NATO kuşatmasına Rusya’nın yanıtı (1): Ukrayna krizi

NATO'nun saldırgan genişleme politikası

Bir sorunu nasıl adlandırdığınız çok önemlidir. Karadeniz’in öteki yakasında Rusya-Ukrayna sınırında artık bir ayı aşkın süredir devam eden bir kriz yaşanıyor. Dünyada ve Türkiye’de burjuva basını için sorun, Rusya’nın Ukrayna’nın sınırına 100 bin asker, tank, zırhlı araç ve başka türden askerî malzeme yığmış olması. Oysa meselenin esası başka. Yaşanmakta olan krizin adını doğru koyalım: Mesele Rusya’nın Ukrayna’yı tehdit etmesi değil. Mesele, Rusya’nın NATO’nun kendisini tehdit etmesine karşı bir askerî barajla emperyalizmin bu tehdidine “dur!” demesi. Bu baraj bugünün koşullarında Ukrayna sınırında kuruldu. Başka koşullarda başka bir coğrafyada kurulabilirdi. Konu Ukrayna değil. Konu NATO-Rusya gerilimi.

30 yıl önce 1991’in sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ve dağılışının hemen ertesinden başlayarak Batı emperyalizmi, NATO’yu adım adım Avrupa’nın doğusuna doğru genişletti. Önce Batı Almanya ile Doğu Almanya 1990’da birleşince elbette Doğu Almanya toprakları da NATO’nun yetki alanına girdi. Ardından eskiden NATO’ya karşı kurulmuş olan Varşova Paktı’nın üyelerinden üçü, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan NATO’ya katıldı. Bu sıralar Rusya’nın başında henüz Amerikan uşağı gibi davranan Boris Yeltsin vardı. 2004’te yeni bir genişleme dalgası geldi: Eski Sovyet cumhuriyetlerinden üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya, Litvanya), eskiden Varşova Paktı üyesi olan üç ülke daha (Slovakya, Romanya ve Bulgaristan) ve bir eski Yugoslav cumhuriyeti Slovenya NATO’ya üye oldu. 2009’da iki yeni Balkan ülkesi daha katıldı Atlantik Paktı’na: Arnavutluk ve Hırvatistan. Son olarak Karadağ da 2017’de üye oldu.

Sonunda iş Ukrayna’nın NATO üyesi olmasına kadar geldi. Bunun tarihi de epey geri gidiyor. 2003’te Gürcistan’da, 2004-2005’te ise Ukrayna’da Batı yanlısı, AB ve NATO üyeliğini hedefleyen önderlikler ardında, artık tarihe “renkli devrimler” olarak geçen ayaklanmalar yaşandı. Gürcistan NATO üyeliği hevesinde çok ileri gidince 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan savaşında topraklarının bir bölümünün Rusya’nın himayesine giren bağımsız cumhuriyetler haline gelmesine razı olmak zorunda kaldı. Ukrayna ise 2014’te Avrupa Birliği’nin “İyi Komşuluk Politikası” adı altında NATO’nun Truva atı gibi davrandığı bir süreç içinde Maydan olayları sonunda, faşist hareketlerin de güç kazandığı bir rejim altında yüzünü bütünüyle Batı’ya döndü. Rusya’nın buna cevabı, zaten 1950’li yıllara kadar kendisinin toprağı olan ve Ruslar, Rusça konuşan Ukraynalılar ve Tatarların bir arada yaşadığı Kırım’ı bir referandum yoluyla kendi topraklarına yeniden katmak ve Ukrayna’nın Rusça konuşulan ve sanayi proletaryasının güçlü olduğu doğusunda, Rusya sınırına bitişik Don Havzası’na yerli nüfusun, yeni iktidar yapısına isyan ederek kurduğu Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerini açık açık desteklemek oldu. Bugün Ukrayna üzerinde odaklanan krizin kökleri Maydan olaylarında yatıyor.

Ukrayna’yı bugüne kadar NATO üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerinden ayıran, ötekilerin (Letonya ve Estonya istisnaları dışında) hiçbirinin Rusya’nın sınır komşusu olmamasıdır ama bundan ibaret değildir. Ukrayna, Belarus ile birlikte, Rusya açısından özel bir konum arz eder. Bu üç ulus her bakımdan akrabadır. Dilleri, kültürleri, dinleri, tarihleri uzun yüzyıllardır ortak olmuştur. Üstelik, Ukrayna Rusya ile sınırdaş olan öteki iki ülkeden farklı olarak küçük değildir. Letonya 2 milyon, Estonya ise 1 milyondan biraz fazla bir nüfusa sahipken, Ukrayna’nın nüfusu 45 milyondur. Yani 145 milyonluk Rusya’nın yaklaşık üçte biri.

Ukrayna’nın NATO üyesi olması demek, Rusya’nın kapı komşusu olan bu ülkeye yarın nükleer silahlar konuşlandırılmasına kapı açılması demek. Bu ise, Rusya’nın bağrına silah dayamaktan başka anlam taşımıyor.

Emperyalizmin ikiyüzlülüğü

Eski işçi devletlerini adım adım Rusya düşmanı bir konuma sürükleyen emperyalizm başından beri bu ülkelerin bağımsızlığını ve ulusal egemenliğini bahane göstererek, mesela Ukrayna’nın istediği sistemi seçmekte ve istediği uluslararası örgüte üye olmakta özgür olması gerektiğini söylüyor. Biraz Amerika’nın kendisinin uluslararası politikada böyle “yüce” ilkelere ne ölçüde saygı gösterdiğine bakalım.

Dünyanın geri kalanını bir an için unutalım. Amerika, Batı yarıküresi için 200 yıldır Monroe Doktrini adını taşıyan bir stratejik yaklaşımı benimsemiş bir ülkedir. Bunun anlamı, Latin Amerika’nın ABD’nin bir nüfuz alanı olduğunun diğer büyük güçlerce ya da daha sonra kullanılan terimle süper güçlerce kabulünün gerekli olduğudur. Bazıları Amerika’nın artık eskiden olduğu gibi işine gelmeyen bir rejimin veya hükümetin kurulduğu her ülkeye deniz piyadeleri yollamadığını, darbeler yaptırmadığını ileri sürebilir. Mesele yöntem değildir, içeriktir. Amerika’nın kendi “arka bahçesi”ne başka büyük güçleri karıştırmama, Batı yarıküresinde kendi çıkarlarına aykırı rejimler kurdurmama kararlılığıdır.

Şimdi emperyalistlerin bu konuda nasıl ikiyüzlü olduğunu somut bir güncel örnekle görelim. ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken Ukrayna sınırındaki krizin arka planı ile ilgili olarak şöyle diyor: “Bir ülkenin başka bir ülkeye izleyeceği politikaları dayatma ya da o ülkenin kiminle işbirliği yapacağı konusunda söz söyleme hakkı yoktur; bir ülkenin nüfuz alanı yaratma hakkı yoktur. Bu anlayışın tarihin çöp kutusuna fırlatılması gerekir.” Yani Rusya suçludur. Nokta.

Zannedersiniz ABD nüfuz alanları oluşturmaktan, başka ülkelere politikalar dayatmaktan, onların kiminle işbirliği içinde olacağını belirlemeye çalışmaktan çoktan vazgeçmiş. Daha 2018’de ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Monroe Doktrini’nin “bugün de yazıldığı gün kadar geçerli olduğunu” söylemiş olduğu kayda geçmiş durumda. Ertesi yıl, Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı John Bolton’un “Monroe Doktrini yaşıyor ve sağlıklı” diye övündüğü.

Suçu Trump yönetimi temsilcilerine atmaya hazır “demokrat Biden” hayranlarının homurdandığını duyar gibiyiz. Oysa Biden yönetimi Küba ambargosunu kaldırmak bir yana kuvvetlendirdi. ABD bunu demokrasi için yaptığını söylüyor ama bütün dünya bunu yadsıyor. Geçen yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kendi emperyalist ortakları dâhil olmak üzere 184 ülke ambargonun kaldırılması yönünde oy kullandı. Ambargoyu savunan ise sadece iki ülke vardı: ABD ve İsrail. Yalnız bir ayrıntı gözden kaçmasın: 184 ülkeden ayrı duran üç ülke çekimser oy kullandı. Diğer ikisi bizi bu yazıda ilgilendirmiyor ama üçüncüsü Ukrayna idi! (Genel Kurul, Marksistlerin genel olarak burjuva parlamentoları için uygun gördüğü nitelemenin doruğudur: Tam bir “gevezelik atölyesi”dir. Kararlarını uygulatma konusunda elinde hiçbir araç yoktur.)

Biden yönetimi aynı zamanda Venezuela’yı açlıkla terbiye etmeye çalışıyor. Trump döneminde en ufak bir yasal gerekçeye dayanılmaksızın ülkenin başkanı ilan edilen Juan Guaidó, Biden tarafından da destekleniyor. Venezuela’nın mali kaynakları bu haydut başkan bozuntusunun elindedir. Halk bu yüzden açtır, sağlık sorunlarıyla karşı karşıyadır. ABD’nin bütün amacı, Küba’da işçi devletini, Venezuela’da ise emperyalizme karşı konumlanmış olan Bolivarcı rejimi yıkmaktır. Hangi “tarihin çöp kutusu”ndan bahsediyorsunuz?

NATO emperyalist savaş aygıtıdır

ABD Dışişleri Bakanı’nın yukarıda alıntılanan cümlesinde ifade edildiği gibi mesele Ukrayna’nın “kiminle işbirliği yapacağı” sorusu üzerine bir tartışma değildir. Mesele SSCB ve müttefiklerine karşı kurulduğu halde bugün yeniden yapılanarak bütün dünyanın işlerine karışmak üzere hazırlanan, Afganistan savaşı (2001-2021) örneğinde görüldüğü gibi, “politika dayatmak” ne demek, yüz binleri, milyonları öldürerek silah zoruyla ABD kuklası rejimler kurmayı düstur edinen (bunun adı “rejim değişikliği” olarak konulmuştur 1991 Körfez Savaşı’ndan beri) bir savaş aygıtıdır. Özel bir tehdittir.

Rusya NATO’nun kendi bağrına silah dayamasına karşı çıkmakta bütünüyle haklıdır. Esas mesele Ukrayna’nın bağımsızlığı ve egemenliği değildir. Ukrayna burjuvazisinin, kendisini emperyalist sistemin bir parçası haline getirme hevesi içinde ülkesini emperyalizmin silahı olarak kullandırma hevesidir. Bundan faydalanan emperyalizmin, birkaç dakika içinde Moskova’ya düşebilecek bir nükleer füzeyi Ukrayna’nın doğusuna yerleştirerek Rusya’yı teslim almak ve günü geldiğinde ezmek isteğidir. Bunu anlamayan bugün yaşanan ve Ukrayna sınırında odaklanan gerilimin ne olduğunu anlayamamış demektir.

Anlamak isteyene çıplak bir gerçeği hatırlatıyoruz: Biden ile Putin iki kez çevrim içi görüşme yaptı. Geçen haftanın neredeyse tamamı çeşitli diplomatik toplantılarda bu meselenin tartışılmasıyla geçti. Her defasında Rusya’nın tek bir talebi oldu: Rusya NATO’nun daha fazla genişlemeyeceğinin, eski işçi devletlerine silah konuşlandırılmayacağının güvencesini istiyor. Ama bu aşamada tek bir talebi var: Ukrayna’nın asla NATO üyeliğine alınmayacağının garanti edilmesi.

Her kim bu çatışmada ve yarın olası bir savaşta demokrasi adına, Putin rejiminin despotluğuna karşı demokrasileri tercih etmek adına, Ukrayna’nın bağımsızlığı ve egemenliği adına ABD ve AB’yi desteklerse, o, emperyalizmin Rusya’nın bağrına silah dayaması uğruna çaba gösteriyor demektir.

Ne “ama”ya yer vardır, ne ikircikliliğe. Bütün dünyanın işçileri, emekçileri, ezilenleri, onlar adına mücadele ettiğini iddia eden partiler hep birlikte şöyle demelidir: NATO Ukrayna’dan elini çek!