” diye anılan haklar tanımamaktan söz ediyoruz. Çünkü onlar aynen Barzani gibi emperyalizm taraftarıdır. Aynen Barzani gibi yarın kendi dar çıkarlarını koruma bencilliği ile öteki parçalardaki Kürdün özgürleşmesinin karşısına bir engel olarak dikilecektir!

İşte biz gerek Türkiye’deki hevallerimizi, gerekse Rojava’daki özgürlük savaşçılarını bu yüzden emperyalizmin özgürlüğün önünde bir engel olduğu konusunda uyarıyoruz: ne emperyalizmin kendisiyle, ne de onun ajanı gibi davranan güçlerle kalıcı işbirliği ve ittifakın kurtuluş getiremeyeceğini ısrarla söylüyoruz.

Neden şimdi?

Geriye bütün bu gelişmelerin neden bu somut kavşakta ortaya çıktığı sorusu kalıyor. Bu soruya cevap vermek için üç ayrı faktörü değerlendirmek gerekir. Biz bu yazıda bu faktörleri uzun uzun değerlendirmek yerine bunların önemine değinmekle yetineceğiz.

·         Tayyip Erdoğan’ın ikbal savaşı: Bu savaşın Erdoğan’ın kendi siyasi geleceğini sağlama alma çabasının ötesinde yapısal olarak bir dizi sorunla ilgili olduğunu, en önemli çelişkinin ise Rojava’nın varlığının Türkiye’nin Kerkük petrollerine erişme ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni sömürgeleştirme çabası önünde en önemli nesnel tehdit olarak ortaya çıkmasından kaynaklandığını hep belirttik. Bu durum, ABD açısından ise şöyle bir çelişki doğuruyor: Kürt askeri güçleri, en başta YPG, DAİŞ’e karşı ABD’nin en önemli kara dayanağı iken, ABD’nin hava dayanağı (İncirlik) ve NATO yoldaşı Türkiye YPG’ye düşmandır. ABD, bu çelişkiyi, Rojava’yı Barzanileştirerek, yani evcilleştirerek Türkiye için kabul edilebilir hale getirme yoluyla aşmaya çalışıyor olabilir.

·         Barzani’nin aynen Tayyip Erdoğan gibi iktidarda kalma savaşı veriyor olması: Kürdistan Bölgesel Yönetimi coğrafyası çok ağır çelişkilerle dolu bir döneme girmiştir. Geçen yıl DAİŞ’in Kobani’ye saldırdığı dönemden başlayarak Güney’in bütün hatırı sayılır güçleri (Talabani’nin YNK’si, Goran, Komala İslami vb.) Barzani’ye karşı mevzilenmiş durumdadır. Şimdi Barzani’nin başkanlık süresi dolmuştur, ama uzatmayı hedefliyor. Rojava üzerinde hâkimiyet kurarak gücünü ve prestijini arttırma yoluna girmiş olabilir.

·         Rusya’nın Lazkiye’de hava üssü kurarak Suriye’ye daha derinden girmesi: Rojava, harcında var olan “Üçüncü Yol” yaklaşımıyla iç savaşın her iki tarafı için (Esad kampı ve bütün renkleriyle muhalefet) kazanılması gereken bağımsız bir güç konumuna yerleşmiştir. Şimdi Rusya’nın Suriye’nin içinde bir aktör haline gelmesi, ABD’nin Rojava’yı Rusya’ya yitirme korkusuna kapılması sonucunu doğurmuş olabilir.

Bütün bu gelişmelere Avrupa’nın ve dünyanın gündeminin birinci sırasına yükselen, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri görülmemiş boyutlara ulaşan mülteci sorunu eklendiğinde, Suriye’de çözüm arayışının önümüzdeki dönemde kızışacağını öngörmek doğru olur. Rusya’nın Suriye’ye girmesinin ille de Esad’ı iktidarda tutma inadına bağlanması doğru olmaz. Tam tersine, Esad’dan vazgeçmeye hazırlanıyor olabilir. Ama ortaya çıkacak yeni durumda kendisine karşı konumlanmayacak yeni bir iktidar yapısını sağlama almak için Şam’ın çok yakınında bir askeri konumlanışı bir pazarlık unsuru olarak görebilir. 1999 Kosova savaşının sonunda Rusya Priştine havalimanını işgal etmişti. Amacının ne olduğu çok açıktı. Eski statükoyu yeniden kurmak değil, yeni statükonun kendisine en avantajlı biçimde oluşmasını sağlamak. Lazkiye’de kurulan hava üssü işte tam da bu tür bir önlem olabilir. Esad kısa vadede başta kalabilir, sonra Rusya’nın da gözetimi altında kontrollü biçimde uzaklaştırılabilir. John Kerry’nin Londra’da iki gün önce verdiği demeçte “Esad’ın derhal gitmesi gerekmiyor” demesi, bu tür bir anlaşmaya doğru ilerlendiği izlenimini pekiştiriyor. ABD-İran nükleer anlaşmasının da aynı yönde bir etki yaratmış olması mümkün.

Böyle bir uluslararası “çözüm”de Rojava’nın yeri ne olur, öngörebilmek kolay değil. Ama bir tek şey söylenebilir. PYD 6. Kongresi’ni daha yeni yaptı. Özgür Gündem bu kongreyi “Ortadoğu devriminin kongresi” başlığı ile manşetine çıkardı. PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah açılış konuşmasında şöyle dedi: “Halkımızın devam eden büyük direnişi dört parça Kürdistan ve Ortadoğu’nun geleceğinin inşa adımlarıdır.” Özgür Gündem’e göre Eşbaşkanlar Asya Abdullah ve Salih Müslim “Rojava dört parça Kürdistan’ın, Ortadoğu halklarının ve kadınların demokratik kurtuluş modelidir” dedi.

Şayet bunlar doğru ise ne âlâ. Ama hevallerimizin zaman zaman hiç kaygılanmadan savunduğu yaklaşımla Rojava’nın Barzani ve emperyalizmle işbirliği gerçekleşirse bütün bunlardan geriye hiçbir şey kalmaz.