Şehrin Hendekleri, Burjuvazinin Siperleri (1)

Girizgâh

Çöküş ve Restorasyon Bir Arada: Hendekler Sipere Dönüşürken

Kıbrıs, çalkantıyı, çöküşü ve devrimi içeren depresyonun Akdeniz’deki diğer çalkantıların bir parçası olan uzun bir geçiş dönemine freni patlamış bir şekilde iki seneden beridir giriş yapmıştır. Bu geçişle TC sömürgeciliğinin Kıbrıs’la kurduğu ilişki de yeniden düzenlenecektir. TC’nin yarım asırdır beslediği-büyüttüğü şovenist odakların bugün “TC müdahaleciliği”nden yakınması bu durumun en açık göstergesidir. Hem ekonomik depresyonun hem de Arap devriminin uluslararası karakteri Kıbrıs’ın da ‘tarihsel iklimi’ni belirlemektedir. Düne kadar yalnızca askeri üs muamelesi gören Kıbrıs, bugün borç krizi ile yüzen uçak gemisi olmanın ötesine de geçmiştir! Yalnız TC sömürgeciliğinin değil, Alman emperyalizminin ve Rus burjuvazisinin Kıbrıs’la kurduğu ilişki, içinde bulunduğumuz dönemde yeniden şekillenecektir. Kıbrıs, Rus burjuvazisi ile Alman emperyalizmi arasındaki mücadele ile İslamcı burjuvazinin stratejileri bağlamında yeni bir “Doğu Sorunu” olma yolundadır.

Kuzey Kıbrıs’taki emek güçleri depresyona Annan Planı ezberi ile sınıf bilincinden yoksun olarak girdiler. AB afyonu hiç tükenmedi, sadece AB afyonu bile AKP’nin sınıf taarruzlarını gizleyemedi. Önce sadece çözüm beklentisi vardı. AKP ise iktidarının ilk gününden bu yana Kıbrıs’taki ilkel birikim olanaklarının yağmasını yoğunlaştırarak hızlandırdı. Özellikle ilkel birikim yağmasına sınıfsal bir cevap veremeyen sol, AB’cilik ile kısa erimli-dar ekonomik çıkar perspektifine sıkışmıştı. Vülger bir demokratizm ile ekonomizm arasında “BM Antlaşması” ilüzyonu hakimdi. 2010 yılının 1 Eylül’ünde Birleşmiş Milletler’in TC karşıtı bulup indirttiği “işgale hayır” pankartı bile BM’ye olan inançları zedelemedi, antlaşma ilüzyonunu yırtamadı. 2010 yılının yaz aylarında dönemin Kıbrıs işlerinden sorumlu sömürge bakanı Cemil Çiçek’in açıklamalarıyla başlayan protestolar, 2011 yılında belli kırılmalarla da olsa yükseldi. Sınıf mücadelesi, sınıf hareketi, sınıf yine yoktu. Sadece bu durum asimilasyona ve Müslümanlaştırmaya direnişti. Ekonomik yıkım paketi vardı, ama sınıfın cevabı sınıfsal değildi. Şimdilerde ise ekolojik yıkım oldu adı. Meselenin “inşaat sektörü”nün Kıbrıs gibi bir ovada sunduğu olanaklara dair olduğunu -aynı Kürdistan’da yapılan barajlar ve yollar gibi-  “inşaat ya Resulullah” durumu olduğunu tespit eden olmadı. İnşaat sektöründe hiçbir örgütlenmesi olmayan sendikalar ise “dışarıdan getirilen” işçilere uzaktan bakarken, ekoloji eylemcilerine karşı, cami minaresinden megafonla köylülere çağrı yapılarak barikat kurduruldu. Bu duruma ancak da “dağdan gelenin bağdakini kovması” ironisi ile bakabildiler. Doğruydu: Sömürgeci yerleşim politikası sonucu taşınan nüfusun kontrolü altındaki ekoloji savunulamazdı, çünkü orada artık “yerliler” yaşamıyordu, işçiler de sendikasızdı! Sömürgeci yerleşim politikasının ekonomi politiği “inşaat ya Resulullah” sloganıyla ortaya çıkıyordu! Ekolojik aktivizm ise bütün ilişkilerin ortasında sadece bir noktalı virgüldür…

TC’nin sömürgeci yerleşim politikasının eleştirilmesine, “ırkçılık” diyerek saldıran vülger-reaksiyoner solculuk, nüfus politikasının sömürgeci için doğurduğu ekonomi politik imkânlara ancak ekolojizmle cevap verebilir! Mevzu hiçbir zaman “ilişkiler ağını” açıklamaya indirgenemez, ama toplumdaki süreçleri birbirinden ayırarak ne sadece nüfus politikasına reaksiyonerce karşı çıkarak, ne de karşı çıkanlara kabaca karşı çıkarak cevap verilebilir sınıf taarruzlarına! Nüfus politikasının, yani yaratılan yerleşim bölgesinin sivil toplumu yarattığını ve bu sivil toplumun devletin müdahale edemediği alanlara müdahale edeceğini, devleti (politik toplumu) yani  “şiddet tekeli”ni temsil edecek TOMA’yı da eklerseniz Gramsci’nin tanımladığı manevralarla karşılaşırsınız. Sömürgeci ilkel birikim rejiminin bir parçası olan bu taarruzu, fragmanlar halindeki sömürgeci politika eleştirisiyle karşılayamazsınız. Nüfus politikası/yerleşim bölgeleri, asimilasyon sonunda ekolojik imhayı doğurdu: ilkel birikim olanağında, inşaat ya Resulullah’ın ekonomi politiği ortaya çıktı. Sömürgeci yerleşim politikasının bir sonucu olan nüfus “sivil toplum” oldu: Siz ey liberal gevezeler! Sivil toplumu başka bir şey mi sanıyordunuz? Devletin boşlukta bıraktığı alanları doldurmak için vardır sivil toplum, onun dolduramadığı yeri de yeni kurulacak çevik kuvvet birlikleri ve siparişi verilen TOMA dolduracak. Hiçbir zaman ekoloji sadece ekoloji değildir…

İlkel birikim olan oteller, araziler, liman kurulacak kıyılar sessizce massedilirken sıra özlük haklarına geldi.  Yeni kuşakları bugünkü yaşam standartlarının çok gerisine sürükleyen yasalar söz konusu olduğunda saman alevi gibi parlayıp sönen genel grevler de sendikaların kısa erimli ekonomik bakış açısı ile kitleleri meydanlardan uzaklaştırdı. Özelleştirmeler de ilkel birikim yağmasının bir parçası. Şimdilik yağmayı erteleyebilen tek alan olan elektrik ve yarını meçhul olan telefon sektörü dışında sınıf taarruzlarına her hangi bir cevabın verildiği söylenemez. Elektrik ve belediye hizmetlerinde yükselen faturalar sınıf taarruzunun yükünü halka kestiğini gösterir! 2011 yılında ilk genel grevde kamu sektöründe 70-80 bine yakın katılıma ulaşan sendikalar, üçüncü genel grevde 10 binin altına düşen katılımın nedenlerini sorgulamadı. Sınıf mücadelesi ile kurdukları ilişkiyi Brüksel’e, Britanya Parlamentosu’na ve Hristofyas’a şikayet etmek üzerine kuran sendikal bürokrasi, mitinglere katılımın nasıl bu oranda düştüğü sorusunu çok da can alıcı bulmuyordur!  

Lefkoşa: borç krizinin tek bir şehre indirgenmiş hali!

2012 yılına santral işgali ile direnerek giren elektrik işçilerinin mücadelesi dışında, 2011 sonundan 2013’e kadar uzanan bir diğer kriz ve mücadele alanı ise kuzey Kıbrıs’taki sömürgeci rejimin organik krizinin bir parçası ve motoru olan Lefkoşa Türk Belediyesi’ndeki borç krizi ve belediye işçisinin grevi oldu.     

Bir seneyi aşkındır süren belediye krizi, Lefkoşa Belediyesi’ndeki çalışanların maaşlarının ve sosyal sigortalarının yatmayışı ile görünür olmaya başladı. Sayıştay’ın uzun bir süredir varlığından haberdar olunan ve henüz başında olduğumuz bu uzun borç krizinin kaynaklandığı harcamaları daha yeni yeni açıklaması ise örtbas edilen gerçeklerin niceliği ve niteliği ile ilgiliydi. Borç krizi sadece belediyenin değil, bütün sistemin krizi olmasına karşın, bu durum ne sendikal cephe tarafından ne de borç krizinde payı olan bürokrasi tarafından kabul edildi. Maaşları ödenemez hale getiren uygulamaların sadece Lefkoşa Türk Belediyesi başkanı Cemal Bulutoğulları’nın “har vurup harman savurması” olduğunun söylenmesi bütün yapının krizde olduğunu örtbas etme çabasıydı! İçişleri bakanının 28 belediyenin daha batık olduğunu açıklamak zorunda olduğu koşullardan bahsediyoruz… Yani 28 tane daha Cemal Bulutoğulları var!

Plansızca, yasadışı ve yüksek faizlerle alınan borçların[1], oluşturulan ve dayatılan borçlanma anarşisinin kaynağı yine TC sömürgeciliğinin basıncı altında eşitsiz gelişmiş kapitalizmdir. Uluslararası kapitalist sistemle olan bileşik ilişki ise krizin ne zaman başlayıp ne kadar süreceğini ortaya koymaktadır. Uluslararası bankacılık kriterlerinin geçersiz olduğu “sömürge koşullarındaki bankacılık”ta hükümet üç yılı aşkın bir süredir faiz yasasını bir neticeye kavuşturamamıştır. Lefkoşa Türk Belediyesi gibi “devlet kurumları”nın risk unsuru olduğundan ve KKTC tapularının yasa dışılığından dolayı bankaların yerini tefeciler almak zorundaydı. Bankaların da tefecilik yaptığı koşullarda pek değişen bir şey olmadı! Kısacası TC bankaları kendi sömürgesinin tapularını geçersiz ve güvenilmez buluyor! Belediye’yi aşırı borçlanmaya –yasadışı borçlanmaya- iten birinci dinamik buydu.

Belediyeyi borçlanmaya zorlayan diğer bir öncül dinamik de inşaat sektörüyle ortaya çıktı.İnşaattaki çöküş doğrudan belediyeyi vurdu. Tefeciler ile bankalar arasında seçim yapmak zorunda olan ve ufalanıp giden tüm kesimler gibi belediye başkanının plansızlığı ve başına buyrukluğu da bireysel bir sorunu değil, temsil ettiği sistemin organik krizini gösterir. Güney Kıbrıs’ta da inşaat sektörünün çöküşünün ardından anılmaya başlayan bankalar krizi de Kıbrıs kapitalizminde inşaat sektörü ile banka sektörünün ilişkisine işaret eder. Krizleri hâlâ bireylerin sırtına yıkmaya çalışarak sistemi aklayan liberallerin sözü bitmiştir. Güneyde de kuzeyde de her şey inşaatta çöküşle başladı, bu durum da uluslararası bir dalgaydı. Almanya-Dresden’de gayrimenkul sektörü sarsıldığı zaman Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de turistlere sunulan emlak bölgesinde bir sarsıntı yaşandı. Bu uluslararası kapitalizmin bileşik karakterinden “tek pazar” oluşundan kaynaklıdır: Her zaman anlatılan senin hikâyendir! Kıbrıslı inşaatçıların krize girdiği bir momentte, Libya’ya inşaat ya Resulullah, Güney Kürdistan’a inşaat ya Resulullah diye taarruz eden İslamcı burjuvazi, Kıbrıs’a da ayni hattan taarruz etmektedir!

Belediyedeki yönetim krizinin hükümet partisinin krizine dönüşmesi beklenmeyendi. Üç yıldır tartışılan “faiz yasası” da burjuvazinin içerisindeki mağdurların ve mağdur edenlerin bir arada bulunduğu geleneksel partiyi krize soktu. ‘Tek adam’ın altındaki sınıf dinamiklerini gizlemeyi, Sayıştay raporunu gizlemek kadar kolay sandılar! Lefkoşa eski belediye başkanı Cemal Bulutoğulları’nın kendisinin de inşaat sektörünün bir dişlisi olduğunu hasıraltı etmek ve Cemal başkanla patron Cemal’i birbirinden ayırmak kolay değil. Lefkoşa’yı yaklaşık çeyrek asırdır inşaatçılar yönetmektedir. Bir başkan bütün boruları değiştirir, diğeri gelir bütün yolları baştan katranlar! Lefkoşa’da develer hendekleri, partiler de borç krizlerini bir türlü atlayamazlar… Bu yüzden inşaat sektöründeki bir çöküşün doğrudan etkisi şaşırtıcı olmasa gerek.

Ulusal Birlik Partisi’nin “parti krizini” kendi başına aşamaması üzerine TC devletinin müdahalesi ile kriz iktidar bloğunun krizine dönüştü. Ana gövdesini borç krizinin oluşturduğu bu organik kriz, kamu-piyasa-tefeci-banka sarmalında öyle bir kör kuyuya dönüşmüştür ki bütün borçlar iptal edilmeden borç krizinin çözülmesi imkânsızdır. Borçların iptali de birkaç banka ve tefeci ile birlikte piyasanın bir kısmının, kısacası partinin sermayedar kanadının ortadan kalkması anlamına gelir. Ha bu o kadar basit değil: Cemal Bulutoğulları’nın “har vurup harman savurması” olarak sunulan belediye bütçesindeki başıbozuk harcamalar, görülüyor ki UBP’nin talimatı ile dağıtılmıştır! O dağıtılan paraların da “borçlanarak” alındığını hesaplarsak, borç aldığı kesimlere para hibe ederek partinin sermayedarlarına hizmet eden bu kadro partiyi güçlendirmek için devleti krize soktu, parti ve devlet krizi birleşti, iktidar bloğu krizine dönüştü. Ankara’nın sömürgeci restorasyonu sürdürmek için yaptığı darbesi ile delegeleri yarı yarı bölerek kazandığı kurultay da yine borç krizinin esas ebelerini partinin-devletin başında bıraktı. Ama bilmiyorlar ki borç krizi onların mezar kazıcısı olacak!   

Haftalarca Bakanlar Kurulu’nun Belediye Başkanını görevden alıp alamayacağı ve uzaklaştırıp uzaklaştıramayacağı tartışıldı. O zaman sorun çözülecekti! “KKTC anayasası” ilk kez bu kadar ciddiye alındı. Anayasacı sol bile hortladı! Sonuç olarak Cemal Bulutoğulları görevinden uzaklaştırıldı ve yerine Lefkoşa kaymakamı geçti. İlk kez olağanüstü hâl sayılamayacak, minyatür bir OHAL uygulaması devreye sokuldu. Sorun “kaymakam iktidarı”nda çözülür diye beklendi. Grevler yasaklandı, belediye başkanı sürgün edildi. Tek sorun çöplerin toplanmamasıymış gibi bir manipülasyon üretildi. Çöpler zaman zaman toplandı. Belediye çalışanlarının maaşlarını da ara sıra ödeyince işler yoluna girecek sandılar!

“Belediye krizi”nin “devlet krizi”ne “devlet krizi”nin de “parti krizi”ne dönüştüğü koşullarda, Lefkoşa Belediye Başkanı Cemal Bulutoğulları’nı devirmek isteyen Başbakan İrsen Küçük’ün temsilcisi olduğu ve TC finans kapitaline hizmet eden parti fraksiyonu ile Belediye Emekçileri Sendikası’nın talepleri ayni noktalarda kümelenmiş durumdaydı. Kısa erimli ekonomik çıkar (ekonomik korporatif) sendikacılığının, sınıf mücadelesini “diplomasiye” teslim edişi böyle başladı.

Belediye Başkanı’nın yenilgiyi kabul edip istifa etmesini ne hükümet ile sendikanın adı konmamış ittifakı sağladı, ne de Ulusal Birlik Partisi içindeki Belediye başkanlarının, meclis başkanının, delegelerin yarısının ve bazı bakanları dahil olduğu İrsen Küçük karşıtı fraksiyonun, Küçük fraksiyonundan daha zayıf olmasından dolayı başarıldı. Belediye işçisinin militan mücadelesi ve yönetilenlerin yönetilmek istemeyen halleri, hem egemen bloğun partisi içerisindeki iki kanadın birbirine girmesinin altındaki belirleyici dinamikti hem de Cemal Bulutoğulları’nın istifasının nedeniydi. Belediye çalışanlarının bu militan tavrı olmasaydı Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’na Ankara tarafından verilen parti içerisindeki iki fraksiyonu uzlaştırma görevini Eroğlu zor da olsa başarabilirdi. Hem içerdeki çatlak hem de dışarıdaki akıntının çatlağı gittikçe genişletmesi egemen bloğun şimdiki partisini içinden çıkılmaz bir girdaba soktu. Kaldı ki Eroğlu da bu fraksiyon mücadelesinin bir tarafı iken Ankara’nın Eroğlu’na hakemlik görevi vermesi burjuvaziye hendek atlatmaktı! Hendekler sipere dönmüş durumda… 



[1]Sayıştay raporuna göre şu uygulamalarla suç işlendi:

·        Viyabank’tan borç alındı, projelerde kullanılmadı, cari harcamalarda kullanıldı

·        Universal Bank’ta belediyeye ait hesaplarda para transferi yaparak belediye meclisi kararı olmadan borç alındı.

·        2012’deki bir belediye meclisi kararı ile borç limiti artırıldı, belediye zarar sokuldu. Bu karar da gayri yasaldı.

·        Meclis kararı ile Çangar’dan yasaya aykırı olarak borç alındı.

·        Meclis kararı almadan, başkan kendi inisiyatifi ile Çangar’dan 10 milyon sterlin borç aldı, suç işledi.

·        Çalışanların sigorta borçlarını bahane ederek borç alındı, Sosyal Sigortalar Dairesi’ne yatırım yapılmadı.

·        Belediyeler Yasası’na aykırı olarak yasal borç limiti aşıldı.

·        Başkan kendi inisiyatifi ile Universal Bank’tan 1 milyon TL daha borçlandı, suç işledi.

http://www.yeniduzen.com/detay.asp?a=54779&z=19