Hava döndü

Önce Feuerbach Üzerine Tezler’den bir alıntıyla başlayalım: “…Pratikte, insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşünmenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur”. Yani, düşüncenin gerçekliğinin ya da geçerliliğinin kanıtı, yaşadığımız somut maddi dünyadır; akıl, toplumsal dünyanın somut koşullarıyla sınanır. Dolayısıyla aklın ürettikleri, kendi içinde ne kadar tutarlı olursa olsun, belirli bir gerçekliğe denk düşmüyorsa ya da pratikten tamamen yalıtılmışsa o aklın ve o akılla üretilenlerin tutarlılığından/geçerliliğinden bahsetmek olanaksızdır.

Diğer taraftan, insan toplumsal olayların baş aktörü ve toplumsal olaylar karşısında bütünüyle aktif bir konumda olduğundan akıl, ister istemez toplumsal belirlenimden bağımsız olamayacaktır. Dolayısıyla hangi sınıfsal pencereden bakıldığına bağlı olarak akılla üretilen düşünceler de pek doğal olarak değişecektir. Yani toplumsal olaylar, içi ve anlamı her zaman herhangi bir akıl tarafından doldurulan olaylardır ki, ister istemez bu akıl, varlıkları bütünüyle emek sömürüsüne dayalı egemen sınıfın aklı olacaktır. Bu durumun ortaya çıkardığı en önemli sonuç, aklın kesinlikle nötr ve tarafsız olamayacağıdır. Ancak bu, aklın bilimsel ve nesnel olamayacağı ya da olmadığı anlamına gelmez.

Bütün bunları burada vurgulamamızın nedeni, çok uzun bir zamandır özellikle akademide egemenliğini kurmuş olan burjuva liberal aklın ürettiklerinin geçerliliği sorunundan başka bir şey değildir. Zira neredeyse son 30 yıldır bu burjuva akıl, etnik, dinsel, mezhepsel vb. kimliklerin, insanları tanımlamada giderek daha fazla ön plana çıkar hale gelmesini; insanın kendisini yeniden keşfetmesi olarak, hatta daha da ileri giderek demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak alkışlamaktadır. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan düşünce de oldukça basittir: Madem ki insanlar kendilerini artık kültürel kimliklerle tanımlamaktadırlar, bu durumda artık sınıf diye bir şey kalmamış, sınıf hareketleri ortadan kalkmış, dolayısıyla devrimler çağı kapanmıştır. Artık kimse işçi sınıfından bir devrim beklememelidir. Toplumsal olayları somut toplumsal ilişkilerden hareketle değil de soyut kategorilerle anlamaya çalışan burjuva aklın ulaşacağı sonuç bundan başkası olamazdı.

Bugüne kadar işçi sınıfı hareketinin bittiğini ilan edenler, elbette ki Tunus ve Mısır’da yaşanmakta olan devrimleri de kendi soyut akıl kategorileriyle değerlendirecek, toplumsal olgularla ilişkisini koparacak ve düşüncesinin “bu dünyaya aitliğini” umursamayacaktır. İşte bugün yaşanan devrimlerin altını boşaltan, doğrusu, bu hareketlere kendi sınıfsal ihtiyaçlarına göre bir anlam yükleyen yukarıda bahsettiğimiz burjuva liberal akıldan başkası değildir. Oysa bugün Tunus ve Mısır’da olanlar, sınıf mücadelesinin bittiğini ileri sürenlere en güzel yanıttır ve havanın döndüğünün, artık havanın işçiden estiğinin apaçık göstergesidir.

Mesele sadece Arap dünyasıyla da bitmeyecektir. Küresel kapitalizmin emekçiler açısından yarattığı tahribat daha fazla ortaya çıktıkça, iş güvencesinin kaldırılıyor olmasının somut yaşamdaki göstergeleri arttıkça, ne işçi hareketi bitecektir ne de devrimler sona erecektir. Ürdün’de, Suriye’de, Yemen’de halk sokaklarda; ABD Wisconsin’de emekçilerin toplu sözleşme yapma haklarını ellerinden almaya dönük yasa tasarısına karşı eylemler sürüyor; Yunanistan’da emekçilerin epey bir zamandır gerçekleştirdiği mücadele herkesin malumu. Hatta bunlardan daha önce İzlanda’da emekçiler hükümeti toptan istifa ettirdi, büyük bankalar devletleştirildi, İngiltere ve Hollanda’ya olan borçların ödenmemesi kararı alındı ve yeni bir anayasanın yazılması için halk komisyonu kuruldu. Türkiye’de metal işçileri, sağlık emekçileri, belediyelerdeki taşeron işçiler, tersane işçileri ayakta.

Bütün bu örnekler, yaşanan olaylara burjuva liberal aklın dışında başka bir akılla bakmamız gerektiğini, yani havanın döndüğünü artık göstermiyor mu?