Tehcir ile hesaplaşmak

“(…)

Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış.

Affetmedi bu Ermeni vatandaş

Kürt dağlarında babasının kesilmesini.

Fakat seviyor seni,

çünkü sen de affetmedin

bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.”

 

- Nâzım Hikmet, “Hapisten Çıktıktan Sonra” (1950) şiirinin “Akşam Gezintisi” bölümünden-

Hayalini kurduğumuz dünyanın, toplumun yüzlerce, binlerce, belki yüz binlerce farklı tanımını yapabiliriz. Hatta, herhalde tanımlar ne kadar fazla olursa, o dünya da, o toplum da o kadar renkli ve insankızı ve insanoğlunun doğasına uygun olur. Ama en temel ortak özellikler belki şöyle sıralanabilir: Kimsenin kimseyi öldürmediği, kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseyi hor görmediği, kimsenin kimseyi kısıtlamadığı, kimsenin kimseye ayrımcılık yapmadığı… vs, vs. bir dünya.  Ama bana sorsanız, dünyanın en masum ve en saf “halkı” olan çocuk halkının mensubu olan birinin, bir çocuğun bana öğrettiği bir tanımı da eklerdim: “Hiçbir çocuğun adını söylerken çekinmediği, adı sorulduğunda kızarak cevap vermediği bir dünya, toplum.”

Henüz iki sene önce Ege’nin bu kıyısında çok güzel, güzel olduğu kadar da sevimli 4-5 yaşlarında küçük bir kız çocuğu ile karşılaştık. Kız çocuğuna sevgi ve ilgi dolu jest ve mimiklerle, yakınlık gösteren sözler söyledik. O da bütün şirinliği ile bize karşılık verdi ve çok yakın davrandı. Onunla deniz üzerine, balıklar üzerine sohbet ettik. Bir ara ona ismini sorduk, bir kez söyledi, ancak çevredeki diğer insanların konuşmalarından ve gürültüden dolayı anlayamadığımız için bir kez daha sorunca kendinden hiç beklemediğimiz bir tepkiyle ve kızgınlık dolu bir sesle tekrarladı ve bizden hızla uzaklaştı. İsmi “Sarin Rosa” idi. O an beynimde (daha öncesinden “Sarin” isminin bir Ermeni adı olduğunu biliyordum) Ermeni halkının yaşadığı acı bir kez daha bütün şiddetiyle canlandı. O güzel kız, sadece ismini söylediği andan itibaren kim bilir kaç kez horlanmayla, küçümsenmeyle, hatta etnik kökeni ile ilgili açık ifadelerle düpedüz ırkçılığın korkunç yüzüyle karşı karşıya gelmiştir. Düşünün ki bu yalnızca ismini söyleyince karşılaştığı bir muamele. Başka sahnelerde/zamanlarda yaşadığı, yaşayacağı ayrımcılıkların, ırkçı muamelelerin çeşitlemeleri için bile bir çırpıda onlarca örnek sayılabilir. Yüzyıllardır bu toprakların yerlisi olan bir halkın çocuğunun/çocuklarının hemen her gün yaşadığı bu aşağılık travmaya son vermek için bile onları yok sayan, küçümseyen bu anlayışa ve bu sisteme düşman olmalı insan!

O gün bugündür çocuklara ismini sorarken çok daha dikkatle dinlemeye çalışırım. (Merak edenler için; sonra Sarin Rosa’nın –bu arada Sarin’in anlamının “Dağ kızı/dağ çiçeği” olduğunu öğrendim- gönlünü aldık ve ailesi ile -Rakel Dink’in ve Dink ailesinin dostları/avukatları olduğumuzu da söyleyince aramızdaki “engeller”in bütünüyle kalkmasıyla-  dost olduk, hâlâ da haberleşiriz,  zaman zaman görüşürüz.)

24 Nisan Ermeni halkına yönelik gerçekleştirilen soykırımın yıldönümü. Hayatın ironisi işte,  cumhuriyet egemenlerinin çocukluğumuza damga vuran bir marşının/şarkısının sözleriyle  “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan!” diyerek neredeyse hepimizin beynine kazıdığı günün ertesi günü.  Bugün,  tüm dünyada kendini Ermeni olarak tanımlayan 10 milyonluk bir topluluk var iken,  Ermenistan (ki bugün nüfusu 3.200.000 civarındadır) dışında, Ermenice ilköğretim kurumlarında Ermenice anadil eğitimi alan 6 ila 12 yaş arası Ermeni çocukların sayısı, sadece 30 bin! Kendi dilini öğrenemeyen Ermeni çocukları neyle “doluyor” bilmem ama, Ermenilere yapılmış ve halen de yapılmakta olan bunca şeyden sonra, hele hele Hrant’ın davasında verilen neredeyse cinayetin kendisi kadar korkunç karardan sonra neyle dolacağını şaşırıyor insan: utanç, hüzün, şaşkınlık,  yapılan şeyi/şeyleri  –adına ister soykırım, ister kırım, ister katliam densin- hâlâ savunanlara, hafifletmeye çalışanlara karşı öfke, kızgınlık…

Zindanda bulunan Ermeni yazar Sarkis Hatspanian şöyle tanımlıyor halkının bugün geldiği durumu:

“Tâlât'ların alçak ve hain planı halen tüm yok ediciliğiyle işliyor gördüğünüz gibi! Kanlı soykırım, beyaz soykırıma dönüşmüş sadece ve bal gibi de yok oluyoruz işte, soyumuz bugün de kırılıyor, bitip tükeniyor. Yani, biz Ermeniler için her gün 24 nisan, çünkü biz her gün ölüme yürüyoruz! 24 nisan ulusumuzun vicdanına zincir vurulan, entellektüellerimizin ölüme götürülmek üzere tutuklandığı gün olduğundan, o gün yas tutuyoruz. Ancak biz, aynı o gün olduğu gibi şimdi de, hem de her gün ölüme yürüyen bir ulusun evlatları olmamızı sürdürüyoruz... yani bize karşı uygulanmış soykırım geçmişe ait bir suç değil, o katastrof şimdi de devam ediyor.

Sahi ne olmuştu 24 Nisan’da?

Hitler’in Yahudi Soykırımı’na girişmeden önce “Ermenilere yapılanları kim hatırlıyor ki?” dediği olayların tarihsel gelişimi kısaca şöyle özetlenebilir: Osmanlı Dâhiliye Nezareti’nin 24 Nisan 1915’te çıkardığı, muhalifliklerinden ya da milliyetçiliklerinden kuşkulanılan tüm Ermeni cemaat liderlerinin tutuklanması emri, imha hareketinin başlangıç noktasını oluşturdu. Bu muğlâk ifadeyle binlerce Ermeni tutuklandı ve çoğu yargılanmadan idam edildi. İstanbul’dan Ankara’ya sevk edilen gruplar tıpkı “tehcir”de yaşanacağı gibi oraya hiç varamadılar. Ve nihayet 27 Mayıs’ta çıkarılan “Geçici Tehcir Yasası” imha planına son noktayı koydu. Yasa, ordu komutanlıklarına casusluk ve ihanet şüphesi taşıyan durumlarda ve gerekli hallerde nüfusun tehcir edilebilmesi yetkisini veriyordu. Öncekinde olduğu gibi şüphelenmek “tehcir” için yeterli bir nedendi. Katliamın startı böylece verilmiş oldu. Bu yazının sınırları ve olanakları açısından, bir halkın yaşadığı katliamın tarihsel anlamını vurgulamak, katliamın trajik boyutunu ele almaktan daha öncelikli durduğu için sadece bazı örneklere ve verilere değinmekle yetineceğiz. 

Tehcir kararının ardından, zaten yetişkin erkekleri askere alınmış ve silahsızlandırılmış Ermeni halkı, savunmasız biçimde, kafileler halinde yollara düştü. Tehcir; Erzurum’dan Kastamonu’ya, Trabzon’dan Ankara’ya Anadolu’nun hemen her yerinde, özellikle de Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı altı il olan Van, Erzurum, Bitlis, Sivas, Harput ve Diyarbakır’da uygulandı. Kafilelerin çoğu, sözde yerleşecekleri yer olan Harput Deir ez-Zor (bugün Suriye sınırları içinde kalır) vadisine hiç varamadılar. Yaşanan genellikle, yerleşim yerlerinden biraz uzaklaştıktan sonra, kafilelerin korunmasıyla yükümlü olan jandarmanın ayrılmasıyla, devletin gayriresmî görevlileri olan Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin, kafileleri pusuya düşürüp katletmesi ve yağmalaması oluyordu.

Askere alınan ve amele taburlarında çalıştırılan Ermeniler, örneğin Kayseri’de gruplar halinde birbirine bağlanıp öldürülürken, askeri yetkililerin sorumluluğunda yapılan bir karayolunun yapımında çalıştırılan binlerce Ermeni asker, yapımın bitmesiyle kitlesel olarak öldürülmüştü. Aynı şey Sivas ve Diyarbakır’da da yaşandı. Yollara dökülen kafileler de daha şanslı değildi. Erzurum’dan, Diyarbakır’dan, Erzincan’dan gelip Harput’a doğru ilerlemeye çalışan, çoğunlukla kadın ve çocuklardan oluşan savunmasız kafilelerdeki binlerce Ermeni, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kadrolarını oluşturmak üzere hapisten salıverilen katillerin kurbanı oldu. Özellikle kadınlar her zaman olduğu gibi şiddetten en çok pay alan kesimdi. Bu dönem tecavüzün kurumsallaştığı bir dönem olarak da tarihe geçti.

Ermenilerin sözde yerleştirileceği, “ıssız Mezapotamya çölleri” tabir edilen Deir Ez-Zor’da ise, oraya kadar sağ kalmayı başaran birkaç yüz bin Ermeni’yi, Tâlât’ın bu işle görevlendirdiği partililerin yürüteceği bir katliam bekliyordu. Ermeni milletvekilleri de aynı akıbeti paylaştı. İktidarın kullanıp daha sonra imhasına karar verdiği, Van katliamının sorumlularından Teşkilat-ı Mahsusa reisi Çerkes Ahmed, Ermeni mebusları nasıl öldürdüğünü kendi ifadesiyle ortaya koymuştur.

Bir halkın toptan kıyımını sınırlı sayıda örnekle açıklamaya çalışmak elbette olanaksızdır. Ancak bu rakamlar, bilgiler ve veriler, yüzleşilmesi gereken ve temelde halkların çıkarına olan gerçekleri değil; egemen sınıfların, burjuvazinin çıkarlarını esas alan tezler karşısındaki somut dayanaklardır.

Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta resmi tezin tehcir amacına yönelik savıdır. İddia şudur: savaş zamanı Ermeniler hem tehdit oluşturdukları için ve hem de kendi güvenlikleri için savaş alanından uzağa, iç bölgelere gönderildiler. Doğrusu insanın aklına, savaşta Rusların Yozgat ve Ankara’ya kadar mı dayandıkları sorusu geliyor. Savaş alanına ne kadar yakındı ki Ankara eyaletindeki 63 bin Katolik Ermeni’nin- ki bunlar Gregoryen Ermenilerden kültür ve politika bakımından farklılaşmış, apolitik bir toplum idi- 61 bini tehcir edildi?

1916 sonunda hız kesen bu sistemli katliamda, Osmanlı devletinin resmi rakamlarıyla 800 bin Ermeni katledilmişti. Alternatif kaynaklara göre ise bu sayı 1 buçuk milyona kadar çıkmaktadır. Resmi tez yanlılarına göre ise “20 bin Ermeni haydutlarca öldürüldü, 30 bini dizanteri veya tifo gibi hastalıklardan öldü”. Yani “maalesef 56.610 Ermeni öldü”. Anlaşılan insan kendini milletinin geçmişini aklamak gibi kutsal bir ideale adayınca makûl olmak türünden kaygılara ihtiyaç duymuyor.

1918’de savaş, umutların aksine büyük bir hezimetle sonuçlanınca, hem halkı kendi Pantürkizm idealleri uğruna savaşa sokmanın, hem de Ermeni halkını etnik homojenlik projesiyle imha etmenin yaratacağı hukuki ve idari sonuçların farkında olan İttihat’ın Teşkilat-ı Mahsusacı merkez kadrosu Enver, Cemal, Tâlât, Dr. Şakir gibi isimler, 1 Kasım gecesi bir Alman gemisiyle topluca ülkeyi terk ettiler. Oluşturulan yeni ateşkesin ardından, gerçekleştirilen etnik imhanın sorumlularının yargılanması için davalar açıldı. Bu davaların, sorumluların cezalandırılması açısından etkin olduğunu söylemek mümkün değildir. Öncelikle, İttihat’ın Teşkilat-ı Mahsusacı beyin takımı sayılabilecek, bir anlamda devlet içinde bir derin devlet gibi çalışan merkez kadrosundaki isimler kaçmıştı. Diğer yandan, bu kadronun iktidarı zaten kısmen diktatörlük gibi işliyordu ve devletin tüm organlarına nüfuz etmişti, bu da yargılama için gerekli verilerin ve belgelerin mahkemeye ulaşmasında engelleyici bir unsurdu. Ayrıca 1919’da İzmir’in işgaliyle başlayan süreç, halktaki milli duyguları kamçılıyor ve işgalci İtilaf devletlerine karşı katliamcıları sahiplenme yönünde bir eğilim gelişiyor ve bu ise mahkemeye tepki şeklinde ifade buluyordu.

Esasen barış anlaşmasında İtilaf devletlerini yumuşatma gayesiyle kurulan mahkemenin fiili bir yaptırımı ve bunun için gerekli gücü olamadıysa da devletin resmi kurumu olarak yaşananları belgelemesiyle tarihsel bir öneme sahiptir. Bakanların ve İttihatçı liderlerin yargılandığı dava sonunda davalılar suçlu bulundu ve Talat, Enver, Cemal ve Dr. Nazım gıyaplarında idama mahkûm edildi. Aynı şekilde Dr. Şakir de Teşkilat-ı Mahsusa’nın yöneticisi olması sıfatıyla idama mahkûm edildi. Sorumlu Kâtip’lerin dava kararında, davalılar 27 Mayıs Geçici Tehcir Kararı’ndan faydalanarak “Ermenilerin katli ve imhası, mal ve eşyalarının yağma ve talanından” suçlu bulundular.

Ve neticede bir milyondan fazla Ermeni’nin katledildiği bu etnik imhanın yargılamalarının sonunda 3 kişi idam edildi. Katliamda sorumluluğu bulunan ve bulundukları İstanbul Bekirağa hapishanesinden İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilen kişilerin bir kısmı kaçtı. Bir kısmı da, Kurtuluş Savaşı sırasında kendi aralarında anlaşmazlık yaşayan İtilaf devletlerinden Fransa ve İtalya’nın tutum değiştirmesinin ardından, İngilizlerin 1921’de, Ankara hükümetiyle yapılan esir değişim anlaşması çerçevesinde İngiliz tutsaklar karşılığında salıverildi. Burada Kemalist yönetimin tutumu dikkat çekicidir. Sorumlulara açılan davalar sürerken Ankara Meclisi 1921’de yetkisi askeri mahkemelere sevk edilmek üzere Divan-ı Harb-i Örfileri feshetmiştir. Aynı şekilde esir değişiminde Malta’daki sanıkların bir kısmının iadesi anlaşmasını daha sonraki ısrarcı pazarlıklarla, sanıkların hepsini kapsayacak biçimde genişletmiştir. Ancak daha vahim olanı, bu sanıkların bazılarının ulusal mücadeleye katılmalarının ardından yeni hükümette ve orduda önemli rütbeler verilerek ödüllendirilmeleri olmuştur. Benzer şekilde, idam edilenlerden ikisinin, Cumhuriyet döneminde “milli şehitler” ilan edilmesi, Nusret’in adının Urfa’da bir caddeye verilmesi, Mustafa Kemal’in katliamı eleştiren, aşağıda da bir kısmına değinilen bazı beyanlarına rağmen, yeni Türk devletinin ulusal soruna ve yaşanan katliama bakışını göstermektedir.

Cumhuriyetin Kadrolarından Falih Rıfkı Atay’ın Tanımı: “Soykırım”

Yaşananlara ilişkin, Türkiye tarihinde “soykırım” kavramını ilk kez kullanan kişi, 1968’de Dünya Gazetesi’nde “Bu bir jenosittir” diyen, cumhuriyetin kurucu kadrosundan ve Atatürk’ün yakın arkadaşı Falih Rıfkı Atay olmuştur.

Osmanlı Tarih Encümeni üyeliği ve Askeri Sansür Müfettişliğini takiben 1919 yılında Türkiye Tarihi Müderrisliği, 1924-1927 yılları arasında da Türk Tarih Encümeni Başkanlığı yapan tarihçi Ahmet Refik şöyle yorumlar yaşananları: “Adil ve kuvvetine güvenilir bir hükümetin yapacağı şey, hükümet aleyhine isyanları tahakkuk edenleri cezalandırmaktı; fakat İttihatçılar Ermenileri imha etmek istiyorlardı; Nihayet Ermenilerin Van kıtâli (savaşı), askeri hareketlere engel teşkil etmeleri, İttihatçıların milli gayeleri için mühim bir fırsat vücûda getirdi.” Aynı Ahmet Refik’in 1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu’nda görevli olduğu döneme dair çarpıcı ve yoruma gerek bırakmayan gözlemleri ise şöyledir:

“Bir sabah Eskişehir istasyonunda me’mûlün harici (umulmayan) bir manzara görüldü. Trenler birbirini velyediyor (peşpeşe geliyor), her trenden binlerce aile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevkedilemeyen çoluk çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jandarma karadan geliyorlardı. Manzara pek feciydi...”

“Nihayet birgün meş’ûm (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliye edilecekti (...) Ertesi gün, Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini, çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateşin çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler...”

“Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. (...) Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza olunuyordu. Hâlbuki geceleyin halılar ve davarlar, kıymettar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı hâl, İzmit’in, Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli edilmemek için evlere ateş verilmişti...”

“Eskişehir kafile kafile, tren tren boşalıyordu. Bu trenler kapalı yük vagonları bile değildi, kafes şeklinde, her tarafı açık hayvan vagonları idi. Muhacirin idaresinden gelen memura: ‘Bari kapalı vagonlarla gönderin’ dedim. Hiç tavrını bozmadı, lakaydane bir sesle: ‘Daha iyi ya, hava alırlar!’ cevabını verdi...”

Cemal Paşa’nın yanından gelen Orgeneral Liman Von Sanders’in eşinin: “Ah ne kadar yazık, bu yavrulardan, bu masumlardan, bu biçare kadınlardan bilmem ne istiyorlar? Kimler cinayet yapmışsa onları tecziye etsinler. (...) Dereler insan gövdeleri, çocuk başları taşıyor. Bu manzara yürekleri parçalıyor.” şeklindeki gözlemini aktardıktan sonra Ahmet Refik, şöyle yazar:

“Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti ile malûl olmak lazımdı, Almanlardan kalpleri insaniyet hisleriyle meşhun (dolu) olanların da bu cinayetlerden müteneffir olduklarına (iğrendiklerine) hiç şüphe yok. Fakat resmi Almanya isteseydi, bu kıtâle mani olurdu. Said Halim Paşa İttihad’ın kör bir aletiydi; Enver ve Talat Almanya’nın sözünden bir adım çıkmazlardı, bu cinayetleri kuvvetlerine güvenerek icra etmeleri imkân haricinde idi. Hiç şüphesiz Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların zafer teraneleriyle bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Anadolu’da kazanacağı menfaatlerle sermest; kurun-u vusta’da (Ortaçağ’da) bile görülmeyen bu cinayetlere; samit (sessiz) ve lakayt, seyirci vaziyetini takınıyordu...”

“Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücumu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihad hükümetinin Turan siyaseti, İslâm ittihadı namına Kafkasya’ya gönderdiği çetelerdi...”

İttihat ve Terakki Merkez Komite üyesi Bahaettin Şakir’in, 21 Haziran 1915 tarihinde, Harput İttihat ve Terakki Parti Sekreteri Resneli Nâzım’a yolladığı telgraf, son derece somut itiraflarla doludur: Şakir telgrafında şöyle der: “Oradan sevk edilen Ermeniler tasfiye olunuyor [temizleniyor] mu nefy [sürgün] ve tagrîb olunduğunu [uzaklaştırıldığını] bildir[diği]niz eşhâs-ı muzırre [zararlı şahıslar] imha ediliyor mu yoksa yalnızca sevk ve i’zâm mı olunuyor [gönderiliyorlar mı?] vâzıhan [açık açık] bildiriniz kardeşim.”

Benzer bir biçimde, 1916 Şubatı’nda III. Ordu Komutanı olarak atanan Vehip Paşa, Aralık 1918’de Ermenilerin tehciri ve öldürülmelerini soruşturmakla görevli Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’na yazılı olarak verdiği ifadede, “Ermenilerin katl ve imhası ve katillerinin yağma ve gasbı İttihat ve Terakki merkez-i umumisinin netice-yi mukarreratı”dır, der. Paşaya göre, “Mukarrer bir program ve mutlak bir kasd tahtinde yapılan işbu mezalim evvelen İttihad ve Terakki murahasslarıyla hey’et-i merkeziyelerinin ve saniyen kanun ve vicdanı bir tarafa alarak cem’iyetin arzu ve meramına alet olan rüesa-yi hükümetin emir ve tensib ve ta’kibile yapılmış(tır).” Paşa öz olarak; devlet görevlilerinin, bu cinayetleri görmeleri ve işitmelerine rağmen hiçbir tedbir almadıklarını ve hatta cinayetleri teşvik ettiklerini ekler ve bunun, eylemin planlanmış olduğunun en önemli göstergesi olduğunu söyler.

İronik bir biçimde Mustafa Kemal de 1915’te yaşananları, 24 Nisan 1920'deki Meclis konuşmasında “fezahat” (utanç verici iş)” olarak tanımlamış ve aynı yıl bir radyo demecinde ise;  “Bir daha Ermeni kıtaline (kıyım) benzer bir kötülük olmayacağının garantisini veririm.” demiştir.

Falih Rıfkı Atay bu konuyla ilgili Atatürk'le yaşadığı bir sahneyi şöyle anlatır: “Atatürk 1915'te Halep'te Baron Oteli'nde kalmakta iken, orada Ermenilerin yerleştirilmesiyle uğraşan Çerkez Hasan Amca'yı görünce öfkeyle bağırmaya başladı:  ‘Katiller’.  ‘Hepiniz cephe gerisinde Ermeni öldürmek için dolaşan katillersiniz. Hiçbiriniz cepheye gelip savaşmazsınız.’ ”

Soykırıma karşı çıkanların ve resmi tezi savunanların cevap vermesi gereken sorular

*Mustafa Kemal’e yukarıdaki sözleri söyleten 1915’te neler olmuştur? Bu sözleri söylemiştir de devamında “katiller” dediği sorumlulara ne yapmıştır?

* 1.500.000 insanın öldürülmesi “soykırım”dır da, 800.000 insanın öldürülmesi mi kırım”dır?

* Bir halkın yaşadığı acıları tanımlamak için sayılarla ölçüm yapmak ne kadar insanidir?

*Tehcir Kanunu nedir, içeriğinde neler vardır?

*Bu kanunu çıkaranlar kimlerdir?

*Kimilerinin dediği gibi bu mesele Türkiye Cumhuriyeti’nin meselesi değilse, Tehcir Kanunu’nu çıkaran kurum Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Misak-ı Milli’yi de kabul eden kurum değil mi?

*Tehcir sırasında ne olmuştur, tehcir hangi koşullarda gerçekleştirilmiştir?

*Tehcir Kanunu’nda belirtilen iller dışındaki illerden de tehcir olmuş mudur, mesela Eskişehir’den?

*Eskişehir’den eğer tehcir olduysa, Eskişehir hangi savaş tehlikesi altındadır 1915’te ve Ruslar oradaki Ermenileri kışkırtmak için ne gibi faaliyetler gerçekleştirmişlerdir?

*1919’da İttihat ve Terakki’nin bazı yöneticileri için tehcir sırasında işlenen suçlara ilişkin davalar açılmış mıdır?

*Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır? Sonuçlanmamışsa niye?

*Soruşturma açılmış ama dava açılmamış İttihatçılar nereye gitmişlerdir?

*1915’ten önce Anadolu’daki Ermeni nüfus nedir (Osmanlı Devleti vatandaşı olan Ermeniler)?

*Bu nüfusun dağılımı nedir, kaçı çocuk, kaçı kadındır, hangi illerde yaşamaktadırlar, hangi mezheptendirler? Tehcire tabi tutulan nüfusun malvarlığı nedir?

*Bu nüfusun sahibi olduğu taşınmazlara ne olmuştur?

*Tehcir kararında tehcir edilen kişilerin maddi zararlarının tazmin edileceği yazıyor mudur?

*Tehcir, yani “göçe zorlamaya”, Bosna ve Kosova’dan sonra ne ad veriyoruz?

*Bir devlet, sınırları içinde yaşayan bir etnik grubu istediği yere nakledebilir mi?

*Bu döneme ilişkin Osmanlı arşivleri her milletten araştırmacının kullanımına açık mıdır?

*Anadolu’da bulunan Alman ve Amerikalı diplomatların tanıklıkları sahte midir?

*9 Aralık 1948’de kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren “Birleşmiş Milletler          Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”nin 2. maddesi ne der?

“Soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, kimi fiilerin işlenmesidir” der ve ekler mi? “Kısmen veya tümüyle... Bu fiiller arasında grubun mensuplarını katletmek, onlara ciddi bedensel veya psikolojik zarar vermek, grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içindeki doğumları önlemek kastıyla önlemler yaratmak, grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek?”

Sadece son sorunun son kısmı bile ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

1938’de Korkunç Dersim Katliamı’ndan sonra Dersim’in Kürt “kayıp kızları”nı asker ailelerine veren zihniyet, aslında 23 sene önce henüz 1915 yılında bu uygulamaya Ermeni çocukları ile başlamış!

Hrant için! Ararat’ın yüksekliği İçin!

Ahbariğimiz Hrant, en son 23 Aralık 2006’da, Özgür Düşün Kolektifi’nin İstanbul Darphane’de düzenlediği “Aydınlık Sorgular Sempozyumu”nda söylemişti:

“Türk kardeşlerim biliyorum kolay değil, zorunuza gidecek belki ama söylemeliyim: Dedeleriniz, halkımı katletti, yok etti... Bunun nedenleri ve gerekçeleri ne olursa olsun, bu neden ve gerekçe tartışmalarından bağımsız olarak ve sonuçları itibariyle yaşanan bir soykırımdır... Biz Ermeniler, Türklerin soykırımına uğradık... Bu gerçeği görmezden gelemem, inkâr edemem... Sizin için ne anlam ifade eder bilemem ama, Ağrı/Ararat Dağı bizim için bir yükseklik değil, bir derinliktir...”

Yoldaşımız, dostumuz sosyalist yazar Temel Demirer, bir yazısında Çorum’un yerlilerinden olan dedesi Kaleli Niyazi’nin, yerli Ermeniler için söylemiş olduğu, “Gökgözlüler buralardan sürüldüğünden beri bu yerlerin besi bereketi kesildi!” sözünü aktarır.

Yazının başında Nâzım Hikmet’in söylediği gibi; burjuvazi tarafından sadece Türk halkının değil Kürt, Arap Çerkez, Laz… bu coğrafyada yaşayan bütün halkların “alnına sürülen kara”yı temizlemek için bu suçla yüzleşmemiz, yüzleştirmemiz,  soykırımın hesabını soracak gücü bulmamız, “Ancak geçmişteki kıyımların kefaretini ödemiş bir insanlık bugününe sahip çıkabilir” diyen Walter Benjamin’in kastettiği kefareti ödememiz, ödetmemiz gerek!

24 Nisan’larda hüzün, utanç ve öfke dolmamak için…

“Gökgözlülere” dostluğumuzu, kardeşliğimizi ispat etmek için…

Bu toprakların “besi, bereketi” için…

“Sari Gelin” şarkısını gönül rahatlığı ile mırıldanabilmek için…

Sarin Rosa’ların ismini korkusuzca söyleyebilmesi için…

Hrant’ın anısına dürüstçe, gönül rahatlığı ile sahip çıkabilmek için…

Ararat’ın/Ağrı’nın sadece “yüksekliği”ni görmek için…

Halkların gerçek kardeşliği için…

24 Nisan 2012

Kaynaklar:

 

1. Ayten Demirci-İdil Gümüşçay, “Ermeni Katliamı Öyküsü”, İşçi Mücadelesi, No:17, Mart-Nisan-Mayıs 2005, s.71-78.

2. Ayşe Hür, “Ermeni Sorunu (5): Tehcir ‘Turan Ülküsü’nün Sonucu”, Radikal, 16 Şubat 2006, s.4.

3. Markar Esayan, Türkiye Tarihiyle Yüzleşmeli”, Radikal, 8 Eylül 2005, s.9.

4. Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı, Otoman Archives, Yıldız Collection, The Armenian Question, 1. Cilt, s. XII, İstanbul 1989. Aktaran: Taner Akçam,

Ermeni Tabusu Aralanırken Diyalogtan Başka Çözüm Var Mı?, İstanbul, 2002, s. 74
5. Cemal Kutay, “Birinci Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa”, s. 6. Kuşçubaşı’nın anılarından ayrıntılı aktarmalar yapan Celal Bayar da tek tek şehirlere ilişkin bazı sayılar verir. Bunların toplamı yukarıdaki toplam sayıyı vermektedir. (Celal Bayar, Ben de Yazdım, Cilt 5, s. 1576). Aktaran Taner Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken Diyalogtan Başka Çözüm Var Mı?, s. 74, İstanbul 2002
6. Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa, s. 39. Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Belge Yay., İstanbul, Mart 2004, s. 30.
7. Fuat Balkan, Hatıralar c. 2, s. 2 97. Ayrıca Britanya Dışişleri Arşivi, FO 371/4173 Dosya 345. Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Belge Yay., İstanbul, Mart 2004, s. 45.

8. Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa, s. 18, 38, 78.Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid, Belge Yay., İstanbul, Şubat 1995, s.58.
9. Kudüs Patrikliği Arşivi, seri 17, dosya H, 571, 572 Aktaran: Prof. Dr. V.Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Belge Yay., İstanbul, Mart 2004, s. 199
7. Tchalkhouchian, Le Livre Rouge, n: (26), 44 Aktaran: Prof. Dr. V.Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Belge Yay., İstanbul, Mart 2004, s. 198.
10. Ahmet Refik Altınay, İki Komite İki Kıtal, s. 38-40. Aktaran Prof. Dr. V. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Belge Yay., İstanbul, Mart 2004, s. 125.
11. Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, s. 787. Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid, Belge Yay., İstanbul, Şubat 1995, s. 54.

12. Yusuf  Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, s. 118, 128, 130. Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Belge Yay., İstanbul, Mart 2004, s. 182-183.
13. Takvim-i Vekayi, No: 3772. 10 Şubat 1919, 3. Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid, Belge Yay., İstanbul, Şubat 1995, s. 98.

14. G .Jaeschke, “I.Türk İnkılabı Kronolojisi”, 1939, Die Welt Des Islams, 1958, Aktaran: Prof. Dr. V. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid, Belge Yay., İstanbul, Şubat 1995 s. 181 / 355-3.

15. Ahmet Refik, İki Komite, İki Kıtâl, s.27.

16. Taner Akçam, “Türk ve Ermeni”, Radikal İki, 12 Kasım 2006, s.4.

17. NTV Haber, 23 Mart 2005. 

18.Y. Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, s.787.

19. Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, s.118-128-130.

20. Takvimi Vekâyi 3540, 27 Nisan 1919 tarihli birinci oturum.

21. Sungur Savran, “Gururu İncinen Türk İşçi ve Emekçilerine Açık Mektup”,  İşçi Mücadelesi, No. 17, Mart-Nisan-Mayıs 2005.

22. Sibel Özbudun-Temel Demirer, “1.500.001’inci Ahbarik: Hrant!”, 21 Ocak 2007 tarihli makale.