Trump, elini Venezüella’dan çek!

2000’li yılların başından itibaren Latin Amerika’da gözlenen devrimci mücadeleler, anti-emperyalist burjuva milliyetçisi ve liberal sol hükümetler dalgası, yerini emperyalizm yanlısı, işçi emekçi düşmanı, neoliberal sağ bir dalganın yükselişine bırakmış durumda. Süreç çelişkiler içinde gelişiyor, ama (en önemlisi Brezilya ve Arjantin gibi iki bölgesel dev olmak üzere) kilit bazı ülkelerde, milliyetçi ya da liberal sol yerini sağ hükümetlere bırakmış durumda. Liberal sol (en başta Brezilya’daki Lula hükümeti ve onu izleyen Dilma Roussef hükümeti) hiçbir zaman hiçbir anlamda sol olmadı. Buna karşılık, burjuva ve küçük burjuva milliyetçi solu, her ne kadar kapitalizmin sınırlarını hiç zorlamasa da, yoksullar, modern tarih boyunca ezilmiş Amerika yerlisi halklar (bizim günlük dilimizde “Kızılderililer”) ve başka bazı ezilmiş gruplar lehine birtakım politikaları uygulamaya koyuyordu. En önemlisi, bunlar “Bolivarcı devrim” adı altında Latin Amerika ölçeğinde tasarlanan bir "milliyetçilik” temelinde emperyalizme kafa tutuyordu. Bu hükümetler arasında belirleyici konumda olan Venezüella, şimdi emperyalizmin ve kendi burjuvazisinin sağcı hareketlerinin taarruzu altında.

Bir krizin panoraması

Venezüella’da Hugo Chávez’in 1998 yılında başkanlığa seçilmesiyle kurulan iktidar bloku saldırı altında. Bu, Latin Amerika’daki burjuva taarruzunun şimdilik doruk noktasını oluşturuyor. Arjantin’de milliyetçi sol, iktidarı seçimle yitirdi. Brezilya’da sağ partiler İşçi Partisi’nden (PT) gelen liberal sol kadın başkan Dilma Roussef’i, yolsuzluğun sıradan bir iş olduğu bir ülkede doğru dürüst belge bile olmadan azletti. Bütün Latin Amerika solu buna “sivil darbe” dedi. Venezüella ise dört aya yakın süredir, adı konulmamış bir iç savaşa benzer olayların pençesinde kıvranıyor. Chávez’in 2013’te kanserden ölmesi sonrasında onun yerine geçen Nicolas Maduro hükümeti altında Venezüella, tam üç yıldır, görülmemiş bir ekonomik kriz yaşıyor. Bu dönem boyunca aynı zamanda burjuva muhalefetinin güçlendiği bir süreç yaşandı. En son 2015 parlamento seçimlerinde dört partiden oluşan muhalefet koalisyonu MUD (Mesa de la Unidad Democrática-Demokratik Birlik Yuvarlak Masası) sandalyelerin üçte ikisini elde etti. Ancak son dört aydır, bir yandan sokak gösterilerinde katılımcılar ile polis ve “Bolivarcı Ulusal Muhafızlar” (GNB) arasında yaşanan şiddetli çatışmalar, bir yandan muhalefete bağlı çetelerin saldırıları, bir yandan da Maduro’ya bağlı motosikletli grupların şiddeti, ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirmiş bulunuyor. Dört ayda ölü sayısı 125 dolayına çıkmış bulunuyor.

Maduro, sorunu, var olan yasal kurumsal çerçeveyi ayaklar altına alarak çözmeye girişmiş bulunuyor. 16 Temmuz’da düzenlenen bir referandumla bir Kurucu Meclis seçilmesi kararlaştırıldı. Aradan sadece iki hafta geçtikten sonra 30 Temmuz’da düzenlenen seçimlerle Kurucu Meclis kuruldu. Kurucu Meclis bütünüyle Maduro’nun kontrolü altında çünkü MUD referandumu da, seçimleri de boykot etti. Bunun nedenini anlamak zor değil. Maduro’nun Kurucu Meclis’ten meramı, şu anda büyük çoğunluğun MUD yanlısı olduğu parlamentoyu devre dışı bırakmak, kendisi de Chávez’in izleyicisi olduğu halde hükümete karşı mücadele etmeye girişen kadın Başsavcı Luisa Ortega’yı görevinden almak (hemen seçimden sonra alındı) ve Kurucu Meclis’in yaratacağı zafer atmosferi içinde muhalefete genel taarruzu yükseltmek (iki muhalefet lideri gözaltına alındı). İktidara yakın güçler Kurucu Meclis’in amacının bir “Komün devleti” kurmak olduğunu söylüyor. Muhalefetin anti-komünistleri de bunu Küba tipi bir devlet kurma niyeti olarak niteliyorlar.

Bütün bu çatışmalar sırasında, emperyalizmin Venezüella sağının ardında olduğunu bilmeyen yoktu. Ama son günlerde emperyalizmin ve Latin Amerika burjuvazisinin müdahalesi ciddi bir yükseliş gösteriyor. ABD, Venezüella devlet başkanı Maduro’nun varlığını dondurma ve kendi vatandaşlarına onunla iş yapma yasağı uygulama kararını açıkladı. Bu galiba sadece ilk salvo: Venezüella petrolünün ABD’ye girişinin yasaklanması da konuşuluyor. Güney Amerika’nın serbest ticaret örgütü Mercosur, Venezüella’nın üyeliğini askıya aldı. Amerika kıtalarındaki bütün ülkeleri bir araya getiren (ve geçmişte Küba’ya karşı ABD baskısının ana kanallarından biri olagelmiş olan) OAS (Amerika Kıtaları Devletleri Teşkilatı) örgütü bünyesinde de benzer bir girişim yapıldı, ama Küba’nın ve Venezüella petrolüne bağımlı birtakım Karayip devletlerinin muhalefeti bu kararın geçmesini engelledi.

ABD emperyalizmi, Irak katili George W. Bush döneminde, 2002 yılında Hugo Chávez’i 48 saatliğine alaşağı eden başarısız bir darbenin de destekçisi olmuştu. Daha genel olarak ABD Latin Amerika’yı hep kendisinin avlanma alanı saymıştır. Şayet 2002’den sonra kendisine daima kafa tutan Chávez’e yeniden komplolar kurmaya girişmediyse, bunda Ortadoğu ve Afganistan’da tam anlamıyla batağa batmış olması büyük rol oynamıştır. Ama şimdi, Latin Amerika’da sağ rüzgârların estiği ve Venezüella burjuvazisinin “chavista” (Chávez’ci) iktidara karşı tam bir hücuma geçtiği koşullarda (ve Trump gibi saldırgan bir politikacı Beyaz Saray’da otururken) müdahalesini yükseltmektedir. Avrupa Birliği de, özellikle Latin Amerika’da tarih, kültür ve dil birliği temelinde büyük doğal avantajlara sahip olan İspanya aracılığıyla son yıllarda çok faal bir politika gütmektedir. Bugün Venezüella sağı bütünüyle bu iki emperyalizmin desteği ile hareket ediyor.

Petro-sosyalizmin acı meyveleri

Hugo Chávez’in Venezüella’nın işçi sınıfı ve yoksul halkı üzerinde kurduğu karizmatik nüfuz, bir ölçüde iktidarının işçi, emekçi ve özellikle yoksullara geçmişte görülmemiş ölçüde öncelik veren ekonomi politikalarında yatıyordu. Chávez yönetiminde Venezüella toplumu ikiye bölünmüştü. Dünyanın en önemli petrol üreticilerinden biri olan Venezüella’nın petrol gelirleri sayesinde ve ABD ve Avrupa’yla ilişki içinde semiren burjuvazi ve onun etrafında toplanmış olan bir dizi zengin veya orta halli sınıf ve katman Chávez’in şiddetle karşısında dururken, yeni iktidarın ekonomi politikaları sayesinde konut, eğitim, sağlık alanlarında çok ciddi destek görmeye başlayan, “colectivos” adı altında mahalle mahalle örgütlenen ve ortak sorunlara ortak çözümler arayan yoksul halk ile işçi sınıfının daha düşük ücretli ya da güvencesiz çalışan kesimleri Chávez’in arkasında dizildiler.

Chávez aynı anda anti-emperyalist bir söylem tutturuyor ve “Bolivarcılık” adı altında Latin Amerika ölçeğinde farklı bir politik doğrultuya destek veriyordu. Bolivya’da Morales, Ekvador’da Correa, Nikaragua’da Ortega gibi Latin Amerika milliyetçisi yöneticiler Chávez’in doğal müttefikleriydi, ama Arjantin, Brezilya, Uruguay, Şili ve başka ülkelerdeki sol hükümetler de belirli alanlarda Chávez ile el ele veriyordu. Tabii en önemli müttefik, iyi yetişmiş doktorlarıyla, eğitimcileriyle ve başka uzmanlarıyla Venezüella yoksul halkına hizmete koşan, ama bunun karşılığında da bu ülkenin petrolünden avantajlı fiyatlarla yararlanan Küba idi.

Bütün bunlar ve Chávez’in “21. Yüzyıl Sosyalizmi” söylemi, dünya solunun kafası zaten karışmış olan akımlarını, Venezüella’da yaşananları “devrim” ve “sosyalizm” olarak nitelemeye sevk etti. Türkiye’de de Chávez’in “sosyalistliği”, Venezüella’nın bir devrim yaşamakta olduğu düşüncesi müthiş yaygın destek buldu. Devrimci İşçi Partisi ve onun mensubu olduğu uluslararası akım, özellikle de Latin Amerika’da büyük ağırlığı olan Arjantin devrimci Marksist partisi Partido Obrero (PO-İşçi Partisi), solun bu hayallerine karşı ısrarla mücadele ettiler. Kimileri bu tavrı hiçbir şeyi beğenmeyen doktrinerlik saydı. Oysa bu tür tespit ve tutumlar, işçi sınıfının ve büyük emekçi halk kitlelerinin geleceği hakkında uyarılardır. Mesele doktrinle değil hayat memat sorunlarıyla ilgilidir. Bugün geldiğimiz yerde chavismo tam da DİP’in ısrarla dikkat çektiği zayıf noktasından vurulmuş, ölümle cebelleşmektedir.

Bu zayıf nokta, petrol rantıyla sosyalizm yapılamayacağıdır. Chávez ülkesinin yoksul halkına ekonomik desteğini bütünüyle 2000’li yıllarda, hatta onun 2013’teki ölümüne kadar dünya piyasasında petrol fiyatlarının çok yüksek olmasından yararlanarak veriyordu. Petrol fiyatları son beş yıldır tepetaklak gitmiş, 2000’li yıllardaki fiyatların yarısından da daha düşük bir düzeye inmiştir. Hem ulusal gelirinin, hem de ihracatının ezici bölümü petrolden beslenen Venezüella elinde ne varsa ne yoksa yitirmiş ve derin bir krize düşmüştür. Bu da petrol dolarlarının sonu yokmuş gibi sosyal harcamalara tahvil edildiği dönemin acı bir şekilde sona ermesine yol açmıştır.

Bugün Venezüella, ağır bir dış borcun pençesinde kıvranmakta, halk (tahminlerin %750 ile %1000 arasında değiştiği bir oranda) enflasyon altında ezilmekte, dolayısıyla ücretlerin alım gücü son derecede düşük bir düzeyde seyretmektedir. Doların Venezüella para birimi karşısındaki “serbest piyasa” değeri resmi olarak saptanmış değerinin 900 katıdır! Ülke son üç yıl içinde ulusal gelirinin üçte bire yakınını yitirmiştir. Bu üç yıllık dönemin başlarında bütün temel ihtiyaç maddelerinde büyük bir kıtlık yaşanmış, halk gece yarılarından mağazaların önünde kuyruk oluşturarak yaşamaya başlamıştı. Şimdilerde kıtlık yok, ama kuyruğun yerini yüksek fiyatlar dolayısıyla açlık almış durumda. Asgari ücret yerlerde sürünmektedir, en yüksek olduğu 2012 yılının 20’de biri civarında olduğu bile ileri sürülmüştür. Dış borç tavan yaparken Merkez Bankası rezervleri 2008’deki 49 milyar dolar seviyesinden bugün 10 milyar dolara düşmüştür!

Petro-sosyalizmden halkın açlığına!

Nicolas Maduro, bu vahim tablo karşısında birkaç eksene yaslanan bir politika sürdürüyor. Bunların ilki uluslararası ekonomik sistemle ilişkisini bozmadan yürümektir. Hükümet çok yüksek bir dış borcu, bu borcun tefeci karakterini hiç hesaba katmadan ödeyip durmaktadır. Tabii bu Venezüella halkının yoksullaşması pahasına izlenmekte olan bir politikadır. İkincisi, Maduro Rusya ve Çin ile özel ilişkiler temelinde onların ekonomik desteğini kazanmaya çalışmaktadır. Devletin Çin’e olan borcu 40 milyar dolara yükselmiştir. Rusya’nın petrol devlerinden Rostneft’e ise Orinoco havzası petrolleri peşkeş çekilmektedir. Petrol ve madenlerde özelleştirme ciddi bir gündem maddesidir. Üçüncüsü, yıllar boyu süren sosyal hizmetlerden sonra halk acından ölmeye yazdığı için, Maduro Küba’dan esinlenmiş bir tayın politikası uygulayarak halka gıda yardımı vermektedir. Bu da emekçi halkı ve kamu çalışanlarını bir bakıma hükümetin politikalarına mahkûm etmeye yaramaktadır. Dördüncüsü, bütün bunlar için hükümet aralıksız para basmaktadır. Ulusal para bu yüzden pul olmuştur. Hiperenflasyon bunun açık sonucudur. Petro-sosyalizmin iflası, Venezüella’yı yaşanmaz bir ülke haline getirmiştir.

Burjuva kampının savunduğu politikalar yoksul halk açısından daha da vahim sonuçlar doğuracak niteliktedir. MUD Venezüella’nın vahim ekonomik durumunun ancak İMF gözetimi altında bir kemer sıkma programıyla düzlüğe çıkarılabileceğinde ısrarlı. Ulusal petrol şirketi PDVSA’nın bugün emperyalist ve diğer yabancı şirketlerle imzalamış olduğu anlaşmalara rağmen esas olarak kamu kontrolü altında olması karşısında muhalefet özelleştirme vaat ediyor. Madenlerde ilk adımları atılan özelleştirmeyi de hızlandıracağını açıklıyor.

Yaşanan kriz elbette toplumun bütün kesimlerini aynı şekilde etkilemiyor. Hem burjuvazi, hem de iktidara yakın bürokrasi ve ordunun üst kademeleri, ellerindeki olanakları kullanarak döviz kuru ve başka dengesizlikler üzerinde spekülasyonla tam tersine servetlerini büyütüyorlar. Chavismo baştan itibaren, bazı unsurlar dışında ordudan ciddi bir destek görmüştü. Bugün kitleler üzerindeki büyük cazibesini yitirdikten sonra büyük ölçüde ordunun rehinesi haline gelmiş olduğu söylenebilir. Orduya birçok temel malın ithalatı ve dağıtımı teslim edilmiş durumda. Buna rağmen gidişat vahşi bir iç savaşa doğru olduğundan, ülkenin ayakta kalabilmesi için bir askeri darbe olasılığını katiyen dışlamamak gerekir.

Emperyalizme ve burjuvazinin taarruzuna karşı, işçi sınıfının bağımsızlığı için!

DİP’in Chávez’in iktidarı boyunca söylediği, bu tür yönetimlerin (geçmişte başka Latin Amerika ülkelerinde, mesela Arjantin’de Peronizm örneğinde olduğu gibi) işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin önünde çok güçlü bir engel yaratacağı idi. Chávez, kendisini destekleyen solu, kendi kadrolarıyla birlikte adı “sosyalist” olan bir partide PSUV (Partido Socialista Unificado de Venezuela-Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi) adı altında toplamıştı. İşçi sınıfının, yoksulların, emekçi halka yakın gençliğin vb. bütün mücadele enerjisi buraya akıyordu. Venezüella toplumu mayalanma içerisinde olduğu halde, işçi sınıfı içindeki devrimci eğilimler bu yüzden belirli bir eşiği aşamıyordu. Bugün bunun bedeli ödeniyor. Çünkü halkın aleyhine sonuçları açıkça ortaya çıkan hükümet dışında bağımsız bir odak oluşturmak bu aşamada büyük zorluklar taşıyor.

Yapılması gereken elbette burjuva ve küçük burjuva milliyetçiliğini bütün emekçi kitlelerin önünde bir engel olarak yükselten chavismo karşısında bağımsız bir devrimci odak oluşturmak. Chávez’e ve hareketine başından beri kayıtsız koşulsuz destek veren sol hareketlerin bugün biraz şaşkınlığa düştüğü görülüyor. Solun bazı akımları dün söylediklerini nasıl geri alacaklarını bilemedikleri için kendilerini politikasızlığa mahkûm ediyorlar.

Ama bir de madalyonun diğer yüzü var. Venezüella’da, Latin Amerika’nın başka ülkelerinde ve Avrupa’da bazı akımlar, bugün Venezüella’da yaşanmakta olan mücadelenin somut koşullarını bütünüyle görmezlikten gelerek Maduro hükümetini devirme amacını tek yanlı olarak önlerine koyuyor, hedef tahtasına chavismo’yu yerleştiriyorlar. Bunların “biz MUD’a karşıyız, en ufak bir destek vermiyoruz” türünden yaptıkları açıklamaların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bunlar aynen 2014’te Ukrayna’da Maidan hareketine destek olan hareketler gibi, aynen Suriye’de 2011’den altı yıl sonra sanki devrim hâlâ devam ediyormuş gibi Özgür Suriye Ordusu’na destek olan akımlar gibi, yine bir ülkenin krizine emperyalizm ile aynı doğrultuda müdahale ediyorlar. Bu akımların arasında devrimci Marksist kökenden gelenlerin olması ise devrimci enternasyonalistler açısından gerçek bir acı kaynağı oluyor.

Venezüella’da işçi sınıfının ve emekçi halkın kurtuluşu için verilecek mücadele, burjuvazinin güçlerine ve daha da önemlisi emperyalizme karşı gösterilecek direnişten ayrı düşünülemez. Maduro’ya ve ardındaki güçlere en ufak bir siyasi destek verilmemelidir, ama emperyalizm ve onun temsilcileri taarruza geçmişken onların yenilgiye uğratılması da vazgeçilmez bir görevdir.

Trump, elini Venezüella’dan çek!

Burjuvazinin ve MUD’un taarruzuna en ufak bir destek yok!

Venezüella işçi sınıfını ve emekçilerini chavismo felaketinden bağımsız olarak örgütlemek için ileri!