2019: İnsanlığın kendi kendiyle yarışının derinleştiği yıl (1): Kriz, savaş, sarsıntı

2019: İnsanlığın kendi kendiyle yarışının derinleştiği yıl (1): Kriz, savaş, sarsıntı

 

Aşağıdaki yazı Rusya’da yeni yayınlanmaya başlayan bir internet dergisinin ilk sayısı için  kaleme alınmıştır. Derginin adı Советское Возрождение. Бюллетень Ассоциации «Советский Союз» (Sovetskii Renessance. Bulleten’ Assotsiatsii “Sovetskii Souz”. Sovyet Rönesansı. “Sovyetler Birliği” Derneği Bülteni)’dir. Bu ilk sayı Rusça olarak yayınlanmış, Rusya’nın dışında Devrimci İşçi Partisi’nin uluslararası sitesi RedMed’de de yer almıştır. Yazının orijinali İngilizce’dir. Rusçaya çevrilip yayınlanmıştır. İngilizce orijinali RedMed’de yayınlanacaktır. Buradaki metin İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir. Aşağıda yazının ilk bölümü yayınlanmaktadır. İkinci bölümü bunun ardından yayınlanacaktır.

 

                                                                                                                                      Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
                                                                                                                                            Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
                                                                                                                                                         Ya dünyamıza inecek ölüm.

                                                                                                                                                                             Nâzım Hikmet

 

2019, hiç kuşku yok ki, Fransa’dan Sudan’a, Şili’den İran’a, yeryüzünün dört bir köşesinde kitlelerin ayağa kalkışının, devrimlerin ve isyanlarının çokluğuyla hatırlanacak. İsyan ve devrimin böylesine yeniden gündeme gelmesi, sömürü, zulüm ve ayrımcılığa karşı mücadele eden saflarda bir iyimserlik ve umut havasının yayılmasına yol açıyor. Ne var ki, bu eğilimin içinde geliştiği ortamı aynı zamanda ekonomik kriz ve yoksullaşma, küçük büyük savaşlar ve faşizmin ve gericiliğin yükselişi de belirliyor. Ancak bu farklı olumlu ve olumsuz eğilimlerin çok boyutlu bir analizi sayesindedir ki, dönemimize damga vuran maddi nesnel koşulların getirdiği ana sorunları, çelişkileri ve olanakları kavrayabiliriz.

Dünya ekonomisinde yeni bir çöküş tehlikesi

Dünya durumunun temelinde kapitalizmin tarihindeki Üçüncü Büyük Depresyon dönemi içinde olmamız yatıyor (ilk iki depresyon, 19. yüzyıl sonunun Uzun Depresyonu ve 1930’lu ve 1940’lı yılların Büyük Depresyonu’dur). Günümüzün büyük depresyonu, 2008’de dünya finans sisteminin neredeyse bütünüyle çöküşe uğramasıyla ortaya çıkan “küresel finansal kriz” ile başlamıştır. İktisat biliminin guruları buna telaş içinde “Büyük Resesyon” adını vererek “depresyon” kelimesinin kullanılmasını engellemek istedi. Bunun yanlış bir niteleme olduğu açıktır. Dünya, çeşitli bölgeler, tekil ülkeler, hepsi, 2008’den bu yana tek bir büyük resesyondan değil bir dizi resesyondan geçmiştir.

Kapitalizmin tarihinde Büyük Depresyon denen dönemlerin ayırıcı yanı, bunlardan, ne kadar iyi hazırlanmış olsa ve uyum içinde uygulansa da, yalnızca hükümetlerin bir dizi olağan ekonomi politikalarıyla çıkılamayacağıdır. Büyük Depresyon, kapitalizmin tarihsel gerilemesinin ürünüdür. Dünya ekonomisi, bugün geldiği aşamada üretici güçlerin tartışmasız şekilde toplumsallaşmış olması dolayısıyla uluslararası alanda kapsamlı bir planlamayı gerektirmektedir. Oysa kapitalizm, inatla özel mülkiyet ve genelleşmiş meta üretimi temelinde toplumsal artığın özel mülk edinilmesinin devamı yönünde direnmektedir. Bu çelişki böylesine tarihi karakterde ve kapitalizmin sınırları içinde çözümsüz olduğu içindir ki Büyük Depresyon krizden önce var olan bütün ekonomik, politik, ideolojik, hatta askeri ilişkilerin toptan bir yeniden yapılanmasını gerektirir. 2008 yılından bu yana tanık olduğumuz olguların olağanüstü karakteri bu belirleyici çelişkinin sonucudur.

Büyük Depresyon dünyanın sadece yoksul ülke ve bölgelerinde değil, zengin emperyalist ülkelerinde de emekçi kitleleri krizden önce ellerinde var olan son güvencelerinden de yoksun bırakmıştır. Öte yandan, klasik bir aşırı birikim krizi evresinden geçiyor olduğumuzun en açık belirtisi, kapitalistlerin elinde üretime yatırılmayan, finansal alanda değerlendirilen ya da daha da kötüsü vergi cennetlerinde gömülenen trilyonlarca dolar kullanılmayan fon olmasıdır. Üstelik ekonomik kriz böylesine zararlı etkiler yarattığı ve bir türlü geçmek bilmediği için dünya ekonomisini bir kez daha çöküşün eşiğine getirme riski yaratmaktadır.

“Küresel finansal kriz” olarak anılan 2008 çöküşü, bütün ülkelerde hükümetlerin, özellikle de merkez bankalarının, tam da ekonomiye devlet müdahalesinin o kadar alay konusu olduğu ve aşağılandığı uzun bir neoliberalizm döneminden sonra çok aktif bir ekonomi politikası benimsemesi yoluyla atlatıldı. Ama bugün, on yıldan uzun bir süre boyunca düşük, hatta negatif faiz politikası ve “miktar genişlemesi” olarak anılan, aslında karşılıksız para basmanın ikiyüzlü adı olan politikanın uygulanmasından ve maliye politikası bakımından da devletlerin aktif bir politika gütmesinden sonra, hükümetler ve merkez bankaları soluksuz kalmışlardır. Yüksek özel dış borcun yanı sıra, tarihin barış zamanında gördüğü en yüksek kamu borcu üzerinde yüzmektedir dünya ekonomisi. Yeniden başa dönmüş bulunuyoruz. Borsalarda yeni bir balon oluşuyor, hükümetler bir ikilem içinde kıvranıyor: Ya gevşek para politikası sürdürülecek ve 2008’den de daha ciddi bir çöküş tehlikesi görmezlikten gelinmiş olacak, ya da para politikası sıkılaştırılacak, o zaman da derin bir resesyon riski göze alınmış olacak.

2019 yılı kapitalizmin bütün âkil adamlarının, en başta da İMF ve OECD gibi sözüne kulak verilen kurumlarının, dünya ekonomisinin önünde büyük sorunlar yattığına dair uyarılarıyla geçti. Avrupa ekonomisi kısa bir ara dönemden sonra yeniden sıfır büyümeye dönüyor. Çin’de bile büyüme hızı göreli olarak düşüyor. Trump ABD’si aslında tek istisna. Ama bu koşullar altında onun da yüksek büyüme hızını korumasının güç olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu ekonomik durumun, kapitalizmin Üçüncü Büyük Depresyon başlayalı beri sarsılmasına yol açan çelişkileri keskinleştireceği az çok açık görünüyor.

Üçüncü Dünya Savaşı’nın ön işaretleri

Milenyumun başında kapitalist dünyanın “tarihin sonu”nu kutladığı günler çok geride kaldı. Şimdi her ülke ayakta kalmak için mücadele içinde. Durağan bir dünya pazarında Çin’in emperyalizme karşı rekabeti bir tehdit olarak algılanıyor. Emperyalist güçlerin Rusya ve Çin’e dost olduğu, kapitalizmin restorasyonu yolunda önlerini açmaya çalıştığı dönem çoktan sona erdi. Her ikisi de artık tükenmiş olan birer sosyalist inşa sürecinin ürünü olan bu iki güç, emperyalist dünyada tehdit olarak algılanıyor. Her ne kadar her ikisi de hedefte ise de, kapitalist dünyada, Rusya’yı tarafsızlaştırarak Çin’i yalıtmak ve böylece ona karşı daha etkili bir mücadele yürütmek gibi bir eğilim de seziliyor. Trump’ın Rusya’ya daha önceki ABD yönetimlerinden farklı tarzda yaklaşmasının arkasında bu yatıyor olabilir.

Emperyalizmin Çin’le karşı karşıya gelmesine yol açan sorunlar hızla artıyor. Güney Çin Denizi konusundaki çekişme ve Çin’in önemli bir müttefiki olan Kuzey Kore konusundaki hassas dengeler dışında, şimdi bir dizi başka alanda da gerilimler doğmuş bulunuyor: ABD-Çin ticaret savaşı, Huawei telekomünikasyon şirketine karşı özel taarruz, Trump yönetiminin Hong Kong’daki mücadeleye verdiği destek, aynı yolda yürümeye başlayan Tayvan burjuvazisinin de kendi ulusal kimliğini vurgulamaya başlaması, Uygur Türkleri üzerinde Çin’in uyguladığı iddia edilen baskıların sürekli gündemde tutulması hep iki tarafın arasını daha da fazla geriyor. ABD, Çin’e karşı çok bilinçli şekilde bir kuşatma, yalıtma, çevreleme politikası izliyor. Bu hattın, ABD’nin bu evrede dış politikasının stratejik ekseni olduğu bile söylenebilir. 2019 yılı, yılın sonlarına doğru ticaret savaşlarında görülen, muhtemelen geçici olacak ateşkes atmosferinin dışında, bu çelişkilerin gittikçe keskinleştiği bir zaman dilimi oldu. Bu iki güç arasında yükselen gerilim bir çatışmayla sonuçlanacak olursa bu kaçınılmaz olarak bir dünya savaşına dönüşür.

Rusya ile gerilimlerin yeniden artması da şaşırtıcı olmayacaktır. Trump’ın Rusya politikasının ikircikliliklerine rağmen NATO’nun hâlâ, her şeyden önce, başta nükleer alanda olmak üzere büyük askeri kapasiteye sahip olan bu ülkeyi hedefleyen bir savaş aygıtı olduğunu hiç unutmamak gerekir. Bu alanda Avrupa Birliği, NATO’yu Doğu Avrupa ve Balkanlara yayılma politikasında perdeleyen bir Truva atı rolünü üstlenmiştir. Kendi tarihsel gerilemesinin yükü altında ezilmekte olan, Asya’nın, özellikle Çin’in karşısında ekonomik alanda devamlı olarak gerilemekte olan emperyalist kapitalizmin elindeki tek olanak ekonomi dışı basınç kullanmaktır. Buradaki kozu ABD’nin en yakın rakiplerini bile fersah fersah geride bırakan büyük askeri gücüdür.

Kapitalizmin 2019 yılı boyunca savaşa yatkın doğasını ortaya koyduğu öteki coğrafi bölge Ortadoğu’dur: Burada özellikle İran’a karşı yürüttüğü politika öne çıkıyor. 2017’nin başında göreve geldiğinden beri Trump bu ülkeye karşı çok tuhaf müttefikleri bir araya getirdiği bir cephe oluşturmuştur. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve bir dizi başka gerici Sünni İslam devleti, Şii İran’a ve onun çeşitli ülkelerdeki müttefiklerine karşı İsrail’le ittifak kurmuşlardır. Önde gelen amaçlar İran’ın, Suudi Arabistan ve diğer şeyhliklerle petrol rantı kavgasında önünü kesmek, İsrail karşısında bir tehdit oluşturmasına son vermek ve Rusya ve Çin’in Ortadoğu’da en çok güvenilen müttefiki olan rejimi devirmektir. Trump, Ortadoğu’yu tarumar edecek ve muhtemelen milyonlarca insanın canına mal olacak olan bir Şii-Sünni savaşının önünü gözünü kırpmadan açıyor.

Suud ve BAE daha şimdiden Yemen’in Şii Husi’lerine karşı, ülkenin halkını korkunç bir kırıma maruz bırakan bir savaşı yürütmekteler. 2015’te başlayan, 2019’da da hız kesmeyen bu savaşın zalim karakteri, bütün bölgeyi saracak bir mezhep savaşının nasıl bir trajediye yol açacağını gösteren bir ön gösterge olarak kabul edilmeli. 2019, Basra Körfezi’nde gerilimin kızıştığı bir yıl oldu. İran, ABD-Britanya-Suud üçgeni karşısında ustaca manevralarla üstünlük elde etti.

Kendi içinde bakıldığında gericiliğin ifadesi olan bir dizi faktörün, İran’a karşı savaş açılmasını engellemesi karşısında memnuniyet duymamak elde değil. İlkin, hem ABD’nin, hem de Suud’un 15 Temmuz başarısız darbesine destek olmuş olduğunun bilinmesi, normal koşullarda ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri olması gereken Türkiye’yi Rusya ve İran ile ciddi bir işbirliğine itmiş bulunuyor. İkincisi, Katar ile diğer Körfez ülkeleri arasında patlak veren gerilim de bir engel olarak yükseliyor. Üçüncüsü, Suriye’deki çok boyutlu gerilim şu anda Kürtler ve İdlib’deki köktendinciler üzerinde ayrı ayrı odaklaşıyor; ABD İslam Devleti’nin kendini halife tayin etmiş olan lideri Bekir el Bağdadi’yi öldürmüş olduğunu iddia ediyor; bu olaylar, dikkatlerin ABD-İsrail-Suud ittifakının kışkırttığı o temel çelişkiden başka yönlere dönmesine yol açıyor. Son olarak, belki de ötekilerden de önemli bir faktör var: Cemal Kaşıkçı’nın bir katil sürüsü tarafından İstanbul’da katledilmesi ve bedeninin parçalanması Suud’un itibarını ciddi şekilde sarsmış bulunuyor. Kısacası, bölgenin esas olarak gerici güçleri arasındaki uyuşmazlıklar Şii-Sünni güçleri arasında toptan bir çatışmayı ertelemiş oluyor. Ama Ortadoğu’nun ilk başa çıkılamayan krizde büyük bir infilak yaratacak bir saatli bomba olduğunu hiç unutmamak gerekiyor.

2019, emperyalizmin Latin Amerka’da ABD’ye boyun eğmeyen güçlerin kaderine ilişkin önemli adımlar attığı bir yıl oldu. ABD’ye karşı aralarında bir ittifak da olan bu ülkeler aslında iki ayrı kategoriye ayrılıyor. Küba ötekilerden farklı bir kategori. Amerika kıtasında ABD’nin baş düşmanı olarak görülen bu ülke dünya çapında da, kapitalizme karşı bütünüyle itici görünen bir alternatif olarak algılanan Kuzey Kore’den farklı olarak, kitleler üzerinde bir çekim merkezi rolü oynuyor. Küba yönetimi hâlâ Papa ve Obama’nın kendisine yapmış oldukları “açılım”ın doğrultusunda yürüyor. 2019, Küba’da kapitalizmin restorasyonuna kapıları çeşitli biçimlerde açan bir anayasanın kabul edildiği yıl oldu. Yılın sonunda ise konvertibilitesi olan pesonun yerini doların almasıyla sonuçlanabilecek bir süreç başlamş bulunuyor. Öte yandan, Trump çoktan Obama’nın kaleyi içeriden fethetme yolundaki kurnaz politik hattını terk etmiş bulunuyor. Obama’nın politikasının da, Küba’yı onyıllardır yoksullaştıran ambargonun kaldırılmasını içermemiş olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim.

Küba daima ABD’nin hedefinde olmuştur. 2019’da özel olan, ABD’nin kendi sultasına karşı çıkan, ülkesinde yoksul ve ezilen kitlelere destek olan ve Küba ile ittifak kuran başka ülkelere cepheden saldırmaya başlamış olmasıdır. Bu ikinci kategoride en başta Venezuela ve Bolivya gelmektedir. 2019 yılı Venezuela’da bir darbe ile açıldı,  Bolivya’da bir darbe ile kapandı. Venezuela’da o güne kadar adı bile duyulmamış (adı Guaidó imiş!), insanın içinden ABD’nin kuklası demeyi geçirdiği bir burjuva politikacısı, el Bağdadi’nin kendini halife ilan etmesine benzer şekilde kendini Venezuela başkanı ilan etti. Bu daha sonra başarısız bir askeri darbeye ve ABD askerinin ülkeyi işgal tehdidine kadar tırmandırıldı. Hiçbiri işe yaramadı. Venezuela politikası şu ana kadar Trump için düpedüz bir yenilgi olmuştur. Ama bu konuda son sözün söylenmiş olduğunu da düşünmemeliyiz. Yılın sonuna doğru ise, uzun yıllardır Bolivya’nın başında olan ve yerli halklara önemli haklar sağlamış olan Evo Morales, ordunun tehdidi üzerine görevinden çekildi ve López Obrador’un yönetimindeki Meksika’ya sığındı. Daha sonra, Arjantin seçimlerini bir Peronist ekip kazanınca, Bolivya’ya çok uzak olan Meksika’dan ayrılıp kendi ülkesine komşu olan Arjantin’e mülteci sıfatıyla yerleşti.

Sözü edilen her üç ülkede de henüz bütün kozlar oynanmış değil. Ama şurası açık: ABD, epeyce uzun bir süredir, en azından 21. yüzyılın başında yaşanan Venzuela darbesinden bu yana, Latin Amerika’ya çok belirgin müdahalelerden uzak duruyordu; şimdi Trump döneminde geri dönüyor. Latin Amerika hiçbir zaman savaşın doğduğu topraklar olmamıştır. Ama devrim ile karşı devrim arasında dünya çapında hep var olan gerilimin o andaki durumunun hep iyi bir göstergesi olmuştur. Bu yıl buna da sahne oldu Latin Amerika’da. Buna aşağıda döneceğiz.

Çözülen ittifaklar, yönetilemez ülkeler, kayan yıldızlar

Ancak içinde bulunduğumuz dönemde dünya politikasına damga vuran mesele sadece emperyalizmin kendi hâkimiyetine tehdit olarak gördüğü ülke ve bölgelerde bilinçli olarak gerilimi tırmandırmasından ibaret değildir. Bir on yıl önce katı görünen her şey buharlaşmaya başlamıştır: Müttefikler birbirlerinin boğazına sarılıyor, ülkeler yıllarca hükümetsiz kalıyor, daha dünün kudretli parti ya da akımları zaafa, neredeyse ölüm döşeğine düşüyor. Üçüncü Büyük Depresyon her şeyi zıvanadan çıkarıyor, alt üst ediyor, sarsıyor.

En önemli nokta ile başlayalım: Otuz yıl boyunca bütün kapitalistlerin sevgilisi, emperyalist demokrasiye teslim olmuş bütün solcuların amentüsü haline gelmiş olan “küreselleşme” şimdi ölüm sancıları içindedir. 2008’de tarih sahnesine çıkan Üçüncü Büyük Depresyon, dünyanın gittikçe daha derinden bir ekonomik bütünleşmesi yönündeki eğilimin, 1970’li yıllarda kâr oranlarının düşüşü dolayısıyla başlayan krizin çözümü olmadığını ortaya koyarak “küreselleşme” hayranlığına ağır bir darbe vurmuştur. Böylece, neredeyse kendiliğinden bir “küresizleşme” eğilimi başlıyordu: Her ülke yeni kargaşa içinde kendi çözümünün peşine düşecekti. Trump, kapitalizmi krizinden kurtarma yolunda bir strateji olarak “küreselleşme”nin tabutuna son çiviyi çakmıştır. Başlattığı ticaret savaşları, “Her şeyin üzerindeAmerika” şiarını ciddiye aldığının berrak bir işaretidir.

Bu yeni yöneliş eski dönemin emperyalist müttefikleri arasında muazzam bir sürtüşmeye yol açmış bulunuyor. Görevi devralalı beri Trump sadece Çin ile değil, onlarca yıldır ABD’nin müttefiki olagelmiş ülkelerle de gerilimler yaratmıştır. Avrupa Birliği’nin (AB) bütünlüğünü ve gücünü yıpratmaya çalışmakta, uzun süredir NATO’da müttefiki olan ülkelere saldırmaktadır. Ticaret savaşları ABD’nin “düşmanları” ile sınırlı değildir: Kanada’dan Güney Kore’ye müttefiklerine de yönelmiştir. Brexit’e verdiği destek Boris Johnson ve Nigel Farage’a verdiği kişisel destekte cisimleşiyor: Amaç AB’yi bölmek, Britanya’yı bütünüyle kendi yanına çekmektir. Trump daha önceden NATO’yu “gününü doldurmuş” ve “önemsiz” bir kurum olarak nitelemişti. Şimdi Macron 2019’da öteki taraftan ona yankı veriyor ve NATO’nun “beyin ölümü”nün gerçekleşmiş olduğunu ileri sürüyor. Öte yandan, ABD-Türkiye ve AB-Türkiye ilişkileri hiç bu kadar gerilimli olmamıştı. Bu gidişle NATO’nun güneydoğu kanadını derin bir kriz bekliyor. 2019 yılında her iki yandan da tarafların aynı askeri ittifakın çatısı altında kalmasının olanaklılığını sorgulayan çeşitli sesler yükselmiş bulunuyor.

Dünyanın dört bir köşesi, çözülmesi kolay olmayan bir dizi çelişki ile kıvranıyor. 2019’da Japonya ile Güney Kore’nin arası İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan “rahatlatıcı kadınlar” sorunundan teknolojik bakımdan hassas bir dizi ürünün ihracatına getirilen yasaklara kadar uzanan bir dizi sorun dolayısıyla fena halde gerilmiştir. AB Batı Avrupa’nın büyük güçleri ile Doğu Avrupa’nın, en başta Orban Macaristanı ile PiS iktidarındaki Polonya’nın, ciddi bir yabancı düşmanlığına yaslanan yarı-diktatörlükleri arasındaki gerilimi nasıl çözeceği konusunda şaşkındır. Latin Amerika’da Brezilya başkanı Bolsonaro’nun öncülüğündeki emperyalizm yanlısı Lima Grubu, 2019’da hem Venezuela’da hem de Bolivya’da gerici bir rol oynamış bulunuyor. Afrika’da bile kıtanın iki devi Güney Afrika ve Nijerya 2019 içinde ilkinde göçmen işçilere ve esnafa yapılan saldırı dolayısıyla birbirine girmiş durumda. Doğu Akdeniz’de İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs ve başka bazı ülkeler arasında yeni keşfedilmiş doğal gaz kaynakları üzerinde kurulmuş olan ittifak ABD ve AB emperyalizmlerinin ve uluslararası petrol şirketlerinin desteğini almış bulunuyor, ama bölgede kendisinin ve Kuzey Kıbrıs’ın da hakları olduğunu iddia eden Türkiye ile gerilim yükseliyor, işin içine Libya da sürükleniyor. Ortadoğu’daki kapsamlı Şii-Sünni bölünmesine daha önce değinmiş bulunuyoruz.

Dünyanın birçok ülkesinde seçimler bir Rus trenine benzemeye başladı. Birçok partinin oyları görülmemiş şekilde bir yükselip bir düşüyor. Örneğin Britanya’nın ırkçı ve milliyetçi Brexit yanlısı politikacısı Nigel Farage’a bakalım. Farage’ın UKIP partisi 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıştı. Daha sonra, 2016’daki Brexit referandumu da her şeyden önce onun zaferi olarak görüldü. Ama 2017’deki genel seçimlerde Corbyn önderliğindeki İşçi Partisi, durumundan şikâyetçi işçi sınıfını şovenizmin sultasından çekip kendi eşitlikçi politikalarına kazanınca Farage’ın desteği buharlaştı. Bu yıl bahar aylarında yapılan Avrupa Parlamentosu seçiminde Farage Brexit adlı yeni partisiyle muazzam bir geri dönüş yaptı ve yüzde 30 oy ile açık ara birinci sıraya yerleşti. Ama daha sonra Aralık ayında yapılan genel seçimlerde, Muhafazakâr Parti’nin lideri Boris Johnson Brexit kozunu onun elinden alınca Farage’ın desteği yeniden buharlaştı.

Muhafazakâr Parti için de tam tersi yönde iniş çıkışlar görülüyor. 2015 genel seçimlerini kazanan parti, 2017 erken genel seçimlerinde İşçi Partisi’nin atılımı karşısında iktidarını ancak kıl payı koruyabildi. 2019’un bahar aylarında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde iktidar partisi yüzde 8,5 oyla 5. sıraya düşecek ama yine de hükümeti elinde tutmaya devam edecekti! Ama 2019 Aralık ayında yapılan (bir kez daha erken) seçimlerde partinin oyu yüzde 8,5’ten yüzde 43,5’e fırlayacaktı! Bundan âlâ Rus treni mi olurmuş? Britanya, birçok ülkede benzeri görülen bu seçimlerde istikrarsızlık eğiliminin sadece uç örneğidir. Bu istikrarsızlık ise, dünya sisteminde derinde yatan ekonomik kargaşa ve jeostratejik sarsıntının açık seçik bir belirtisinden başka bir şey değildir. Ekleyelim ki, Britanya’nın dertleri sona ermekten çok uzaktır: İskoçya’nın, hatta Kuzey İrlanda’nın ülkeden ayrılma hazırlığı içine girmesiyle birlikte, önümüzdeki dönemde dünya sisteminin bu önemli ülkesini gelgitli bir gelişme patikasında sarsıntı içinde görmek kimseyi şaşırtmamalı.

Britanya seçimlerde istikrarsızlığın sembolü ise, İspanya da seçmenin istikrarlı şekilde aynı partilere oy vererek ülkeyi iki yıldır hükümetsiz bırakan bir istikrarsızlığı sürdürdüğü bir ülkedir! 18 ay içinde üç genel seçim, bir yerel seçim, bir de Avrupa Parlamentosu seçimi yaşayan bu ülkede (bunların dördü 2019’da düzenlendi) anlamlı bir çoğunluğun desteklediği bir hükümet hâlâ kurulamamış durumda! Ama İspanya’da hiç olmazsa çoğunluğu değilse bile ilk sırayı her seçimde belirgin biçimde alan bir parti var: Sosyal demokrat PSOE’nin lideri 2018 Haziran’ından beri başbakan. İsrail’deki durum daha da komik: 2019 yılında düzenlenen iki genel seçime rağmen hükümet kurulamadı, şu anda başbakanlığı vekâleten yürüten Binyamin Netanyahu üçüncü bir seçim yapılmasının mücadelesini veriyor!

Nihayet, çok belirgin bir eğilim de sosyal demokrasinin çöküşü. Fransa’da Sosyalist Parti bitmiş durumda. 2017 genel seçimlerinin sonucu 2019 Mayıs Avrupa Parlamentosu seçimlerini bu bakımdan teyit etti. Yunanistan’da 2019 genel seçimlerinde Syriza rahat bir farkla PASOK’un yerine yerleşmiş gibi görünüyor. Almanya’da SPD tarihsel olarak en düşük noktasında. Britanya’da İşçi Partisi Corbyn’le muhtemelen son şansını denedi ama parti içindeki liberal büyükbaşlar, en başta da Tony Blair, partinin bir atılım yapmasına izin vermedi. Partinin 1935’den bu yana aldığı en ağır yenilginin ardında içerideki bu derin bölünme yatıyor (bkz. https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/britanya-secimleri-isci-partisini-kureselcilikle-bogmak). Bu aslında hiç de anlaşılması zor bir şey değil: varlığını kapitalizm koşullarında küçük kazanımlarla sürdürmeye yaslanan bir siyasi akım, kazanılabilecek hiçbir şeyin olmadığı derin bir depresyon döneminde elbette kimsenin ilgisini çekmeyecektir.

Bu yazının ikinci bölümü, 2019’da bir yandan faşizmin ve gericiliğin, bir yandan da devrim ve isyanın birlikte yükselişini konu alacaktır.