Şili’nin 12 Eylül’ü: 11 Eylül karşı-devrimci darbesinin 50. yıldönümü

Şili

Bundan tam 50 yıl önce, 11 Eylül 1973’te, devrimin ve karşı-devrimin ölümüne bir mücadele içinde karşı karşıya geldiği bir ülkede, kavgayı karşı-devrim kazandı. Latin Amerika ülkesi Şili’nin ordusu “emir ve komuta zinciri içinde” Genelkurmay Başkanı General Augusto Pinochet (Augusto Pinoşe okunur) yönetiminde, 1970 yılında başa geçen ve o zamandan beri her seçimden üstünlükle çıkmış olan Halk Birliği adlı ittifakın lideri sosyalist Başkan Salvador Allende’yi (Ajende okunur) kanlı bir darbe ile devirerek işçi sınıfına ve emekçi halka karşı vahşi bir taarruza girişti.

Bu satırların yazarı, Şili halkının yenildiğini duyduğu anı hiç unutmadı. Bir yolculuk esnasında, o günün Türkiye’sindeki en çabuk haber alma kanalı olan TRT radyosunun gün ortası bir “haber ajansı”nda soğuk sesli bir spiker “Şili ordusu idareyi ele aldı” türü bir cümle ile olan biteni aktardığında içimizden bir parça koptu gitti. Madencisiyle tekstil işçisiyle, telekomünikasyon çalışanıyla perakende sektörü emekçisiyle Şili işçi sınıfı, kentlerin etrafını sarmış yoksul gecekondu mahallelerinin halkı, yoksul köylüler, öğrenciler, aydınlar, sanatçılar, müzisyenler, devasa bir dönüşümün heyecanıyla kollarını sıvamış ve emperyalizme ve ülkenin hâkim sınıflarına karşı, dur durak bilmez bir mücadeleye girmişlerdi. Yenilen sadece Salvador Allende ve yönetimi değildi. Koskoca bir halktı. Darbe başarılı olduğu takdirde ceremesini yalnızca hükümet değil postalların ve tank paletlerinin altında ezilecek milyonlar çekecekti. İçimizden büyük bir gürültüyle kopan giden işte bu milyonlardı.

1968 döneminde çok büyük olaylar yaşadık. Bizde grevler, işgallerle geçen 60’lı yılları taçlandıran ve hâlâ aşılmamış proleter ayaklanması 15-16 Haziran, 1968’den itibaren delice militan bir öğrenci hareketi, 1971 devrimci atılımı, Kürt halkının rönesansı, toprak işgalleri, üretici mitingleri. Dünyada, en başta ABD’yi dize getiren kahraman Vietnam halkı, Fransa’da tarihin o güne kadar en büyük ve en uzun genel grevi, İtalya’daki “sıcak sonbahar” adlı büyük işçi kavgası, Çekoslovakya’da bütün bir halkın demokratik bir sosyalizm adına ayağa kalkışı, Arjantin’de bütün bir kenti ayaklandıran büyük işçi isyanı Cordobazo, Portekiz’in Afrika’daki sömürgelerinde ulusal kurtuluş savaşları, Portekiz’in kendisinde demokrasi için bir yapılmış bir darbe olarak başlayıp sürekli devrim dinamikleriyle sosyalizme merdiven dayayan devrim, ABD’de ezilmiş siyahilerin koskoca şehirleri, gettoları, üniversiteleri isyan ateşiyle tutuşturan mücadelesi, daha neler daha neler!

Şili’deki deneyim bütün bunlar arasında proletaryanın iktidara gelmesi bakımından en büyük olanakları yaratan gelişmelerden biriydi. Salvador Allende’nin yönettiği sosyalist-komünist ağırlıklı Halk Birliği değildi artık tek aktör. Onun kendine rağmen tetiklediği, ona rağmen her gün radikalleşen, her gün daha büyük güven kazanarak hükümet dışında ya da ötesinde bir alternatif arayışına giren işçiler, köylüler, kent yoksulları, gençlerdi bu olanakları yaratan.

Seçim yoluyla iktidara gelmiş olan reformist bir sol hükümetin yönetimi altında yaşanan kutuplaşma Şili’yi bir devrimci kriz içine sürüklemiş, emperyalizm ve burjuvazi de daha en baştan itibaren yaptıkları hazırlıklarla karşı-devrimi örgütlemeye girişmişlerdi. 11 Eylül 1973 darbesi, işte bu mücadeleye nokta koyan karşı-devrimci galebedir.

20. yüzyılın en önemli politik olaylarından biri

Daha baştan söyleyelim. Okur, Şili’de Halk Birliği hükümeti deneyimini (1970-1973) ve Pinochet diktatörlüğünü (1973-1990) tek bir ülkenin tarihi açısından çok önemli bir olayın farklı evreleri olarak görmekten kaçınmalıdır. Şili’de 1970-1973 arası yaşananlar ve bu sürecin sonucu olarak kurulan yarı-faşist diktatörlük, sadece bu ülkenin tarihî deneyiminin çok önemli bir uğrağı olarak ele alınmamalıdır. Şili’de Allende-Pinochet deneyimi, 20. yüzyıl tarihinin en önemli laboratuvarlarından biri olarak iş görecek boyutlarda bir deneyimdir. Yazının estetiğinden fedakârlık ederek en baştan bunun neden böyle olduğunu özetleyecek, her bir noktayı daha sonra bir miktar açıklayacağız.

  • Halk Birliği hükümeti, Marksizmin devrimci kanadının 20. yüzyıl boyunca (bu elbette 21. yüzyılda da değişmemiştir) ısrarla ortaya koyduğu gibi, sosyalizme burjuva meşruiyeti içinde barışçı ve tedrici biçimde geçişin olanaksız olduğu tezinin en saf haliyle kanıtlanmış olduğu örnektir. Bu örneğe yaklaşabilecek diğer tek örnek İspanya devrimi ve iç savaşı sürecidir (1931-1939) ama o örnekte henüz tam olarak yerleşmiş bütüncül bir burjuva meşruiyet çerçevesi olmadığından Şili deneyimi daha arı bir laboratuvar ortamı oluşturur. Şiddetin yitirilen hayatlar açısından büyük maliyetler getirdiği iddiasındaki “barışçı yol” taraftarları kendi yollarının sadece devrim saflarında on binlerce ölüme yol açtığını görmüşlerdir.
  • Halk Birliği hükümeti karşısında emperyalizmin, özel olarak hegemonik güç ABD’nin, sözün gerçek anlamıyla ilk dakikadan itibaren izlediği politika, devrimci Marksistlerin ısrarla belirttiği bir noktanın önemini hemen hemen başka hiçbir örnekte görülmeyen berraklıkla ortaya koymuştur: Dünya sistemindeki gericiliğin ve karşı-devrimciliğin esas kaynağı emperyalizmdir. Hangi ülkede bir kurtuluş mücadelesi yaşansa, hangi ülkede emperyalizme karşı tutum alan girişimler güçlense, hangi ülkede kapitalistlerin iktidarı tehlikeye düşse, emperyalizm kendi askerî müdahaleyle engelleme çabasına girişmese bile bu süreci durdurmak için her şeyi yapacaktır. Şili’de Allende’nin devrilmesinde emperyalizmin rolünde olağandışı bir şey yoktur. Buna benzer müdahaleler Türkiye dâhil birçok ülkede olmuştur. Okur bu yüzden Şili olayının bu konuda da neden böylesine önemli olduğuna şaşırabilir. Çünkü Şili olayında ABD’nin karşı-devrimci ve demokrasi karşıtı darbe mimarlığı 20. yüzyılın bütün öteki örneklerinden daha iyi belgelenmiştir.
  • 1970-73 dönemi Halk Birliği yönetimindeki Şili’de yaşanan süreç, devrimci bir krizin proletarya ve büyük emekçi halk kitleleri lehine çözülebilmesi için Leninist/devrimci bir partinin nasıl vazgeçilmez olduğu gerçeğini en çıplak biçimde ortaya koyan örneklerden biridir. Doğan kriz hiç tartışmasız işçi sınıfı ve müttefikleri ile burjuvazi ve müttefikleri arasında ölümüne bir savaş karakteri taşımaktadır. Sosyalizmin kazanamamasının belirleyici nedeni, Şili’nin bütün işçi partilerinin reformist olması, devrimci eğilimler taşıyan Mir adlı örgütün ise yanlış bir stratejiye (fokoculuk) saplanması, sonra da pratik mücadelede, tam tersine, Halk Birliği’nden tam kopamayarak orta yolcu bir hat sürdürmesidir.
  • Reformist partiler arasında en başta Sovyetler Birliği sempatizanı Şili Komünist Partisi (Pcch) gelir. Latin Amerika “komünist” partileri, 1930’lu yıllardan itibaren zamana yayılan bir süreçte “aşamacı” bir devrim modeli üzerinden (önce burjuva demokratik devrim, sonra sosyalist devrim) yürümüş, bununla yetinmeyerek 1917’den önce Rusya’da partinin Menşevik kanadının savunduğu gibi burjuva demokratik devrimin zaferi için burjuvazinin desteklenmesi gerektiği yaklaşımını benimsemiştir (Lenin bunu daima reddetmiştir.) Bu da yetmemiş, zamanla “parlamenter yoldan barışçı devrim” anlayışı da gelişmiştir. Bu bir boşlukta olup biten bir şey değildir: Bu partilerin akıl hocası Sovyetler Birliği Komünist Partisi’dir (SBKP). Sovyet taraftarı Stalinist hareketler 1980’li yılların sonuna kadar SBKP’yi “dünya devriminin öncü gücü” kabul ediyordu. Oysa “barışçı yol” anti-Marksist tezi SBKP’den doğmuş bir tezdir.

Yaşananlar hakkında kısa bir özet

Dünya devrimine gönül vermişlerin, başka bir deyişle gerçek Marksistlerin, devrimci Marksistlerin, Şili’nin en azından 1970-1973 arasında yaşadıklarını mutlaka ince ince incelemeleri gerekiyor. Devrimci Marksistler 1917 Rusya devriminde Şubat’tan Ekim’e giden ayların nasıl öğretici olduğunu iyi bilirler. Paris Komünü daha da klasik bir örnektir ders çıkarmak için. Bizce Alman devrimi (1918-1923) ve İspanya devrimi (1931-1939) de benzer incelikte analiz edilmeli ve uluslararası alanda devrimci Marksistlerin henüz gerçekleştirilmemiş ölçüde ortak yol haritaları için Komün ve Ekim’in yanı sıra bunlardan da dersler çıkarılmalıdır. Bizce Şili devriminin 1970-1973 dönemi, ama özellikle 1972-73 aralığı da çok dikkatli bir çalışma konusu olmalıdır.

Bu yazı bu amaçla yazılmıyor. Bir yanıyla anma, bir yanıyla saygı duruşu, bir yanıyla da lanetleme yazısı bu. Bu yüzden de bir site yazısında ne gelişmeleri ayrıntılı olarak hikâye edebiliriz ne bir dönemleştirme çabasına girişebiliriz. Okurumuz internet çağında o dönemde Şili’de yaşananları olaylar bazında anlatan bilgiyi mutlaka kolaylıkla bulacaktır. Biz bu yazıda sonuçlarla ilgileniyoruz. Olayları anlatmayacağız. Vereceğimiz kısa özet, ansiklopedik kaynaklarda çoğunlukla bulunmayacak türden tespitler içerecek.

Halk Birliği (Unidad Popular) ana bileşenleri (büyüklük sırasına göre) Allende’nin Sosyalist Partisi (Ps), Şili Komünist Partici (Pcch, lideri Luis Corvalán, Korvalan okunur), Hristiyan solundan gelme MAPU olan ve bir dizi başka siyasi grubu bir araya getiren bir cepheydi. Şili’de birçok Latin Amerika ülkesinden farklı olarak parlamenter sistem uzun süredir var olduğu, askerî darbe geleneği olmadığı için parlamenter sol birçok ülkeden daha güçlüydü, buna karşılık devrimci sol birtakım başka Latin Amerika ülkelerinden daha zayıftı. Ps, çoğu ülkeden farklı olarak Pcch’den daha güçlü bir parti idi ve onun solunda idi. Yani basit bir sosyal demokrat parti olarak görülemezdi. Nitekim Ps’nin sağ kanadı (lideri Allende) burjuva meşruiyetine sıkı sıkıya tutunduğu halde, çok güçlü bir azınlık oluşturan sol kanadı (lideri Altamirano) basbayağı devrimci eğilimler içeriyordu.

Halk Birliği’nin solunda Küba tarzı fokocular ile Trotskistleri bir araya getiren Mir (Devrimci Sol Hareket) yer alıyordu. 1965’te kurulmuştu. İlk lideri Şili Trotskizminin tarihî önderi Enrique Sepulveda idi. Ama 1967’deki kongrede genel sekreterliğe henüz 23 yaşındaki Miguel Enriquez (Migel Enrikes okunur) getirilecekti. Enriquez yönetiminde parti fokoculuğu kesin biçimde stratejik bir yöneliş olarak benimsiyor, buna muhalefet eden Trotskistler ya kendileri ayrılıyor ya uzaklaştırılıyordu. Merkez Komitesi’nin 15 üyesinden 6’sı hareketten ayrılacak, parti epey yüksek sayıda militan yitirecekti. Yine de Halk Birliği başa geldiğinde Mir’in yaklaşık 2.500 militanı olduğu, öğrenci ortamındaki büyük gücünün yanı sıra, mahallelerde, Şili’nin rakipsiz konfederayonu Cut’ta ve (daha sonra yaşanacaklar göz önüne alınınca çok önemli olan bir nokta) ordunun alt kademelerinde etkisi olduğu söylenen bir hareketti. İlginç olan Altamirano solu ile Mir arasında sık sık taktik işbirlikleri gerçekleşiyordu. Oysa Mir hiçbir aşamada Halk Birliği’ne katılmadı.

Halk Birliği’nin sosyal bileşimi tamamen proleter ve emekçi bir karakter taşıyordu. İşçi sınıfının çok büyük bir bölümü, yoksul mahalleler, küçük köylülük, yoksul ve yarı-proleter köylü kitlesi, öğrenciler Halk Birliği’nin profilini tanımlıyordu. İlerleyen mücadele içinde ittifakın küçük burjuvazinin hem geleneksel hem modern kanatlarında zayıf olduğu ortaya çıkacaktı. Şili’de bu dönemde küçük burjuvazi kararlı, hatta çok aktif biçimde büyük burjuvazinin partilerinin ve faşist partinin yanında durmuştur

Burjuvazinin biri iyice sağ (Ulusal Parti, Pn), öteki ise orta yolcu (Hıristiyan Demokrasisi, Dc) iki geleneksel partisi vardı. Bu dönemde ise Patria y libertad (Vatan ve Özgürlük) adlı düpedüz faşist bir örgüt, küçük burjuvazinin saflarında örgütlenerek hızla büyüyecekti.

Her ne kadar Allende 4 Eylül 1970 başkanlık seçimlerini kazandıysa da çoğunluğu elde etmemiş, üç aday içinde en yüksek oyla (yüzde 36) kazanmıştı. Bu da gösteriyordu ki Latin Amerika’da da ABD olduğu gibi “Kongre” adıyla anılan yasama organında azınlıktı. Ama bu üç yıl içinde yapılan bütün seçimleri Halk Birliği kazandı. 1971 bahar aylarındaki yerel seçimlerde oy oranı bakımından mutlak çoğunluğa erişti (yüzde 51). En hassas seçimlerde, 1973 Mart’ında yapılan Kongre seçimlerinde muhalefet, oyların üçte ikisini alıp Allende’yi azletmeyi umarken Halk Birliği yüzde 44 oy alarak ABD ile birlikte yıllardır sürdürülen ekonomik ve politik istikrarsızlaştırma çabalarına rağmen yüzde 36’dan yüzde 44’e sıçramış oldu.

Halk Birliği’nin ekonomik atılımı

Burada kendimize özgü bir fikir belirtelim. Devrimci Marksistler biraz ezbere birçok ittifaka “halk cephesi” etiketini takarlar. Bilindiği gibi, “halk cephesi”, “birleşik işçi cephesi” taktiğine karşıt olarak cepheye burjuva partilerinin sokuşturulması anlamına gelir. Halk Birliği’ndeki her küçük partinin karakterini değerlendiremeyiz. Şili uzmanı değiliz. Ama Halk Birliği’nin politikasına damgasını vuran bildiğimiz ana partilerin hepsi işçi ve emekçi halk sınıfları içinde örgütlenmiş partilerdir. Üstelik ekonomi alanında aldığı tedbirler aslında oldukça radikal bir karakter taşır. Halk Birliği, ekonomi alanında bir aşamadan sonra geri adım atmıştır. Bunu yaparken de burjuvazinin mutemet adamlarını ve ordunun üst kademesinden generalleri hükümete davet etmiştir. Ama politikada zamanlama her şeydir. İşte Halk Birliği bu aşamada, eski programından çark ettiğinde bir halk cephesi haline gelmiştir. Yoksa baştan bir “halk cephesi” değildir. Aslında öyle nitelenmesi, Şili’de gerilimin neden bu kadar tırmandığının anlaşılmasını engeller. Tam da içinde burjuvazinin örgütlerinin yer almaması nedeniyle işler bu kadar keskinleşmiştir.

Allende hükümetinin ekonomi alanındaki uygulamalarını hiç ayrıntıya girmeden ve zaman sırasına bağlı kalmadan özetleyelim: (1) Kendinden önce başlamış maden (en başta ülkenin başlıca döviz kaynağı olan bakır, sonra kömür ve demir) millîleştirme programını tamamlamak. (2) Telekomünikasyondan (Amerikan ITT şirketi) tekstile, sanayide kamulaştırmalar yoluyla geniş bir “toplumsal mülkiyet alanı” kurmak. (3) Yabancı ve yerli büyük bankaları kamulaştırmak. Yalnız yabancı maden şirketleri dâhil bütün bu kamulaştırmaların tazminat karşılığı olduğunu hatırlatmak gerekir. Yani pratik göründüğü kadar radikal değildir. Ama hem emperyalist sermayeyi hem tekelci burjuvaziyi çok rahatsız etmiştir. (4) “Toplumsal mülkiyet alanı”ndaki işletmelerde çalışanların yönetime katılması için kurulan komitelerde seçimle gelen işçi temsilcileri ile devletin atadığı idareciler eşit düzeyde yetkiye sahip kılınmıştır. (5) Yine Hıristiyan Demokratlar döneminde başlamış olan toprak reformu çok hızlandırılmıştır. (6) “Gıda tedariki ve fiyat denetim komiteleri” kurularak her belediye sınırları içinde halkın beslenme sorunu yaşamaması ve enflasyonun kontrolsüz biçimde artmasına karşı kitle denetimi geliştirilmesi amaçlanmıştır. (7) Kadınların ev içi emeğinin yükünü azaltmak, çifte iş günü altında ezilmelerine son vermek ve ücret eşitliği sağlamak için belirli tedbirler gündeme getirilmiştir. (8) Latin Amerika’nın yerli halklarından (Şili’de yoğun olarak ülkenin güneyinde yaşayan en büyük “millet” olan) Mapuche’lerin mücadelesinin de katkısıyla o bölgede toprak reformunda çok hızlı bir atılım. (Mapuche’ler başta Halk Birliği’nde yer almamakla birlikte en büyük örgütleri olan Fni, yani Ulusal Kızılderili Federasyonu örgütü Nisan 1971’de Halk Birliği’ne katılacaktır.)

Bunların yeterince ileri gidip gitmediği sorgulanabilir ama tamamının işçi, emekçi, yoksul ve ezilen kitlelerin çıkarına olduğu ortadadır. Burada yapılan özet, kapitalist sınıfın gelişmelerden neden çok rahatsız olduğunu kolaylıkla ortaya koymuş olmalıdır. Bu program yapılırken ve 1971’de ilk uygulanmaya başlandığında, Allende ve arkadaşlarının burjuvaziyi hiç rahatsız etmeyen bir yöneliş içinde olduğunu ileri sürmek inandırıcı değildir. Ama ne zaman ki burjuvazi ve küçük burjuvazi saldırıya geçmiştir, Allende hükümeti ölümcül bir geri adım atma helezonuna girmiştir.

“Sanayi kuşakları”

Bu gelişmeler karşısında elbette Allende hükümetine karşı burjuvazinin örgütleri ve burjuva partileri, onların arkasında ise ABD’nin bütün devlet aygıtı, muazzam bir direnişi örgütlemektedir. Özellikle 1972 yılı çeşitli alanlarda büyük çatışmalarla geçecektir. Bu çatışmalar dolayısıyla, işçi sınıfı içinde, mahallelerde, köylülüğün değişik katmanlarında ve elbette gençlikte radikalleşme eğilimleri doğacaktır. Allende, sanki toplum esas olarak sınıflardan oluşmuyormuş gibi, hem bir dizi önlemi uygulamaya koyup hem her şeyin süt liman devam etmesini bekleyen bir barışçılık içindedir. Oysa burjuvazi alınan tedbirlere tepki verince, işçi sınıfı ve müttefikleri de kendi mevzilerini güçlendirmeye girişecektir. İki tarafın mücadelesi kaçınılmaz olarak yükselmektedir.

Bir örnek “toplumsal mülkiyet alanı”nın genişlemesi ile ilgilidir. Burjuvazi bu alanın genişlemesine tepki içinde kamulaştırılmış birtakım işletmelerin eski sahiplerine iade edilmesi için bastırırken işçiler buna tepki göstererek hem eski kamulaştırmaları savunmakta hem de hükümet inisiyatifi dışında birtakım işletmelerde işçi kontrolü kurarak bunları “toplumsal mülkiyet alanı”na katmak üzere hükümete baskı yapmaktadır. Toprak reformu “hacienda” denen büyük çiftlikleri adım adım ortadan kaldırıyor olduğu için hâkim sınıfları rahatsız ederken yoksul ve topraksız köylüler, en başta da Mapuche’ler de daha hükümet toprak reformu uygulamasına geçmeden bile büyük toprakları işgale girişecek ve devletten bu durumun yasal düzeyde tescilini bekleyecektir.

İşte bu radikalleşme süreci içinde en büyük inisiyatif sanayi proletaryasından gelir. Başkent Santiago’nun iki sanayi bölgesinde çeşitli fabrikaların seçilmiş temsilcilerinin birleşerek kurdukları ve “Cordones industriales” (“sanayi kuşakları”) adı verilen sovyet tipi, henüz tam sovyet olmayan örgütler kurulur.

Ekim 1972’de dünyaca ünlenen “kamyoncular grevi” patlak verir. Hükümeti devirmek için düzenlendiği gizlenmeye bile gerek duyulmayan bu küçük burjuva grevi, Güney Amerika’nın batı kıyısında ta kuzeyden güneye ince bir çizgi gibi uzanan bu ülkede muazzam tedarik sorunlarına yol açacaktır. Başında da faşist Patria y Libertad’ın lideri Léon Villarín (Vijarin) vardır. Dört haftaya yakın süren grev iki kamp arasında büyük bir meydan savaşı olarak yaşanır. Küçük burjuvazinin birçok katmanı (taksiciler, küçük dükkân sahipleri, doktorlar, avukatlar vb.) greve katılır. Büyük burjuvazinin örgütleri de grevi destekleyecektir. Emekçilerin cephesinde ise hükümetin kurmaya girişmiş olduğu “gıda tedariki ve fiyat denetim” komiteleri (jap’lar) hızla bütün mahallelere yayılır. Aynı süre içinde “cordones industriales”/sanayi kuşakları hareketi genelleşir: 20’si Santiago’da olmak üzere, ülke çapında yüze yakın “kuşak” kurulur. Sovyetler doğmuştur, siyasi organ haline gelmeyi beklemektedir. Hem mahallelerde hem fabrika bölgelerindeki bu hareketlilik (buna paralel olarak köylülüğün hareketlenmesi, toprak işgallerine giirşmesi) bir ifadesini de coğrafi örgütlenmelerde bulur. Ülkenin ikinci şehri Concepción’da (Konsepsiyon) fabrikaların, sol partilerin, halk örgütlenmelerinin ve öğrencilerin temsilcileri olan 3.000 delegelik bir “Halk Meclisi” kurulur. Daha ileride Costitución (Kostitusyon) adını taşıyan büyük mahallede (deyin 1980 öncesi 1 Mayıs Mahallesi) 25 bin mahalleli belediyeyi ele geçirerek eğitim, sağlık, ulaştırma, temel malların dağıtımı işlerinin devralınması yönünde oy kullanacaktır.

İkili iktidarın tam boy kurulması için iki şey eksiktir: Birincisi, halk kitlelerinin hükümetten kopması ve kendi kurdukları bu örgütleri siyasi iktidara alternatif olarak kurmaları; ikincisi yaklaşan darbeye karşı silahlanarak gerçek iktidar adayı haline gelmeleri.

İşte kendiliğinden gidilebilecek yol buraya kadar gelmiş ve tıkanmıştır. Bu atılım için devrimci iktidar perspektifi olan, işçi sınıfı ve müttefikleri içinde örgütlenmiş, berrak bir stratejik ve taktik metodla iktidara yürüyen bir devrimci (Leninist) parti gerekir.

Sunuş planı

Şimdi yazının başlarında özet olarak verdiğimiz dört noktanın ikisine ilişkin bazı ek notlar yazacağız. Hatırlanacağı gibi Şili deneyiminin, bağrında dört ana dersi toplamak bakımından 20. yüzyılın dünya-tarihsel önem taşıyan olaylarından biri olduğunu belirtmiştik. Bu dört ana ders şunlardı: (1) barışçı geçişin hayalî karakteri; (2) dünya sisteminde emperyalizmin belirleyici gerici güç olarak rolü; (3) Leninist partinin devrimci durumlarda vazgeçilmezliği; (4) Sovyet Marksizminin bütün bu yanılsamalarda etkisi.

Bu yazıda bunların hepsine girersek yazı bir teorik dergi yazısının boyutlarına ulaşır. Dolayısıyla, bu yazıda sadece 1 ve 3 numaralı noktalar üzerinde duracağız. Emperyalizmin rolü ve Sovyet Marksizminin etkisi konularında daha geniş ayrıntılara değineceğimiz için onları bu yazının bir devamı olarak yazılacak daha sonraki bir yazıya bırakacağız.

“Barışçı geçiş” ne demek?

İster teori, ister program, ister eleştiri, fikirler öne sürülürken kullanılan terminoloji, kendi fikrine güvenen özne ile güvenmediği için süslemeye, örtüye, aldatmacaya başvuran özne arasındaki farkı ele verir. “Sosyalizme barışçı geçiş” ifadesi de böyledir. Esas içeriği açıklamaktansa perdelemektedir. Barışın karşıtı “savaş”tır, “şiddet”tir, “ölüm”dür. İnsanlığın genel olarak iyiliğini isteyenlerin olumsuz çağrışımlarla dolu bütün bu kavramlar karşısında “barış”a çok daha büyük bir sempati duyacağı tahmin edilebilir. O yüzden “sosyalizme devrimci geçiş”in karşıtı, bütün reformistlerce “barışçı (ya da barışçıl) geçiş” olarak adlandırılır. Bu tam olarak ne demektir?

Devrim gereklidir diyenler, şehvetle “şiddet” mi diyor? Ölesiye “ölüm” mü istiyor? Dehşet saçan, sakat bırakan, sayısız insanı öldüren “savaşı” mı savunuyor? Elbette değil. Daha yeni yazdık: En şanslı devrim en az şiddete başvurmak zorunda kalan devrimdir. Devrimler kan kokusu peşinden gidenlerin işi değildir. Devrimler şiddeti aramaz. Şiddet uygulamak zorunda kalır. Bazen de hiç şiddete başvurmadan iktidarı alır. Öyleyse mesele “barış” değildir. Devrimin yokluğudur, yani ezilenler cephesinin karşı-devrimin şiddet uygulamayacağı varsayımı altında düzenin meşruiyetini kabullenmesidir.

“Barışçı geçiş” için bu yazının başındaki özet kısmında “burjuva meşruiyeti içinde barışçı ve tedrici biçimde geçiş” kavramının kullanıldığı bazı okurlarımızın dikkatini çekmiş olabilir. Bu ifadede belirleyici terim “burjuva meşruiyeti içinde”dir. Çünkü aslında tartışılan budur. Bir toplumsal düzenin, bir üretim tarzının, bir sınıf hâkimiyetinin yerine başka birini yerleştirmek için mücadele edenler, kapitalizmin yerine sosyalizm getirmek isteyenler, kapitalizmin meşru düzenine yaslanarak yapabilir mi bunu? Yoksa o düzeni yıkmak zorunda mıdır? Bütün mesele şu soruda düğümlenir: Siz eski düzenin meşruiyetine dayanarak yeni bir düzene geçmeye çalışırken ya karşınızdaki hâkim sınıf şiddete başvurursa ne yapacaksınız? Onlar şiddete başvurmadığı takdirde siz de şiddete başvurmayabilirsiniz. Ama ya vururlarsa? Siz hâlâ eski düzenin meşruiyetine uyacak mısınız?

Kısacası mesele “barışçı” olmak değildir. Mesele sosyalizme geçişte kapitalist düzenin meşruiyetine uyacağınızı önceden ilan etmektir. Eğer sözünüzü tutarsanız ve eğer burjuvazi kendi meşruiyetine ters düşerse (ki öyle olacaktır) geçişi “barışçı” olarak gerçekleştiremezsiniz. O zaman belirleyici mesele sizin “şiddet”e, “savaş”a, “ölüm”e taviz verip vermemeniz değildir. Sizin eski düzene uygun davranıp davranmayacağınızdır.

Allende ne yaptı? Emperyalizm ve Şili burjuvazisi (müttefikleriyle birlikte) bastırdıkça düzenin taleplerine uymaya dikkat etti. Mesela “toplumsal mülkiyet alanı”ndaki şirketlerin bir bölümünün kamulaştırılması tartışma konusu olduğunda, bunların yeniden sahiplerine iade edilmesi konuşulduğunda, iade talebine daha çok kulak verdi. Böylece geri adım atmaya başladı. “Sanayi kuşakları”nın taleplerine kulak vereceğine mülk sahiplerine kulak verdi. Sonunda, Halk Birliği’nin bütün ekonomik programının karşısına dikilen kapitalistlere taviz vermek için ekonominin başına Sosyalist Parti’nin sol kanadındaki Pedro Vuskovic’in yerine burjuvazinin taleplerine çok daha esnek yanıt veren Komünist Parti üyesi Orlando Millas’ı (Mijas) getirdi. Yukarıda “Halk Birliği”nin gerçekten bir “halk cephesi” karakteri kazanmasının başlangıcı olarak nitelediğimiz türden olayların salt yönü bakımından bir örneği budur.

Ancak, bu daha “halk cephesi”ne dönüşümden söz etmek için yeterli değildir. Ne de olsa, göreve yeni tayin edilen de sonuç olarak Halk Birliği’nin yelpazesi dâhilinde biridir. Esas geri adım ordunun generallerine sırf burjuva cepheyi yatıştırmak için bakanlıklar verilmesidir. 1972 Ekim ayı boyunca süren kamyoncular grevi sonrasında silahlı kuvvetlerin komutanı Genelkurmay Başkanı General Prats İçişleri Bakanlığı’na, Hava Kuvvetleri Komutanı General Bachelet ise Tedarik Bakanlığı’na getirilir. Bu tür atamalar, Allende ve arkadaşlarının birer Marksist olarak eğitildikleri bütün hayatları boyunca tersini öğrendikleri, ordunun ve diğer burjuva kurumlarının sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin üstesinden gelebileceği türünden gülünç beklentileri gündeme getirir.

Genelkurmay Başkanı Prats’ın yaklaşık bir yıl sonra karşı karşıya kaldığı deneyim çarpıcıdır. 1973 Ağustos başlarında Santiago garnizonunun subaylarından aldığı muhtıra en önemlileri şunlar olan bir dizi talep içeriyordu: Hükümet Hıristiyan Demokratlarla anlaşma sağlamalıdır; “toplumsal mülkiyet alanı”nın yönetimi Silahlı Kuvvetlere devredilmelidir; “sanayi kuşakları” yasadışı ilan edilmelidir. Sovyetleri askerî kararla tarihten silme anlamını taşıyan üçüncü talep özellikle dokunaklıdır! Prats bu muhtıra karşısında iki hafta kıvranacak, sonunda istifa edecektir. Bu değişiklik esnasında General Augusto Pinochet Genelkurmay Başkanlığı’na tayin edilecektir. Görüldüğü gibi, orduya tavizler bir kez başladı mı bir aşamada sıraya sosyalizmin kendi celladını tayin etmesi bile gelebilmektedir!

Kısacası, “barışçı geçiş” bir efsanedir. En radikal devrim karşı tarafı yeterince umutsuz durumda bıraktığında barışçı olabilir. Buna karşılık devrimin fiske bile vurmak istemediği durumlarda burjuvazi ülkeyi mezbahaya çevirebilir. Konu “barışçılık” değil, düzenin meşruiyetine bağlılık yemini yapılıp yapılmadığıdır.

Şili deneyimi bu tür bir yemin edildiğinde ve buna bağlı kalındığında geçişin barışçı olmadığını, sadece ölülerin tamamının devrimci kamptan olacağının garanti altına alındığını göstermektedir.

Şimdi Şili deneyiminin neden “barışçı” denen geçiş stratejisinin en arı laboratuvarı olduğuna değinelim. Kimileri Şili’nin bir Üçüncü Dünya ülkesi olduğunu, Pinochet diktatörlüğünün darbelerle dolu Latin Amerika tarihinde vak’ayı âdiyeden olduğunu ileri sürerek bu görüşe karşı çıkacaktır. Bu çok aldatıcı bir yüzeyselliğe teslim olmak olur. Latin Amerika’nın genel özelliklerinin her bir ülkede otomatik olarak yansımasını bulacağı iddiası düpedüz gerçeğe aykırıdır. Meksika, 20. yüzyıl başındaki devriminden (1910-1920) sonra kurumsallığın hiç bozulmadığı, her altı yılda bir yeni bir başkanın seçimle başa geldiği koskoca bir tarih yaşamıştır. Kosta Rika’da gayet yerleşik bir burjuva demokrasisi geçerlidir. Şili de 1973’e kadar bu tür bir ülkeydi. Halk Birliği yöneticileri burjuvazinin bu tür bir geçiş stratejisi karşısında sonunda mecbur olduğu zaman şiddete başvuracağı uyarısı yapan gerçek Marksistlere Şili ordusunun barışçı geleneklerinden, “meşruiyetçi” çizgisinden söz ediyordu. Bunda bir gerçek payı elbette vardı: Şili ordusu ile diyelim Peru’nun, Bolivya’nın, hatta çok daha gelişkin bir sosyo-ekonomik yapıya sahip Arjantin’in ordusu arasında böyle bir fark vardı. Nitekim, Allende seçildiğinde Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmekte olan General René Schneider (Röne Şnayder) daha Allende görevi devralmadan katı bir “meşruiyetçi” olduğu için faşizan birtakım subayların (CIA kışkırtması ve yardımıyla) suikastına kurban gitmişti. General Prats’ın kendisi ise Pinochet darbesinden bir yıl sonra, darbeci subayların programını uygulamadığı için öldürülerek cezalandırılacaktır. Öyleyse Şili’ye bir “muz cumhuriyeti” muamelesi yapmak mümkün değildir.

Ama en “meşruiyetçi” ileri burjuva demokrasisinde bile burjuva ordusunun doruğuna sonuna kadar güvenmek, sosyalizm tehlikesi doğduğunda hareketsiz kalabileceğine inanmak Marx’tan ve Lenin’in Devlet ve Devrim’inden sonra büyük bir suçtur. İşte Şili bu suçu işleyen bir sol hükümet dolayısıyla acılarla karşılaşmıştır. Allende’nin kendisine darbe hazırlamakta olduğu bütün dünyaca bilinen ordunun karşısına kitlelerin gücünü çıkarmaya girişmek yerine bazı askerî yöneticileri hükümetin içine çekmesi, burjuvazinin karşı-devrimci hazırlıklarının tam da burjuvazinin safları içinden birilerince engellenebileceği hayaline kapıldığını gösteriyor.

“Barışçı” yaklaşımın attığı bir başka politik adım ironinin doruğu olmuştur. 1972 Ekim ayında tam da kötü şöhretli “kamyoncular grevi” devam ederken, Hıristiyan Demokratlar Kongre’ye bir yasa tasarısı getirir. “Silahları Kontrol Altına Alma” adını taşıyan bu yasa, Kongre’de çoğunluk Halk Birliği karşıtlarında olduğu için kabul edilir. Ancak başkanlık sistemi ile yönetilen Şili’de Allende’nin yasayı veto etme yetkisi vardır. Veto edilirse yasanın yeniden Kongre’den geçirilmesi zorlaşacaktır. Allende veto yetkisini kullanmaz. Ordu, evlerin aranması için hâkim emrini dahi gerektirmeyen bu yasayı darbeye ön gelen dönemde yaygın biçimde kullanmıştır. Son derecede sembolik bir olayda, darbeden dört gün önce “toplumsal mülkiyet alanı” fabrikalarının yaygın olduğu bir bölgede yapılan böyle bir arama sırasında bir işçi askerlerce öldürülmüştür.

Allende hükümetinin işçileri silahlandırması gerekirken burjuva düzeninin ordusu eliyle silahsızlandırması “barışçı” geçiş stratejisinin en ironik sonuçlarından biridir.

Leninist partinin gerekliliği

Şimdi Şili gibi Sovyet tipi organların dahi doğmuş olduğu bir ülkede bile işçi sınıfının iktidara yükselebilmesi için Leninist bir partinin gerekliliğine ilişkin bu ülkenin deneyiminin tuttuğu ışığa bakalım. Bu konuyu, başka birçok çalışmamızda uzun uzun ele almış olduğumuz için burada kısaca açıklayacağız.

Devrimci parti neden gereklidir? Neden devrimci parti olmadığında işçi sınıfı her şeyi yapabilir ama iktidarı (en azından kalıcı olarak) alamaz? Yukarıda, “sanayi kuşakları” olarak anılan ve “sovyet” örgütlenmesinin bir nevi ön biçimlenmesi halini almış olan örgütlerden söz etmiştik. Bu örgütler her bakımdan birer proleter iktidar organı potansiyelini taşıyordu. Yukarıda bunların iktidara uzanması için sadece iki eksiği olduğunu belirtmiştik: “Sosyalist” bir başkan ve hükümete güvenmek yerine iktidarı kendi ellerine alma iradesi ve silahlanma. İkinci koşulun, “sosyalist” başkan tarafından zaten engellenmekte olduğunu şimdi görmüş bulunuyoruz. O zaman koşulların ilki “sosyalist” başkanla zafere yürünebileceğine dair umut ya da hayal oluyor. Bu hayal yıkıldığı takdirde ileri doğru yürümenin yolları açılacaktır. Peki bu hayali işçiler kendi başlarına aşabilirler mi?

Şili işçi sınıfının karşısında 20. yüzyılın neredeyse tamamı boyunca, bazı işçi aileleri bakımından kuşaklar boyunca güvendiği iki parti vardır. Biri (Pcch) Ekim devriminin büyük prestijinin taşıyıcısıdır, öteki (Ps) ise o prestijden yoksundur ama diğerinden daha büyük bir partidir ve daha bile soldadır. Bunlar fabrikalarda her işçinin bütün çalışma hayatı boyunca hak mücadelesinde yanında gördüğü partilerdir. Ülkenin çok güçlü tek işçi konfederasyonu Cut’un yönetimi büyük ölçüde Komünist Parti üyelerinden oluşmaktadır. İşçi gözünü açar açmaz, işyerinde ve mahallesinde bunlarla birlikte mücadele etmiştir. Şimdi de birlikte bir büyük iddiaya girilmiş, bir geniş ittifak cephesiyle burjuvazinin geriletilebileceği ve zafere “barışçı” biçimde yürünebileceği yolunda bir umut yaratılmıştır. “Bizimkiler”in hepsi bu cephededir. Castro ve Trotskiy yandaşları cephenin içinde değildir ama onlar da birçok durumda cephe ile omuz omuzadır. (Mir önderi Miguel Enriquez’in babası Allende’nin eğitim bakanıdır!) Cephe içinde farklılıklar vardır ama herkes birlikte yürümektedir. Bu “bizim hükümetimiz”dir. Yanlış yaparsa eleştiririz, biz kendimiz inisiyatifler alırız, “kuşaklar”, Halk Meclisleri vb. kurarız, ama hükümeti devirmek! Yerine ne koyacağız ki? Bu biziz!

Bu hükümetin bütün tarihî bağlara, bütün ortak mücadelelere, bütün kazanımlara rağmen sosyalizme yürüyüşün önünde bir engel olduğunu anlayabilmek, daha da ötede bu hükümet başta kaldığı takdirde sonucun bir halk kırımına dönüşeceğini anlayarak bir alternatif yaratmanın zaruri olduğunu kavrayabilmek Marksizmin bütün dünya tarihinden ve modern dünyanın bilgisinden süzerek derlediği bir yüksek bilinç düzeyini gerektirir. Reformizmin, düzen yandaşlığının, devrimciliğin reddinin, adları ne olursa olsun işçi partilerini nasıl etkisizleştirdiğinin, büyük krizlerde nasıl aciz duruma düşürdüğünün önceden bilgisi gerekir. İşçi sınıfı gerçek devrimci siyasi bilincini bir devrimci partiden, o partide örgütlenmiş olarak kazanır. İşte bu yüzdendir ki en ileri devrim organlarının oluşmuş olduğu, devrimin kapıda gibi göründüğü anlarda bile, hatta en çok o anlarda, devrimci bir parti işçi sınıfı için su gibi, hava gibi gerekli hale gelir.

Mir bu tür bir işlevden bütünüyle uzak kalmıştır. Fokoculuk bilindiği gibi, halkın henüz durgun olduğu bir konjonktürde bir bakıma ilk işaret fişeğini patlatmak üzere tasarlanmış bir stratejidir. Oysa Şili’de halk zaten harekete geçmiş, iktidara yürümenin yollarını çaresizce aramaktadır. Dolayısıyla, Enriquez ve yoldaşlarının 1967’de katı şekilde kabul ettiği fokocu strateji, 1970-1973 Şilisi koşullarına bütünüyle yabancıdır. Has devrimci duygularla hareket eden Enriquez ve arkadaşları bu paradoks karşısında giderek Halk Birliği’nin doğrultusunun solunda, hatta zaman zaman o doğrultunun sol kanadının, Altamirano kanadının doğrultusunda yürümeye başlamıştır. Kitleyi bulunduğu yerde kazanmak ve devrimcileştirmek görevi için hazır olmadıklarından dolayı darbeye kitlesel bir direniş, bir iç savaşla karşı çıkış açısından bir plan hazırlamaları mümkün olmamıştır.

Şili devrimi çok ileri mücadele ve örgütlenme biçimleri yaratmış olduğu ama iktidara bir türlü uzanmadığı için bunu birçok başka ülkenin deneyiminden daha vurgulu, daha çarpıcı biçimde göstermiştir.

Ara sonuç

Pinochet diktatörlüğü vahşi bir katliam programı uygulamıştır. Darbeyi izleyen ilk 10 gün içinde 300’den fazla yargısız infaz yaşanmıştır. Zaman içinde yaşanan trajedi büyüktür: Uluslararası Af Örgütü’nün 1974 sonunda yayınladığı rakamlara göre en az 15 bin kişi katledilmiş, 2.200 kişi gözaltında kaybedilmiş, 160 toplama kampında 155 bin kişi tutuklu olarak yaşamakta ve 164 bin kişi de sürgüne çıkmak zorunda kalmıştır. Şili darbesi karşı-devrimler arasında en vahşilerinden biridir. Pinochet bu baskı ile ülkeyi 17 yıl demir yumruğu altında tutmuştur.

“Barışçı” stratejinin sonu, çok acıdır, devrimin kampı için savaş, şiddet ve ölüm olmuştur. Kurtarılan hayatlar hep burjuvaların hayatlarıdır.

Anma

Bu yazıyı yazarken olguları büyük ölçüde bellekten aktardık. Bütün fikirler kendi fikirlerimizdir. Bu anlamda bir kaynağa başvurmadık. Ama olgulara, tarihlere, rakamlara, belgelere ilişkin bilgiler için birkaç kaynağa başvurduk. Bunlar arasında üç önemli kaynağa bu yazının ikinci bölümünde atıf yapacağız. Bu bölümde ise bir İtalyan yoldaşımızın Şili Halk Birliği ve Pinochet darbesi üzerine kaleme almış olduğu bir broşür boyu çalışmadan yararlandık. Özellikle Mir üzerine bütün bilgiler o broşürden aktartılmıştır. (Cile 1973. La tragedia del riformismo, Quaderni di formazione del Partito comunista dei lavoratori, 2003.)

Broşürün yazarı Tiziano Bagarolo bir İtalyan devrimci Marksisti idi. Hem aydındı hem militan. Biz kendisini 2004’te Buenos Aires’te (şimdi maalesef artık aktif olmayan) DEYK (Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu) kuruluş kongresinde tanıdık. Partito comunista dei lavoratori’nin (Komünist İşçi Partisi-Pcl) Ulusal Komitesi üyesi idi. Ama maalesef bir daha görüşemedik. O tarihten altı yıl sonra, 54 yaşında iken bir kalp krizi sonucunda yitirdik kendisini. Burada devrimci ruhunu ve pratiğini yeniden anmak isteriz.