DİP 4. Kongre Belgeleri (2):Türkiye'de devrim öncesi durum ve görevlerimiz

Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz ve Dünya durumunun analizi ve bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı karar metnini yayınladığımız Devrimci İşçi Partisi'nin 4. Kongresi'nin kararlarından Türkiye durumunun analizi ve proleter devrimciler açısından bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı kararı aşağıda yayınlıyoruz.

İstibdad rejiminin dinamikleri

1.                  Tayyip Erdoğan kendi şahsı etrafında iktidar tekeline dayalı bir istibdad rejimi kurmaya çalışıyor. "Cumhurbaşkanlığı sistemi" kod adıyla öne çıkarılan Başkanlık sistemine geçme hamlesi bu istibdad rejiminin inşasının yakın vadedeki biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum Türkiye için ciddi bir tehlikedir. Ancak böyle bir rejimin kurulmasının olanakları Erdoğan’ın konumunda var olan zaaflar dolayısıyla çok tartışmalıdır. Erdoğan’ın gücü ve güçsüzlüğü öylesine iç içe geçmiştir ki, önümüzdeki dönemde hangi eğilimin üstün geleceğini öngörmek çok zordur.

2.                  Erdoğan açısından bir istibdad rejimini gerekli kılan faktörler çeşitlidir: (1) Erdoğan’ın hayal ettiği türden bir rejim bugün dünyada gittikçe kural haline gelmektedir. Trump’ın seçilişi, Macaristan’dan Hindistan’a, Polonya’dan Filipinler’e başka birçok ülkede görülen gelişmelerin üzerine tüy dikmiştir. (2) Erdoğan İslam dünyasının lideri haline gelebilmek için Türkiye’de kendisine karşı her türlü muhalif hareketi yenilgiye uğratarak cephe gerisini en üst düzeyde sağlam hale getirmek istemektedir. Günümüz Türkiye’sinde iç politika ile dış politika etle tırnak gibi iç içe geçmiştir. (3) Erdoğan, 17-25 Aralık dolayısıyla yargılanabileceğini gayet iyi bilmekte ve bunun önüne geçmek için kendi elinde mutlak bir güç toplamaya çalışmaktadır.

3.                  Bu çabasında Erdoğan ve AKP’nin dayandığı güçler çeşitlidir. İslamcı sermaye, Batıcı-laik sermayenin en başta inşaat ve altyapı sektörlerinde faal olan kesimleri, Doğuş Holding türü oportünist kesimler, Irak Kürdistanı dolayısıyla çıkarları Erdoğan’a bağlanan sermaye kesimleri vb. elbette Erdoğan’ın en önemli sosyo-ekonomik gücünü oluşturuyor. DİP’in çeşitli metinlerinde izah edilmiş olan tarihi nedenlerle kendisine çılgın bir bağlılıkla bağlanmış, başta kent ve kır küçük burjuvazisi, taşra halkı, varoş yoksulları olmak üzere büyük kitlelerin yanı sıra, işçi sınıfı ve emekçilerin bir bölümü de ekonominin AKP döneminde öncesine göre daha hızlı büyümesi dolayısıyla ve sosyal yardım ve dini hayır faaliyetleri nedeniyle de AKP’yi destekliyor. Yargı, polis, basının büyük bölümü, adım adım geliştirilmekte olan paramiliter güçler Erdoğan’ın gücünün temelleri arasında yer alıyor. Eski rakiplerinden bir bölümü ayakta kalmasında kilit bir rol oynuyor: MHP’nin Bahçeli kanadı, en başta Aydınlık ve Vatan Partisi olmak üzere “Ergenekon” cephesi, “düzenli geçiş” ve “istikrar” arayışındaki finans kapital örgütleri geçici de olsa ayakta kalmasına büyük destek sağlıyor. Bugün OHAL rejimi de, aşırı yetkilerle donatılacağı “cumhurbaşkanlığı rejimi”ne geçişte elini çok güçlendirmektedir.

4.                  Ne var ki, Erdoğan’ın 2013 Gezi isyanından beri uğradığı kayıplar ve bazı alanlarda yalıtılmış olması onun için büyük tehlikeler yaratmaktadır. 15 Temmuz bu zaafların bazılarını çıplak şekilde ortaya koymuştur. Birincisi, Erdoğan uluslararası alanda çok yalnız kalmıştır. Erdoğan bugün ABD ve AB ile ciddi bir çelişki içindedir. Rusya ile ilişkisi taktik bir yakınlaşmanın ötesinde her bakımdan çelişkiler içindedir. Mezhepçi projesi İran’la birçok yerde karşı karşıya kalmasına yol açıyor. Müslüman Kardeşler ittifakı 2013’te parçalandıktan sonra Sünni Arap dünyasında bile gerçekten güvenebileceği pek az ülke kalmıştır. Irak ve Suriye dışında Sisi Mısırı ile de can düşmanıdır. Birleşik Arap Emirlikleri Erdoğan karşıtıdır. Suudi Arabistan bile darbe sırasında Erdoğan’a sahip çıkmamıştır. Sadık ve sonuna kadar güvenebileceği dostu yalnızca Katar’dır. İkincisi, darbe Erdoğan’ın kayıtsız şartsız yaslanabileceği hiçbir baskı ve istihbarat aygıtı olmadığını çıplak biçimde ortaya koymuştur. TSK komutası ve MİT’in güvenilir olmadığı ortaya çıkmıştır. Polisin içinde yaygın muhalif cepheler olduğu anlaşılmıştır. Üçüncüsü, AKP içinde bile Erdoğan’a karşı darbeyi bile destekleyebilecek güçler olduğu belli olmuştur.

5.                  Bütün bunlardan dolayı, Türkiye 1 Kasım seçimlerinden bu yana bıçak sırtında yürümektedir. Erdoğan bir istibdad rejimi kurmaya adım adım yaklaşırken, aynı zamanda tekrar tekrar kendini uçurumun kenarında bulmuştur. En azından dört dönüm noktasında Erdoğan düşmenin eşiğine gelmiş, eski düşmanlarının ya da gelecekte düşman belleyeceklerinin yardımı sayesinde kurtulmuştur: Gezi, 17-25 Aralık, 7 Haziran, 15 Temmuz. Solda Türkiye’nin istibdad rejimine doğru kaçınılmaz bir biçimde ilerlemekte olduğu izlenimini yayanlar gerçek bir anlamda bozgunculuk yapmaktadırlar. Bunlar, ne Gezi’yi, ne onun sonucunda Erdoğan’ın müttefiklerini yitirmesinin ürünü olan 17-25 Aralık’ı, ne 7 Haziran yenilgisini, ne de 15 Temmuz başarısız darbesini öngörmediler. Devrimci Marksistler hemen hepsini farklı derecelerde öngördüler. Bozguncular bugün de geleceği kaçınılmaz bir olumsuzluk içinde göstererek halkı yanıltıyorlar.

Devrim öncesi durumun sosyo-ekonomik dinamikleri

6.                  Türkiye'de bir devrimin koşulları derinden derine gelişiyor. Devrimci İşçi Partisi'nin 3. Kongresi'nde ortaya koyduğu ve 1. Olağanüstü Kongre'de tekrar ettiği devrim öncesi dönem tespiti geçerliliğini korumaktadır.  Bu tespit devrimin derhal gerçekleşecek bir olasılık olarak toplumun karşısında durduğu anlamına gelmez. Ancak kapitalizmin 2008 yılı ile adım adım bir büyük depresyona girmesi dünya çapında sınıfsal ve siyasal çelişkileri keskinleştirmiştir. 2011’de Tunus ve hemen ardından Mısır'da diktatörlüklerin yıkılmasıyla yükselen Arap devrimi ile birlikte dünyada tarihsel bir devrimci dalga başlamıştır. Bugün artık bir durgunluk dönemine girmiş olan bu dalganın ilk aşaması Türkiye'nin de içinde olduğu Akdeniz coğrafyasını bir devrimci havza haline getirmiştir. Bu coğrafya devrimler, halk isyanları, savaşlar, iç savaşlar ve darbelerle sarsılırken Türkiye'nin bu gelişmelerden azade kalması düşünülemezdi ve nitekim öyle de olmamıştır.

7.                  Türkiye'de ekonomik durum, istikrarlı bir ekonomik büyümenin mümkün olmadığı bilakis kriz dinamiklerinin belirleyici olduğu bir özellik ve gidişat arz etmektedir. Hiç şüphesiz ki Türkiye'de ekonomik kriz dünya ekonomisinin içinde olduğu Üçüncü Büyük Depresyon bağlamında ele alınmalıdır. Ancak bu uluslararası krizin dolaysız biçimde ve eş anlı olarak Türkiye ekonomisini çöküşe sürüklediği şeklinde yorumlanmamalıdır. Tam tersine Türkiye ekonomisinin bir dönem boyunca dünya krizinden geçici de olsa fayda sağlamış olduğu görülmelidir. Başta ABD olmak üzere kapitalizmin merkez üslerinde yaşanan kriz, sıcak paranın riskli ama yüksek getiri vaad eden Türkiye gibi ülkelere akmasına sebep olmuştur. 2008-2009 krizinin ardından Türkiye ekonomisinin nispeten hızlı toparlanmasının başlıca sebebi budur. AKP iktidarının "teğet geçti" demagojisi, yüz binlerce işsizle krizin bedelini ödeyen işçi sınıfını göz ardı etse de burjuvazinin yaralarının sıcak parayla pansuman edildiği gerçeğine dayanmaktadır.

8.                  Devrimci İşçi Partisi'nin 2016 yılı başında gerçekleştirdiği 1. Olağanüstü Kongresi bugün dövizin yükselmesi ve kriz emarelerinin görünür hale gelmesi karşısında milliyetçi yönü ağır basan politikaların gündeme gelebileceğini şu cümlelerle tespit etmişti: "Dünya ekonomisi şayet beklenebileceği gibi çok derin bir durgunluğa maruz kalırsa, dünyanın başka ülkelerinde olabileceği gibi, Türkiye’de de küreselci ve neoliberal doğrultuya aykırı düşen, ulusal vurgusu artan, devleti daha faal hale getiren, piyasalara daha müdahaleci bir ekonomi politikasının AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın gündemine girmesi bir olasılık olarak göz önüne alınmalıdır." Bugün AKP iktidarının izlediği politikalar, krizin bir tezahürü olarak küreselci ve neoliberal politikaların çöküşünün bir yansımasıdır ancak bu politikalara tutarlı bir alternatif değildir. Kitleleri bir süre boyunca oyalayabilir ancak dinamikleri çok daha yapısal ve derinlerde olan sınıf çelişkilerinin yumuşamasını sağlayamaz.

9.                  Sıcak paranın Türkiye'de istikrarlı bir ekonomik kalkınmanın motoru olamayacağı açıktır. Temelinde kısa vadeli yabancı sermaye girişlerinin yani sıcak paranın bulunduğu, tüketici kredileriyle canlandırılan iç talebe dayanarak şişirilmiş ekonomik balonun patlamasının kaçınılmaz olduğunu daha evvel vurgulamıştık. Türkiye'nin yapısal olarak dış açık veren ve sürekli yabancı sermaye akışına ihtiyaç duyan ekonomisinin, enerjide ve ara mallarda ithalata bağımlı bir imalat sanayii ile istikrara kavuşması imkânsızdır. Dünya kapitalizminin dönemsel dalgalanmaları daha önce olduğu gibi Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu dış kaynağa bol ve ucuz ulaşmasını sağlayabilir. Ancak bu tür gelişmeler geçici olmaya mahkûmdur. Döneme karakterini veren esas olarak kriz dinamikleridir. Türkiye ekonomisinin kapitalist yoldan yapısal sorunlarını çözmesi mümkün olmadığı gibi kapitalist çerçeve içinde kalan reformist ekonomi politikalarının da gerçekçiliği yoktur. Asgari ücretin 1300 liraya çıkarılmasının akıbeti ortadadır. Bir yıl içinde burjuvazi kaşıkla verdiğini kepçeyle almıştır. Yeni haklar ya da kazanımlar bir yana mevcut hakları korumak için dahi işçi sınıfının burjuvaziyle sert mücadelelere girmesi kaçınılmazdır.

10.              Türkiye, değişik sektörlerde, kamu ve özelde istihdam edilen toplam 20 milyona yakın işçi ve emekçi ile nicel olarak büyük bir işçi sınıfına sahiptir. Aileleri ile birlikte ezici çoğunluğunu proletaryanın oluşturduğu, emperyalizme tabi olmakla birlikte kapitalist gelişmenin belirli bir olgunluk seviyesine ulaştığı bir toplumla karşı karşıyayız. Kırsal ve kentsel küçük burjuvazi nicel olarak çalışan nüfusun nispeten az bir kısmını (proletaryanın yüzde 77-78'lik yeri karşısında sırasıyla yüzde 9,5 ve yüzde 8,5) oluşturmaktadır. Türkiye işçi sınıfının yapısal olarak kırla ilişkileri hâlâ kuvvetlidir. Bu durum kriz dönemlerinde sosyal çelişkileri yumuşatıcı bir rol oynamakta, kırsal küçük burjuvazinin ruh halini günbegün işçi sınıfının içine taşımakta ve sağcı muhafazakâr siyaset aracılığıyla burjuvazinin proletarya üzerinde siyasi hegemonya kurmasını kolaylaştırmaktadır. Ancak bu etkilerin hepsi talidir. Esas olan Türkiye'de sınıfsal kutuplaşmanın bir ucunda yer alan ve sosyalist devrimin temel sosyal gücünü oluşturan proletaryanın (sanayi, hizmet, madencilik sektörü işçileri, kamu çalışanları, tarım işçileri, ve işsiz işçiler) hakim nüfus dilimini oluşturmasıdır. Ayrıca kent ve kır küçük burjuvazisi kendi saflarından proletaryaya kan aktarmakta ve bu gelişme krizle birlikte hızlanmaktadır. Sadece siyasi ve ekonomik tezahürleriyle değil nüfus olarak da sınıfsal kutuplaşma derinleşmektedir. Bu durum bizi Türkiye'deki siyasi ve sosyal gelişmelerde proletaryanın katılımının, konumunun ve tavrının  belirleyici olduğu ve bundan sonra da böyle olacağı sonucuna götürmektedir.

 

Devrim öncesi durumun nesnel ve öznel politik dinamikleri

11.              Türkiye'nin son 4 yılında yaşanan gelişmeler toplumun devrimci bir dönüşüme hazırlanması bakımından muazzam önemde deneyimler barındırmaktadır. 2013 yılında Gezi ile başlayan halk isyanı, 2014 Kobani serhildanı, 2015 yılında metal işçilerinin fiili grevleri,olağan dönemlerde görülemeyecek türden bir kitleselliği ve kendi içinde kararlılığı barındırmaktadır. 2016'da 15 Temmuz darbe girişimine karşı halkın sokağa çıkması da bir yönüyle gerici milislere yataklık ederken, öteki yönüyle halkın kendi gücünü görmesi bakımından önemli eğitici bir rol oynamıştır. Yukarıda sözü edilen her bir mücadelenin kapsadığı toplumsal sınıf ve katmanlar, hâkim olan siyasi yöneliş farklı farklıdır. Öte yandan geçtiğimiz 4 yıl içinde sokaklar, meydanlar, işyerleri hiç olmadığı kadar kitlesel mücadelelerin adresi olmuş, bu 4 yıl içinde devletin baskı aygıtıyla şu ya da bu yönüyle karşı karşıya kalmamış, baskıya karşı belirli bir direniş pratiği göstermemiş olan halk kesimi neredeyse kalmamıştır.

12.              Gezi ile başlayan halk isyanında, gençlik, Aleviler, kadınlar, kent küçük burjuvazisi ve beyaz yakalılar, kendi örgüt ve sloganlarıyla olmasa da, atomize tarzda olsa da işçi sınıfı, 81 ilin 80'inde yüzbinlerle sokakları doldurmuş, isyan etmiş, şehitler vermiştir. 2014 yılında Rojava'da DAİŞ'in Kobani'yi kuşatması ve bu kuşatmaya Türkiye hükümetinin destek vermesine karşı bu sefer Kürt halkı mücadele bayrağını çekmiştir. Kürt yoksul gençliğinin kitlesel olarak katıldığı bu mücadele, Kürt siyasi hareketinin farklı kanatlarından ve İmralı'dan gelen telkinlere rağmen kontrol altına alınamamıştır. Birleşik Metal-İş sendikasının  grevinin yasaklanmasıyla başlayan 2015 yılı stratejik önemdeki metal sektöründe sarı Türk Metal sendikasına karşı isyanların fiili grevlere dönüşmesine sahne olmuştur. Türkiye'nin en büyük fabrikaları günlerce hatta haftalarca işgal edilmiştir. Metal grevleri solun siyasi etkisinin son derece sınırlı olduğu bir atmosferde gerçekleşmişse de işçi sınıfının kendi yöntemleri (işgal, grev, direniş), örgütleri (sendika, fabrika komitesi vb.) ve talepleriyle (sendikal örgütlenme özgürlüğü, insanca yaşayacak bir ücret ve iş güvencesi) ileri atılması büyük önem taşımaktadır. Nihayet 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen NATO'cu darbe girişimine karşı sokaklara çıkan halk darbecilerin açtığı ateşle çok sayıda kayıp vermiştir. Kitleye mevcut iktidarı savunma refleksinin hâkim olması, darbeci kampın kendi içinde bölünmesi, polis kuvvetlerinin desteği ve siyasi hegemonyanın burjuva iktidarında olması bu hareketin halkın ortak belleği üzerinde bırakacağı özgüvenin küçümsenmesine gerekçe olamaz.

13.              Son dört yılın mücadeleleri her şeyden önce Türkiye toplumunun uyuşuk, vurdumduymaz, iflah olmaz derecede apolitik ve ne olursa olsun devlete kölece bir sadakat içinde olduğuna dair efsaneleri yerle bir etmiştir. Türkiye toplumu adeta devrimin filizlenmesi için sürülmüş ve gübrelenmiş bir tarla gibidir. Türkiye'de köhneleşmiş olan halk değildir. Bürokrasinin felç ettiği sendikalar, sivil toplumculuğun pençesinde yozlaşmış sözümona muhalif yapılar, halkı siyasi olarak iktidarın hegemonyasında tutan cemaat, dernek, vakıf ve benzerleri ile halka hiçbir gelecek vaad etmeyen iktidarı ve muhalefetiyle burjuva partileri, işte köhneleşmiş olanlar bunlardır. Devrimci İşçi Partisi, Türkiye'nin her milletten ve memleketten emekçi halkının mevcut koşullarda üstüne düşeni fazlasıyla yaptığını, muazzam bir mücadeleci potansiyel gösterdiğini tespit eder. Emekçi halkı küçümseyen, hor gören her türlü yaklaşımı şiddetle reddeder. Buna karşılık, 2013’ten 2016’ya uzanan yolda, büyük kitlelerin bir bölümünün canlı ve dinamik bakış açısının çok ağır bir yıpranmaya uğramış olduğunu nesnel bir faktör olarak hesaba katar. I. Olağanüstü Kongre’nin vurguladığı gibi, Gezi’nin dinamikleri sönümlenmiştir. Buna ilaveten, Kürt halkının cüretkâr isyankârlığı, Kobani ayaklanması sırasındaki ve sonrasındaki ağır önderlik hatalarından dolayı çok büyük ölçüde darbe almıştır. Şimdilik diri olan sadece işçi sınıfıdır. 2017 yılı bu bakımdan hayati bir önem taşımaktadır: İşçi sınıfı 2017 testinde sınıfta kalırsa, son yıllarda birikmiş olan patlayıcı dinamikler geleceğe pek az bir mücadele azmi bırakacaktır.

14.              Sorun sosyal, sendikal ve siyasi düzeyde farklı boyutlarda tezahür eden önderlik sorunudur. Önderlik sorunu, işçi sınıfının toplumun farklı katmanlarının karşısında bağımsız bir siyasal odak olarak yükselmesi, bunun için sınıf mücadeleci bir sendikal örgütlenmenin bürokrasinin üstesinden gelmesi,  işçi sınıfının öz güvenini sağlaması böylece toplumun geri kalanı için peşinden gidilecek bir sosyal güç haline gelmesi ve nihayet işçi sınıfının öncüsünün devrimci bir partide örgütlenerek siyasi iktidar sorununu gündemine alması gibi düzeyleri olan stratejik bir sorundur.

 

Hakim sınıflar içindeki durum, çelişkiler ve burjuvazinin iç savaşı

15.              DİP'in ve öncüllerinin siyasi literatüründe ayrıntılı şekilde analiz edilmiş olan Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi arasındaki politik iç savaş 15 Temmuz darbe girişimi ile kanlı bir muharebe safhasına ulaşmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminin ve sonraki gelişmelerin analizi bugün Türkiye siyasetinde izlenecek hattın belirlenmesinde merkezi bir rol oynamaktadır. Zira darbe girişimi yenilgiye uğramış olmakla birlikte Türkiye'yi 15 Temmuz depremine getiren fay hatları hâlâ aktiftir. Burjuvazinin iç savaşı 15 Temmuz'a kadar esas olarak kansız ama sert bir politik mücadele olarak yaşanmış, darbe girişimi ile kılıçların çekildiği, kanın döküldüğü bir evreye girmiştir. 15 Temmuz sonrasında ise ne kılıçlar kınına girmiştir ne de benzer bir tehlikenin yeniden yaşanma olasılığı ortadan kalkmıştır.

16.              Devrimci İşçi Partisi'nin 1. Olağanüstü Kongresi burjuvazinin düşman kardeş Batıcı-laik ve İslamcı kampları arasında bir ateşkesin ilan edilmiş olduğunu tespit etmiş ama buna rağmen çelişkilerin patlayıcı niteliğini koruduğunu da net bir şekilde belirtmiştir. Ateşkesin temelinde burjuva kamplarının,Üçüncü Büyük Depresyon'un yarattığı genel ortam içinde proletaryaya karşı düzeni koruma reflekslerinin ön plana çıkması yatmaktadır. Her ne kadar Erdoğan ve AKP iktidarı, Batıcı-laik burjuvaziyi pek çok yönden rahatsız etse de bu iktidarın devrilmesinin sosyal yapıda yaratması muhtemel sarsıntılar ve bu sarsıntılar içinde proletaryanın başını kaldırma olasılığı "düzenli geçiş" politikasını öne çıkarmıştır. Gezi'den 17-25 Aralık'a, 7 Haziran'dan 1 Kasım'a kadar Batıcı-laik burjuvazi kritik dönemeç noktalarında düzenin istikrarını korumak için Erdoğan ve AKP iktidarının devamına onay vermiştir. 7 Haziran'dan sonra AKP-CHP büyük koalisyonu Batıcı-laik burjuvazi açısından birinci tercih olmuşsa da daha sonra 1 Kasım oylaması ile Erdoğan ve AKP'nin iktidarını konsolide etmesine de itiraz etmemiş, uyum sağlamıştır.

17.              1. Olağanüstü Kongre, burjuvazinin çelişki içindeki kamplarının ortak stratejik hedefinin “açılım”, “çözüm süreci”,“barış süreci” vb. kod adlarıyla ifade edilen petrol açılımının başarıya ulaştırılması olduğunu tespit etmiş ve bu alanda barışçıl ya da şiddete dayalı yöntemlerle katedilecek mesafenin belirleyici olduğunu vurgulamıştır. Burjuvazi bir bütün olarak Kürt sorununda savaş yöntemlerinin kullanılmasını desteklemiştir. Ancak bu desteğin temelinde sömürgeci çıkarlar yatmaktadır. Burjuvazi savaşın sosyal, ekonomik ve siyasal maliyetinin karşısında Kürt petrollerine ulaşmayı beklemiştir. Ne var ki Erdoğan ve Davutoğlu'nun, mezhepçiliği emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu halde uygulamaya dayanan bölge politikası Türkiye'yi Rusya, İran ve Suriye ekseni ile karşı karşıya getirmiş ve bu eksen bölgedeki etkinliğini arttırdıkça ne Suriye'de etkin olması ne de Irak'ta petrol açılımının hedeflerine ulaşması mümkün olmuştur. Erdoğan'ın Davutoğlu'nu azlinin ardından Rusya ile ilişkilerin normalleştirilmesi, Suriye politikasında bu doğrultuda değişikliğe gidilmesi gündeme gelmiştir. Erdoğan'ın Sünni dünyanın Reis'i olma politikasının yarattığı sorunlara ek olarak bu politika değişikliği de burjuvazinin kendi içindeki ateşkesin dayandığı temel bir unsur olan petrol açılımının her durum ve şartta Batı emperyalizmi ile uyumlu yürütülmesi ile çelişmeye başlamıştır.

18.              AKP’nin 2011’den itibaren hızla artan bir tempoda Tayyip Erdoğan’ı Sünni Arap dünyasının ve daha genel olarak İslam âleminin “Reis”i haline getirme programı, bugün AKP açısından stratejik bir önem taşıyor. Erdoğan yönetimindeki AKP’nin bütün politik adımları bu stratejik hedefin ışığında değerlendirilmelidir. Elbette bu çok zorlu bir hedef olduğundan AKP zaman zaman geri adımlar atacak, geçici başka ittifaklar kuracak, ama her halükârda amacı Sünni dünyanın liderliğini ele geçirme mücadelesinde başarı kazanmak olacaktır.  DİP 1. Olağanüstü Kongresi şu değerlendirmeyi yapmıştır: "AKP, sermayenin ortak düşmanı proletaryayı ezmekte başarı gösteremez, ortak hedef olan petrol açılımını başarıya ulaştıramazsa, Batıcı-laik sermaye ile İslamcı sermaye arasındaki geçici ittifak büyük yara alacaktır. Batıcı-laik sermaye bu durumda AKP ve Erdoğan'ın laiklik karşıtı hamlelerini sineye çekmek için bir neden görmeyecektir. ABD'den görece özerk bir hareket tarzına ve AB emperyalizmi ile bütünleşme hedefinin arka plana atılmasına çok daha az müsamaha gösterecektir. Sermayenin iç savaşının yeniden gündeme gelmesi olasılık dâhilindedir." Petrol açılımının çıkmaza girmesi ve Erdoğan'ın Davutoğlu sonrasında bu çıkmazdan kısa veya orta vadeli taktik bir adım olarak Rusya ile yakınlaşarak çıkmaya yönelmesi, Tayyip Erdoğan'ın Sünni İslam dünyasının Reis'i olma politikası ile birlikte düşünüldüğünde sermayenin ateşkesini ortadan kaldırmış. Bunun üzerine burjuvazinin iç savaşı kaldığı yerden devam etmiş ve bu sefer kanlı bir darbe girişimi ile yeniden gündeme gelmiştir.

19.              15 Temmuz günü ve gecesinde neler yaşanmış olduğu hâlâ muammadır. Tüm işaretler, MİT'in ve Genelkurmay'ın farklı farklı düzey, biçim ve aşamalarda sürece müdahil olduğunu göstermektedir. Devrimci İşçi Partisi, 15 Temmuz darbe girişiminin tüm yönleriyle açıklığa kavuşturulmasını işçi sınıfının bir talebi olarak savunmaya devam edecektir. Öte yandan darbe girişiminin siyasi arka planının analizini yapabilecek durumdayız ve DİP Merkez Komitesi'nin 3 Ağustos tarihli ve "Darbeye, istibdada, sermayenin sözde milli mutabakatına ve emperyalizme karşı işçi cephesi" başlıklı bildirisi ile bu analizi genel hatlarıyla yapmış bulunuyoruz. Bu bağlamda 15 Temmuz'un siyasi karakterini esas olarak burjuvazinin iç savaşının belirlediğini erken aşamada tespit etmiş durumdayız.

20.              15 Temmuz darbe girişiminin muhtevası ve bu darbe girişimine yönelik Batıcı-laik burjuvazinin tutumunda çelişkiler mevcuttur. Ancak bu ikircikli tutumlara bakarak kesin vargılara ulaşmak ve 15 Temmuz darbe girişiminin son tahlilde Batıcı-laik burjuvazinin bir hamlesi olduğunu yadsımak doğru değildir. Darbe girişimi başarısız olduktan ya da başarısız olacağı görüldükten sonra alınan tutumlara bakarak analiz yapmak yanıltıcı olacaktır. 15 Temmuz cuntası "Yurtta Sulh Konseyi"nin darbe bildirisinin, Amerikan muhalefeti olarak tanımladığımız (AKP’nin Abdullah Gül-Ali Babacan kanadı, CHP, Fethullah Gülen ve MHP'nin bir kanadını içine alan odaklaşma) siyasi eksenle uyumlu olduğu aşikârdır. 15 Temmuz'da Fethullah Gülen cemaatine mensup unsurların etkin rol alması da bu perspektiften bakıldığında şaşırtıcı değildir. Diğer yandan darbe girişiminin salt bir Fethullahçı komplo olduğunu düşünmek için de bir neden yoktur. Darbe girişimi, ordu içinde Amerikan muhalefetinin izdüşümü olan NATO'cu, laik ve Kemalist duyarlılıkları olmakla birlikte, kariyerist motivasyonlarla da hareket eden subaylardan destek bulmuş görünmektedir.

21.              15 Temmuz darbe girişiminde muhtemelen cemaatçi subayların haddinden fazla inisiyatif göstermiş olması ordu içinde cuntanın bölünmesine yol açmıştır. Zira, her ne kadar İslamcı burjuvazinin asli unsurlarından biri olan ve onun adına operasyonlar yürüten Gülen cemaati, Erdoğan ve AKP ile girdiği çatışma sonrasında saf değiştirmişse de Batıcı-laik burjuvazi açısından ABD emperyalizminin referansı dışında hiçbir zaman güvenilir bir müttefik olmamıştır. Özellikle de ordu içinde cemaate yönelik güçlü bir alerji olduğu bilinmektedir. Bu alerji muhtemelen cuntanın bölünmesinde belirleyici olmuştur. ABD ve NATO cemaat kadrolarını kendi has elemanları olarak görüp güvenmişse de bu unsurlara dayanarak girişilen darbe süreci TSK'nın yekpare kalmasını sağlayamamış, darbe girişimi bölünerek çökmüştür. Hatta ABD’nin bile ortaya çıkan güç dengesini gördükten sonra darbe girişiminden caymış olması olasılığı dışlanamaz. CHP'nin görünürde darbeye karşı konumlanması, Doğan grubunun CNN Türk'te ifadesini bulan yaklaşımı, TÜSİAD'ın ve Koç Holding'in pozisyonu bu perspektif dâhilinde ele alınmalıdır.

22.              Nitekim, darbe girişiminin yenilmesi burjuvazinin iç savaşının dinamiklerini ortadan kaldırmamıştır. 15 Temmuz sonrası Batıcı-laik burjuvazi ve İslamcı burjuvazi arasında bir pat durumu adeta bir ikili iktidar ortaya çıkarmıştır. Bir süre Yenikapı mutabakatı adı altında, Erdoğan ve AKP iktidarının laik duyarlılıkları kaşımaktan kaçındığı, parlamenter sistemi kabul edip başkanlıktan vazgeçmiş göründüğü, karşısında da ordunun ve CHP'nin başını çektiği Amerikan muhalefetinin darbe karşıtı retoriği benimsediği, ancak her iki kampın da kozlarını saklı tutup birbiri aleyhinde mevzi kazanmaya çalıştığı bir denge durumu oluşmuştur. Bu denge durumunun temel direğini borsa ve doların istikrarı yani burjuvazinin sermaye birikiminin sürekliliğine verdiği birincil önem oluşturuyordu. Bu temelde Devrimci İşçi Partisi Yenikapı mutabakatını bir "dolar ve borsa mutabakatı" olarak tanımlamıştır ve başından itibaren işçi sınıfını bu mutabakatın gerici karakteri konusunda uyarmıştır.

23.              Nitekim Erdoğan ve AKP, ordu üzerinde yeterli denetime sahip olmasa da, 15 Temmuz'la MİT'in güvenilirliği ciddi şekilde sarsılsa da yürütme, yasama ve yargı üzerindeki etkisiyle mevzilerini genişletmeye, 20 Temmuz'da ilan edilen OHAL'i bu doğrultuda kullanmaya başlamıştır. Mevzilerini genişlettikçe, laiklik ve parlamenter demokrasi konularında ihtiyatlı tutumunu terk etmiştir. Dengeyi kendi lehine bozmaya yönelmiş, cemaatle mücadelenin yerine adım adım tüm muhalefeti sindirme politikasını geçirmiştir. Kürt hareketine ve sola saldırırken, Batıcı-laik burjuvaziden ciddi bir itiraz yükselmemektedir. Diğer taraftan ordunun yapısında kalıcı değişikliklere gidilmesi ve Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyon gibi başlıklarda Erdoğan ve AKP iktidarının yaptığı hamleler Türkiye siyasetindeki gerilimi yeniden arttırmış, fay hatları yeni bir deprem doğuracak şekilde enerji biriktirmeye başlamıştır. Devlet Bahçeli, başkanlık tartışmalarını yeniden gündeme getirerek önce üstü kapalı şekilde sonra açıkça bir ikinci darbe olasılığına dikkat çekerek anayasa ihlali niteliğinde olan mevcut fiili durumun hukukileştirilmesini savunmuştur. İlk öncü sarsıntı Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyonlarla 10 Kasım arasında kendini göstermiştir. Bu dönemde yayınlanan CHP Parti Meclisi bildirisi "Saray ve AKP yöneticilerini" terör örgütlerine yardım ve yataklık yapmakla, ülkenin bekasına yönelik tehdit oluşturmakla suçlayacak kadar ileri gitmiştir. Bu sertlikte bir muhalefetin, parlamenter nitelikte olmadığı açıktır. Nitekim aynı döneme denk gelecek şekilde TSK'nın resmi sitesinden halkı 10 Kasım günü Anıtkabir’e çağırması siyasi gerilimin hızla askeri biçimler alabileceğine yönelik ciddi bir işaret olarak görülmelidir. 10 Kasım günü halkla yapılacak etkinlik ertelenmiş ve kuvvet komutanları Şırnak'ta askeri teftiş faaliyetine gitmişse de bu süreçte neler yaşandığı hâlâ açıklanmaya muhtaçtır.

24.              Hâkim sınıflar arasındaki borsa ve dolar mutabakatı bu şekilde ortadan kalkınca, dövizin hızlı yükselişi ile piyasalar istikrardan uzaklaşmıştır. Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi arasındaki tek köprü Suriye ve Irak'taki askeri girişimlerdir. Ancak Suriye ve Irak politikasının izleyeceği rota, burjuvazinin iç savaşının temel sorununu yani Batı emperyalizmi ile stratejik bütünleşme yönelişinin sorgulanmasını ciddi şekilde gündeme getirmektedir. Erdoğan ve AKP'nin Sünni İslam dünyasına yönelik yaptığı başına  buyruk hamleler ve Rusya ile birlikte attığı her adım Batı emperyalizmi ile ilişkileri germekte, tersi yönde atılan adımlar ise Türkiye'nin bölgedeki askeri manevralarını tehlikeye sokmaktadır. TÜSİAD, Avrupa Birliği ve ABD emperyalizminden kopmak pahasına izlenecek bir politikaya rızası olmadığını sert bir açıklama ile duyurmuştur. TSK ise sahadaki askeri gereklilikler dolayısıyla Rusya ile koordinasyon içinde olmaya itiraz edemez; tam tersine bunun gerekliliğini en iyi bilen ve yaşayan, ordudur. Ne var ki bu politikanın ilerleyerek Türkiye-NATO ve Türkiye-AB ilişkilerini geri dönüşsüz bir noktaya taşımasına en sert tepkiyi de NATO ordusu TSK'nın vermesi kuvvetle muhtemeldir.

25.              10 Kasım krizinin aşılma biçimi Türkiye'nin Suriye ve Irak'taki askeri girişimlerinin merkezi bir politik önem taşıdığını göstermektedir. 10 Kasım'ı iptal eden kuvvet komutanlarının Şırnak'ta birlikleri teftişe gitmesi sembolik olarak Erdoğan ve AKP iktidarı ile ordu ve Batıcı-laik burjuvazi arasındaki tek mutabakatın Musul bağlamında petrol açılımı ve Kürt kantonlarının birleştirilmesini önlemek bağlamında Fırat Kalkanı operasyonu olduğunu göstermektedir. Savaşan ordu, 15 Temmuz'dan sonra yerle yeksan olan prestijini toparladığını düşünmektedir. Erdoğan ise savaş kazanmış bir lider olarak iktidarını perçinlemek istemektedir. Bunun yanında kendi iktidarına tehdit olarak gördüğü orduyu ve muharip komutanları Ankara'dan uzak hatta sınır dışında bulundurmaktan da memnundur. Ancak Erdoğan ve AKP ile ordu arasındaki Musul-Suriye mutabakatı son derece kırılgandır. Bu mutabakat ancak sürekli askeri kazanımlara eşlik eden siyasi ve diplomatik başarılarla kalıcı olabilir. Başarısızlık durumunda ise hızla çökmesi muhtemel bir yapı mevcuttur.

26.              Türkiye'nin Musul'a girmesi ve bölgeyi nüfuzu altına sokarak Kürt petrolleri üzerinde hâkimiyet kurması sadece Barzani güçleri ile ittifak ederek başarılamayacaktır. Erdoğan ve AKP'nin mezhepçi siyaseti Türkiye'nin karşısında Irak hükümeti ve İran'dan oluşan güçlü bir cepheyi konsolide etmiş, Barzani dışında Kürt hareketini düşman olarak gören politikası ise bu cepheye Kürtleri de katmıştır. Şengal'deki Kürt güçler Haşdi Şabi'nin unsuru haline gelmiştir. Haşdi Şabi ise Irak hükümeti tarafından resmi milis gücü olarak kabul edilmiştir. Türkiye'nin askeri gücünü NATO ordusu olarak bölgeye ihraç etme politikası henüz ABD nezdinde de karşılık bulmamaktadır. Bu koşullarda Türkiye'nin, Musul cephesinde etkin olma şansı büyük ölçüde zora girmiştir.

27.              Türkiye'nin Suriye'deki askeri ilerlemesi, zamanla kazanılan mevzilerden daha çok bu bölgede kalmanın maliyetiyle gündeme gelmeye adaydır. TSK bölgede güvenilmez ÖSO güçleriyle birlikte operasyon yürütmekte, giderek daha fazla bu çetecilerin yerine kendi askeri personelini ikâme etmek zorunda kalmaktadır. Bu da operasyonun askeri, siyasi ve sosyal risklerini, maliyetlerini arttırmaktadır. El Bab operasyonu Türkiye'nin bölgede ancak Rusya'nın icazetiyle operasyon yürütebileceğini kanıtlamıştır. TSK'nın Rusya'nın çizdiği sınırların dışına çıkmaya yöneldiği aşamada Suriye ordusu tarafından vurulması tipiktir. Öte yandan Türkiye Rusya ile birlikte yürüdükçe bölgedeki taşeronu olan mezhepçi ÖSO güçleri ile ilişkisi istikrarsız bir hal almak durumundadır. Rojava'da Kürt bölgesinin El Bab üzerinden birleşmesi engellense de Türk ordusu güvenli bir tampon bölge yaratmak üzere Suriye'ye girmişken kendini bir anda üç tarafı kuşatılmış bir pozisyonda bulmaktadır. Fırat Kalkanı'nın Fırat kapanına dönüşmesi olarak adlandırılabilecek bu süreç, zaman içinde ciddi bir askeri, siyasi ve diplomatik felaketle sonuçlanabilir. Böyle bir durumda oluşacak yüksek siyasi maliyeti kimin ödeyeceği sorusu, cevabını barışçıl olmayan biçimler alabilecek sert bir mücadele içinde bulacaktır.

28.              Türkiye, burjuvazinin iç savaşının giderek keskin biçimler alacağı bir döneme doğru gitmektedir. Dolar ve borsa mutabakatının çökmesiyle birlikte bu iç savaş tayin edici bir hesaplaşmaya doğru sürüklenmektedir. AKP'nin MHP ile birlikte “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı altında yapmaya çalıştığı anayasa değişikliği, Türkiye'de bir istibdad rejimi inşasının en somut adımlarından biridir. Türkiye'de mevcut eli sopalı burjuva parlamentarizmi daha da gerici nitelikte, adeta meşruti monarşik bir rejime doğru dönüştürülmektedir. Bu gidişatın karşısına Batıcı-laik burjuvazi tarafından çıkarılan alternatifin parlamenter demokrasinin ihyası olduğunu düşünmek saflıktır. Burjuvazinin iç savaşının geldiği aşama, iktidarın düzenli ve barışçıl değişimini giderek daha az gerçekçi kılmaktadır. Batıcı-laik burjuvazi, Erdoğan ve AKP iktidarını Batı emperyalizmi ve Avrupa Birliği çizgisinde tutmak, ekonomide ve siyasetteki gücünü tamamen yitirmemek için elindeki parlamenter mekanizmaları yitirdikçe açıkça yeni bir darbeyi destekleyebilir.

Burjuvazinin iç savaşı Türkiye'yi bir tarafta başkanlık sistemi adı altında meşruti monarşik bir istibdad rejimi ile diğer tarafta NATO'cu bir askeri diktatörlük tehdidi arasında sıkıştırmıştır. Hâkim sınıflar kendi iç mücadelelerinde halkı kendi yanlarında taraflaştırmaya, her türlü provokasyonu yapmaya ve son tahlilde halkı birbirine kırdırmaya hazırdır. Bu anlamda Türkiye'de ciddi bir gerici iç savaş tehlikesi de mevcuttur. 15 Temmuz gecesi yaşanan 24 saatlik mini iç savaş bunun provası olmuştur. Bu iç savaş tehlikesi çerçevesinde faşizm tehlikesi, AKP'nin AK milislere dayanarak kendini faşist bir harekete dönüştürmesi, MHP'nin iç savaş koşullarını kendi lehine kullanması ya da bu ikisinin melez ve iç içe geçmiş biçimleriyle kendini gösterebilir. AKP, Gezi sonrası başlattığı bir sokak gücünü inşa politikasını 15 Temmuz’dan sonra kendine bağlı paramiliter milisler oluşturmanın yanı sıra ordu içinde kendine yakın birlikler yaratma çabasına dönüştürdü. Osmanlı Ocakları’ndan Kürt Hizbullahı’na ve sınırötesindeki Türkmen birliklerine kadar bir dizi odak milis gücü olarak geliştiriliyor. Özel Kuvvetler Komutanlığı’na eleman alımının ise bir “pretor ordusu”, yani doğrudan doğruya bir siyasetin uzantısı haline gelmiş bir ordu birliği için bir yöntem olması olasılığı yüksek. SADAT adlı şirketin Erdoğan’ın danışmanı olarak bu askeri güç oluşturma çabasında önemli bir rol oynaması çok yüksek bir olasılık. Türkiye'de burjuvazinin şu ya da bu kanadına hangi gerekçe ile olursa olsun destek vermek, işçi sınıfı için ya kırk katır ya da kırk satır anlamına gelen alternatiflerin değirmenine su taşımak demektir. Türkiye'de burjuvazinin, sağcı-solcu partileriyle, cemaatleriyle, sivil toplum örgütleriyle ya da silahlı kuvvetleriyle getireceği bir demokrasi yoktur. Batı emperyalizminin de buna paralel olarak Türkiye'de demokrasinin yeniden tesisi ya da demokratik hak ve özgürlüklerin korunması gibi bir hedefi ya da önceliği yoktur. Hâkim sınıfların tüm kanatları kendi askeri ya da sivil görünümlü müstebid iktidarları aracılığıyla işçi sınıfının tüm hak ve kazanımlarına taarruz edecektir. Sadece bu taarruzun biçimi ve görünümü değişebilir. Her durumda işçi sınıfı tehdit altındadır.

29.              Somut ve acil olarak OHAL'in kaldırılması ve OHAL dönemindeki hak ihlallerinin telafi edilmesi talepleri mücadelemizde öne çıkacaktır. OHAL'in kaldırılması talebi yakın dönemde başkanlık sistemine karşı mücadeleyle iç içe geçecektir. Ancak gerek OHAL'in kaldırılması talebi gerekse de başkanlık sisteminin engellenmesi hiçbir şekilde Erdoğan ve AKP'nin sağduyusuna seslenerek ya da Amerikan muhalefetinin ya da emperyalist dünyanın baskılarına bel bağlayarak gerçekleştirilemez. Bu koşullarda temel hak ve özgürlükleri koruyup geliştirebilecek, Türkiye'yi gerici bir iç savaştan ve dışarıda felaket getirecek askeri maceralardan koruyabilecek tek alternatifi, işçi sınıfı bağımsız bir cephe oluşturarak yaratmak zorundadır.

 

Türkiye'de anti emperyalist ve enternasyonalist mücadelenin önemi

30.              Türkiye'nin içine sürüklendiği siyasi kriz, uluslararası konjonktür ve bölgesel gelişmelere kopmaz biçimde bağlıdır. ABD emperyalizmi başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler Türkiye'deki siyasi krize müdahil durumdadır. 15 Temmuz darbe girişimi açıkça ve alenen ABD ve NATO tarafından desteklenmiştir. Bugün yeni bir darbe tehlikesini tartıştığımız bir ortamda ABD'nin üst düzey bir askeri yetkilisinin TSK'nın Genelkurmay karargâhına yerleştirilmiş olduğu, İncirlik Üssü'nün açık ve aktif olduğu gerçeği göz ardı edilerek bir siyasi tahlil yapılamaz. Avrupa Birliği, Türkiye'yi ilişkileri kesmekle, Erdoğan ve AKP iktidarı ise Avrupa'yı Suriyeli göçmenleri sınırlardan salmakla tehdit etmektedir. ABD, Rojava'da Kürtlerle işbirliği yaparak Türkiye'yi sıkıştırmakta, Erdoğan ve AKP iktidarı Rusya ile yakınlaşma manevralarıyla pazarlık gücünü arttırmaya çalışmaktadır. Bu durumda Erdoğan ve AKP iktidarının emperyalizmden kopmadan ona karşı bir pazarlık stratejisi izlediği, burjuva muhalefetinin ise tamamen ABD ve Avrupa emperyalizminin çizgisinde olduğunu, bu anlamda bizim “Amerikan muhalefeti” tanımımızı sonuna kadar hak ettiğini görmekteyiz. Bu bağlamda taraflar retorik düzeyde kendisini nasıl ifade ederse etsin, özellikle Erdoğan ve AKP kanadı ne kadar Batı karşıtı bir demagojiye sarılırsa sarılsın Türkiye'de burjuvazinin içinde anti-emperyalist bir kanat yoktur. Oysa Türkiye'nin emperyalizmden kopması, önündeki siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları çözmesinin biricik gereğidir. Bu gereği yerine getirecek olan, anti-emperyalist mücadeleyi işçi sınıfının bağımsız cephesinden başka hayata geçirebilecek bir sosyal güç bulunmamaktadır.

31.              Bu çerçevede Devrimci İşçi Partisi, Türkiye'nin NATO'dan çıkması, İncirlik başta olmak üzere emperyalist üslerin kapatılması, nükleer silahlara el konması talepleriyle yükselttiği anti-emperyalist mücadele programını daha da ilerleterek işçi sınıfına mâl etmek için mücadele edecektir. Anti-emperyalist mücadele asla bir nostalji konusuna ya da emperyalistlerin suçlarına karşı ahlaki bir tepkiye indirgenemez. Anti-emperyalist mücadele işçi sınıfı siyasetinin vazgeçilmez bir unsuru, pratik ve somut bir gerekliliğidir. Anti-emperyalist mücadele hattı emperyalizmin askeri varlığına ve girişimlerine muhalefet etmeye de indirgenemez. Emperyalizmin burjuva muhalefetini ve basınını demokrasi ve özgürlükler maskesi altında kendi çıkarları için kullanmasına karşı işçi sınıfını sürekli uyarmak, Amerikan muhalefetiyle, Avrupa emperyalizminin fonlarla ihya ettiği derneklerle ve vakıflarla, bunların sol içindeki uzantılarıyla mücadele anti-emperyalist mücadelenin mutlak bir gerekliliğidir. Bu mücadele Erdoğan ve AKP'nin sahte Batı karşıtlığının teşhiri ile el ele yürümelidir.

32.              Enternasyonalizm, anti-emperyalist mücadele hattının temel direği olmak zorundadır. Milliyetçilik ve mezhepçiliğe bulaşmış politikalar emperyalizme hizmet etmektedir. Türkiye'de Kürt düşmanlığı sosuna batırılmış Amerikan karşıtlığı, ABD'den Kürtleri ezmek için yeşil ışığı gördüğü her aşamada rezilce bir emperyalist uşaklığına dönüşmektedir. Dahası Kürt düşmanı politikalar emperyalizme karşı Türk ve Kürt halklarının kardeşlik içinde omuz omuza inşa etmesi gereken cepheyi daimi olarak dinamitlemektedir. Kürt halkını sürekli olarak nihayetinde kendi katilleri olan emperyalistlerin saflarına doğru itmektedir. Mezhepçi politikalar da aynı etkiyi yaratmaktadır. Türkiye'de anti-emperyalist mücadelenin en önemli potansiyel güçlerinden biri olarak görülmesi gereken Aleviler, Erdoğan ve AKP iktidarının mezhepçi siyaseti karşısında bir öz savunma konumuna itilmektedir. Mezhepçilik karşısında, denize düşenin yılana sarılması gibi CHP'ye ve CHP aracılığıyla da emperyalizme doğru savrulan Alevi halkını anti-emperyalist mücadeleye kazanmak mezhepçiliğe karşı sert ve uzlaşmaz bir mücadeleyi gerektirmektedir. Ortadoğu halkları milliyetçilik ve mezhepçiliğin etkisiyle paramparça olduğu halde yıllardır emperyalizme ve onun bölgedeki bekçisi Siyonizme sayısız darbe vurmuştur. Türk, Kürt, Arap ve İran halklarının emperyalizmi yenecek gücü vardır. Enternasyonalizm bu gücü en güçlü ve birleşik şekilde seferber edecek yegâne politikadır.

33.              Devrimci İşçi Partisi, Kürt siyasi hareketinin emperyalizmle ittifak yönelişini ciddi ve somut şekilde eleştirmekte ve bu siyasete açıkça karşı çıkmaktadır. Türkiye'de demokrasi ve özgürlükler adı altında ABD ve Avrupa emperyalizminin kanatları altına giren bir muhalefeti asla kabul etmiyoruz. Bununla birlikte Kürt hareketine siyasi eleştirilerimiz ve emperyalizmin bölgede varlığını arttırmasına karşı net duruşumuz bizi Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunmaktan ve Kürt halkının maruz kaldığı sömürgeci baskılara karşı çıkmaktan hiçbir zaman alıkoymamıştır bundan sonra da alıkoymayacaktır. Devrimci İşçi Partisi, Kürt halkının meşru hak ve taleplerini savunmadan Ortadoğu'nun en büyük mücadele geleneklerinden birine sahip olan bu halkı anti-emperyalist cepheye katmanın mümkün olmadığının altını çizmektedir. Bu anlamda anti-emperyalizm de halkların kardeşliğini savunmanın ve enternasyonalizmin temel bir gereği haline gelmektedir. Zira emperyalizmin bölgedeki varlığını ve etkinliğini arttırması Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına bir tehdittir. Devrimci İşçi Partisi'nin "Anti-emperyalist olmadan halkların kardeşliği savunulamaz" başlıklı bildirisi bu doğrultudaki siyasetimizin üslup ve yönelişi açısından yol gösterici bir örnektir.

34.              Türkiye'de burjuvazinin iç savaşı, toplumu gerici, ırkçı ve mezhepçi bir kutuplaşmaya ve bu doğrultuda somut bir olasılık olarak beliren bir iç savaşa doğru sürüklemektedir. Devrimci İşçi Partisi, bir halklar boğazlaşması ya da Türkiye'nin topyekûn Suriyeleştirilmesi gibi adlandırılabilecek böyle bir gelişmeye karşı anti-emperyalist mücadelenin yükseltilmesini kritik ve vazgeçilmez bir görev olarak benimsemektedir. Türkiye toplumunu saran çelişkilerin sertliği ve keskinliği ortada iken içi boş barış ve empati çağrılarının hiçbir gerçekçiliği yoktur. Halkların gerici nitelikteki boğazlaşmasının alternatifi gerçek ve ortak düşmana karşı yani emperyalizme ve burjuvaziye karşı daha büyük bir mücadelenin öne çıkarılmasıdır. İsrail ve ABD'den daha fazla Alevi'ye ve Şii'ye düşmanlık eden Siyasal İslamcı'nın, Kürtleri ezmek için ABD ve İsrail'e hizmet etmeye hazır MHP'li, BBP'li ya da Vatan Partili milliyetçinin ya da demokrasi ve özgürlükler adına ABD ve Avrupa emperyalizmine dilekçe üzerine dilekçe gönderen sözde solcuların karşısına hangi partiye oy vermiş olursa olsun, hangi dilden, inançtan olursa olsun işçi sınıfını ve emekçileri sermayeye ve emperyalizme karşı birleştiren bağımsız bir cepheyle çıkmaktan başka yol yoktur.

 

Kürt sorununda emekçi çözümü

35.              2015 yılının ikinci yarısından itibaren Kürt sorununda, 1993 konseptine benzer bir yeni döneme girildiği tespitini yapmış ve bu dönemi 2015 konsepti olarak nitelemiştik. DAİŞ'in Kürt siyasi hareketini sindirmek üzere bir araç olarak kullanıldığı ardı ardına bombaların patladığı, Tahir Elçi'nin katledilmesi, Demirtaş'a suikast girişimi gibi olayların yaşandığı süreç adım adım savaşın sertleşip yaygınlaştığı bir sürece evrildi. Kürt hareketinin çözüm sürecine yeniden dönülmesi çağrıları karşılık bulmadığı gibi partimizin erken bir aşamada tespit ettiği Sri Lanka çözümü olasılığına benzer şekilde şehir ve ilçe merkezlerinin yerle bir edildiği askeri operasyonlar ve ablukalar yaşandı. 1993 konsepti 1994 yılında DEP milletvekillerinin meclisten gözaltına alınıp tutuklanmasıyla ilerlemişti. 2015 konsepti de 2016 yılında HDP eşbaşkanları ve milletvekillerinin tutuklanmasıyla benzer bir yola girdi. DBP'li belediyelere kayyım atanması ise Kürt halkı nezdinde hiç kuşkusuz sömürge valilerinin başa getirilmesi manası taşımaktadır. Nihayet savaşın yükselmesiyle ölümler arttıkça HDP'ye yönelik fiziki saldırılar da artmakta, Kürt halkı sivil çetelerin katliamlar için provoke edilmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır.

36.              2015 konsepti "çözüm süreci" olarak adlandırılan politikanın mutlak bir alternatifi olarak gündeme gelmemiştir. Çözüm ya da barış adlarıyla anılan sürecin özünde Kürt petrollerine ulaşmayı ve bunun bir parçası olarak Kürt siyasi hareketini çok yönlü biçimde tasfiye etmeyi hedeflediğini başından itibaren açıkça ortaya koymuş bulunuyoruz. Türkiye burjuvazisi açısından bu siyasi hedefler yerli yerinde durmaktadır. Değişen, bu hedeflere nispeten barışçıl yöntemlerle, diyalog ve müzakereyle ulaşma perspektifinin yerini açık şiddet biçimlerinin ve savaşın almasıdır.

37.              Kürt siyasi önderliğinin bir bütün olarak petrol açılımında Kürt burjuvazisinin önceliklerini esas aldığı, bu süreci AKP iktidarı ile ve MİT başta olmak üzere devletin temel kurumlarıyla birlikte yürüttüğü bugün açıkça belgeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu perspektif Gezi ile başlayan halk isyanı gibi kritik dönemeçlerde Kürt hareketini, süreci sürdürmek amacıyla AKP'nin iktidarda kalmasına öncelik vermeye yöneltmiştir. Bugün Kürt siyasi önderliği bu pozisyonlarını AKP'yi yeniden çözüm masasına ikna etmek için gündeme getirmektedir. Kürt siyasi önderliği, "en kötü zamanda bizim sayemizde iktidarda kaldınız, karşılığını verin" argümanını sıklıkla kullanmıştır. Demirtaş'ın "seni başkan yaptırmayacağız" söylemi bu politikadan kopuşu gündeme getirmişse de bu politika değişikliği niteliksel bir dönüşümü beraberinde getirmemiştir. Erdoğan ve AKP'nin petrol açılımında metot değiştirmesi, askeri yöntemlerle birlikte MHP ile ittifakı benimsemeye başlamasıyla, Kürt hareketinin pozisyonu da değişmiş ancak bu değişim adım adım Kürt hareketinin Amerikan muhalefetine yedeklenmesiyle sonuçlanmıştır. Bu yöneliş, Rojava'da, ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi ile kurulan yakın ittifak ilişkisiyle de perçinlenmiştir.

38.              Emperyalizmin Kürt sorununun çatışmalı biçimlerde ilerleyişini kendi çıkarları lehine nasıl kullandığı açıkça görülmeden doğru bir çözüm perspektifi ortaya konamaz. Savaşın yükselmesiyle hem Türkiye devleti hem de genel olarak Kürt hareketi giderek daha fazla emperyalizmin nüfuzuna girmiştir. Fırat Kalkanı'nın ABD'ye karşı yapılmış bir operasyon olduğu değerlendirmeleri tam bir safsatadır. Fırat Kalkanı girişimi Türkiye ve ABD'nin ortak bir girişimi olarak başlamıştır. ABD, YPG'nin Mınbiç'ten Fırat'ın doğusuna çekilmesi için Türkiye ile işbirliği halindedir. Bu işbirliği TSK ve ABD ordusu temsilcilerinin YPG'nin çekilmesini teftiş etmek üzere Mınbiç'e gitmesiyle tescillenmiştir. Fırat Kalkanı TSK'yı doğu ve batıdan YPG'nin başını çektiği SDG güçleri, güneyden de Suriye ordusu ve DAİŞ'le kuşatılmış bir pozisyona sokmuştur. Bu pozisyonda ABD ile karşı karşıya gelecek bir politika izlemek TSK ve ÖSO açısından mutlak bir askeri yenilgi anlamına gelebileceğinden, Fırat Kalkanı, ABD için Türkiye'yi kendi çizgisinde tutmanın bir vesilesi haline gelmiştir. Rojava'da benzer bir durum Kürt hareketi için geçerlidir. Kobani kuşatmasının kırılmasından başlayarak Rojava'da ilerledikçe ABD ile askeri ve siyasi ittifakını geri dönmesi zor bir düzeye çıkaran PYD, kendini kazanımlarını korumak için ABD'ye muhtaç hale düşürmüştür. ABD, Kürt savaşının yükselmesi vesilesiyle çok yönlü olarak askeri ve siyasi mevzilerini genişletip güçlendirirken, bu savaşın tüm maliyeti ise bölgenin halkı ve Kürt emekçileri başta olmak üzere tüm Türkiye'nin emekçi halkı tarafından ödenmiştir ve ödenmektedir. Bu koşullar altında Devrimci İşçi Partisi'nin "Kürtlerle barış, ABD'yle savaş" şiarı geçerliliğini korumaktadır. Türk ve Kürt halkları arasındaki kardeşlik köprüsü, ulusların kendi kaderini tayin hakkı prensibi ile birlikte ortak düşmana karşı mücadele içinde perçinlenecektir. Ancak bu her durum ve şartta Kürt hareketi ile siyasi bir ittifak kurulmasının zorunlu olduğu anlamına gelmez. Emperyalizm tarafından ezilen başka halkların aleyhine sonuçlar doğuracak hiçbir ittifak enternasyonalizm çerçevesinde  değerlendirilemez.

39.              Kürt sorununun çözümü ancak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı temelinde ele alınabilir. Devrimci İşçi Partisi ilkesel olarak bu hakkı desteklemektedir. Türkiye sömürgeci burjuvazisi kadar ABD emperyalizmini de bu hakkın karşısındaki bir güç olarak görmektedir. Türkiye'nin Batısı'nda işçi ve emekçilerin milliyetçi bir propagandayla Kürt halkına karşı kışkırtılmasına karşı DİP, halkların kardeşliğini her koşul ve şart altında savunur. Halkların kardeşliği mücadelesini anti-emperyalist mücadele ile birlikte yürütür. Kürt sorununun çözümü içeride Türkiye'nin sömürgeci burjuvazisine, dışarıda emperyalizme bırakılamaz. Devrimci İşçi Partisi, Kürt sorununun eşitlik ve özgürlük temelinde çözülmesi için enternasyonalist bir sınıf perspektifiyle, Ortadoğu Sosyalist Federasyonu programı doğrultusunda mücadele eder. Bu doğrultuda, Kürt halkının içinden çıkacak anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-kapitalist nitelik taşıyan her türlü siyasi eğilimi desteklemeyi kendine görev bilir.

 

Ekonomik krize karşı işçi sınıfının alternatifini yükseltmek

40.              Türkiye'de bağımsız bir işçi sınıfı cephesi inşa etmenin yolu ekonomik kriz koşullarında işçi sınıfının temel kazanımlarını savunmaktan geçmektedir. Bu doğrultuda Devrimci İşçi Partisi'nin 2015 yılı Aralık ayından başlayarak "Parola 657, İşaret 1900, hedef 2 milyon" şiarıyla gerçekleştirdiği kampanyada ifadesini bulan, kıdem tazminatını bir kırmızı çizgi ve genel grev sebebi olarak savunan, kamu çalışanlarının iş güvencesinin kaldırılmasına karşı çıkan, taşeron çalıştırmanın yasaklanması ve işçi sınıfının insanca yaşayacak bir ücret ve sosyal haklar taleplerini öne çıkaran mücadele çizgisi her adımda güncellenerek ve geliştirilerek sürdürülmelidir. Bireysel emeklilik soygunu, ulusal varlık fonu gibi başlıkların yanı sıra emek gücü piyasasında esnekleştirme ve kuralsızlaştırmayı yaygınlaştıran tüm uygulamalara ve krizin kaçınılmaz olarak gündeme getireceği kitlesel işten çıkarmalara karşı en geniş mücadele birlikteliğini sağlamak önceliğimizdir. En gerici sendikada bile çalışmak, tabandaki mücadeleci damara ulaşıp açığa çıkarmak ilkemizdir. Kendini solda gösteren sendikal yapıların, sol değil CHP ve/veya HDP'nin etki alanında olan sendikalar olduğunu görmek ve bu sendikalara sahip olmadıkları bir ilericilik atfetmeden bu sendikalarda da bürokrasi karşıtı mücadeleyi yükseltmek önemlidir. Yine bu sözde sol bürokratik yapılara karşı tabandan yükselen tepkilerin milliyetçi değil sınıf mücadeleci bir yöne akması da görevlerimizdendir. En geniş sınıf cephesi, sendika bürokratlarının diplomatik girişimleriyle değil tabandan ve sınıfın acil talepleri üzerinden yükselecek bir mücadeleyle sağlanabilir. Devrimci İşçi Partisi sendikal yapılarla ilişkilerini bu perspektife bağlı olarak sürdürür.   

41.              2015 yılının metal grevlerinin bıraktığı mücadele tortusu 2017 yılının mücadeleleri için önemli bir potansiyel olarak varlığını sürdürmektedir. EMİS'le grup sözleşmeleri sürecinde kendini gösteren işçi mücadeleleri, MESS grup sözleşmeleri bağlamında yaşanacak olan, 2015 fiili metal grevlerinin yarım bıraktığı büyük hesaplaşmanın habercisidir. 2017 yılının ilk aylarından itibaren somut biçimleriyle gündeme gelecek olan bu mücadelenin Türkiye'nin içinden geçtiği çalkantılı siyasal süreçle üst üste gelmesi ayrıca önemlidir. MESS grup sözleşmeleri yeniden Türk Metal'e karşı bir isyan dalgasını tetikleyebilir, şayet Renault'da Birleşik Metal yetki alarak sözleşme sürecine girerse 80 sonrası 12 Eylül cuntası, Koç Holding ve Türk Metal işbirliği ile oluşturulmuş DİSK'in etkisizleştirilmesine dayanan gerici sendikal statükonun derinden sarsılması söz konusu olabilir. Tofaş fabrikasında Çelik-İş'in konumu ise Çelik-İş'in genel işbirlikçi pratiğine göre değil, bu fabrikanın fiili metal grevlerinden bugüne taşıdığı mücadele pratiğine bakılarak değerlendirilmelidir. Tofaş'ın Koç Holding'in önemli fabrikalarından olması sözünü ettiğimiz gerici statükonun parçalanmasında bu fabrikayı belki de Renault'dan daha stratejik bir konuma yerleştirmektedir. Sendikal yetkinin el değiştirmesi noktasına gelmese de Ford'dan Türk Traktör'e, Arçelik'ten irili ufaklı sayısız fabrikaya kadar 2015'in anısının taze olduğu ve yeni sınıf mücadelelerinin bizi beklediği görülmelidir. Bu mücadeleler bir kez daha burjuvazinin siyasi hegemonyası altındaki sanayi işçilerini önce MESS'le ve kendi patronlarıyla sonra da kaçınılmaz olarak MESS'in arkasında yer alacak olan Türkiye'deki siyasi iktidarla karşı karşıya getirecektir. Bu karşı karşıya gelişte işçiler muhafazakâr eğilimler gösterebilir. Ancak işçi sınıfı devrimcileri sınıfa karşı muhafazakâr olmamalıdır. Devrimci İşçi Partisi, sınıfın gösterdiği geri eğilimleri mücadele içinde düzeltmeyi benimsemektedir. Sınıfın siyasi bağımsızlığını, sendikal alanda elde edeceği başarılara yaslanarak kazanmaya başlayacağını görmek gerekir. Siyasi olarak çelişik ve karmaşık biçimler alabilecek olan işçi sınıfı mücadelesinin bu haliyle bile Türkiye'nin karşı karşıya olduğu siyasi krizi çözebilecek tek potansiyel olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır. Mücadele içinde adım adım ve sabırla işçi sınıfının sendikal ve siyasal bağımsızlığını kazanması için mücadele edilmelidir. Bu doğrultuda mümkün olan her yerde fabrika komitelerinin kurulması, işçilerin taban inisiyatiflerinin güçlendirilmesi ve mücadelenin gidişatını belirleyecek bir güce kavuşturulması temel perspektifimizdir. Bu perspektif, mücadelenin çıkardığı öncü işçi kuşağının ve bu kuşağın bir parçası olarak devrimci işçilerin sendika yönetimlerinde etkin hale gelmesiyle birleştirilmelidir.

42.              İşçi sınıfının sendikal mücadelesini en yüksek seviyeye ulaştırmak ve kazanımlarla ilerlemesini sağlamak tek başına sınıf mücadelesinin ekonomik sınırları aşmasını sağlamayacaktır. İşçi sınıfının ekonomik sorunlardan hareket ederek tüm ulusu kendi hegemonyasında birleştirerek toplumun karşılaştığı tüm sorunların çözümü için bir odak haline gelmesi gerekmektedir. Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi'nin karar altına aldığı "dövizin yasaklanması, borsanın kapatılması, Türkiye'nin Gümrük Birliği'nden çıkması, özelleştirilen işletmelerin, stratejik sektörlerin ve bankaların kamulaştırılması" gibi geçiş önlemlerini içeren "Emekçi halkın krizden çıkış programı" önümüzdeki dönemde yol gösteren temel bir belgedir. "Fabrikalar, Bankalar Devletin! Devlet İşçinin!" şiarı ekonomik ve siyasi krize karşı Devrimci İşçi Partisi'nin iktidar perspektifini formüle etmektedir.

 

Devrimci İşçi Partisi'nin yolu

43.              Büyük toplumsal çalkantılar, her an politik sapmalara yol açabilecek sert rüzgârların esmesine neden olmaktadır. Burjuvazinin ideolojik politik saldırılarını ifade eden bu sert rüzgârlar gerek zamana yayılan aşındırma etkisiyle gerek kritik dönemeçlerde hareketleri savurma yönüyle Türkiye sosyalist hareketini felç etmiş durumdadır. Bir tarafta CHP kuyrukçuluğu öte yanda HDP'ye iltihak politikası sosyalist hareketin alameti farikası olan sermayeye karşı sınıf mücadelesinin yerine sermayenin kuyruğunda muğlak bir demokrasi mücadelesini, emperyalizme karşı mücadelenin yerine ise emperyalizmden medet uman bir özgürlük arayışını ikame etmiştir. İşçi sınıfının yaralarına merhem olacak, emekçi halkı içinde bulunduğu karanlıktan çıkaracak olan, sefalet içindeki bu solun birliği olamaz. Bugün onlarca sol, devrimci demokrat, sosyalist fraksiyon, parti ve yapıdan bahsedilmektedir. Ancak aynı zamanda hem anti-emperyalist hem de enternasyonalist bir politika izleyen, ekonomik kriz karşısında borsa ve döviz spekülasyonunun devlet eliyle engellenmesi, dış ticaret tekeli, kamulaştırma gibi politikaları benimseyen tek bir parti vardır ve bu parti Devrimci İşçi Partisi'dir.

44.              Devrimci İşçi Partisi, solun, sosyalizmin ve işçi hareketinin üzerindeki burjuva hegemonyasına karşı teorik politik mücadeleyi en etkin ve kararlı biçimde sürdürmeyi kendi önüne bir görev olarak koymaktadır. Ancak bu görevin, devrimci Marksizm'le donanmış bir kadro birikimini sağlamadan, sınıf içinde örgütlenmeden ve doğru bir siyasal hattı somut olarak sınıfın içinde inşa etmeden gerçekleştirilmesi mümkün değildir.

45.              Devrimci İşçi Partisi, solun içindeki bu biricik konumunun öneminin farkındadır. Ancak bunu bir böbürlenme vesilesi olarak görmemekte, sınıf mücadelesinin genel bir zaafı olarak değerlendirmektedir. Bu zaafın giderilmesi için Devrimci İşçi Partisi'nin doğrusal inşası, her durum ve şart altında devrimci faaliyetin sürekliliğini sağlaması, proletaryanın stratejik sektörlerinde mevzilenmesi, işçi sınıfının öncüsünü örgütlemesi temel yönelişimizdir.  Bu yöneliş işçi sınıfının en acil ve kapsayıcı talepleri üzerinden yükselen, işçi sınıfı içindeki tüm eğilimleri kazanmaya yönelen, burjuvaziden ve emperyalizmden bağımsız işçi cephesi inşa etme perspektifiyle el ele yürüyecektir.

46.              Devrimci İşçi Partisi'nin tüm siyasi faaliyeti nesnel koşulların sosyalist devrim için olgunlaştığı, buna tezat oluşturacak şekilde öznel koşulların oldukça elverişsiz seyrettiği bir devrim öncesi dönemde, öznel koşulları devrimci bir niteliksel dönüşüme uğratmaya odaklanacaktır. Bu faaliyet uluslararası alanda Dördüncü Enternasyonal'in yeniden kuruluşu mücadelesinin kopmaz bir parçasıdır.