Margaret Thatcher’ın siyasi ölümü

 

8 Haziran’da Britanya’da yapılan genel seçimler, bu ülkenin, hatta Avrupa’nın tarihinde sembolik bir dönüm noktası olarak görülmelidir. Genel dünya durumunun bir göstergesi olarak da çok önemlidir. Labour Party’nin (İşçi Partisi’nin) seçimlerde kazandığı başarı, bu ülkede 1979’dan beri sürmekte olan bir dönemin kapanışının ilk işaret fişeği olacaktır muhtemelen. Britanya, işçi sınıfının sendikal ve siyasi örgütlenmeleri ve sınıf mücadelesi gelenekleri bakımından 20. yüzyılın başından itibaren Avrupa’nın önde gelen ülkelerinden biri idi. Evet, her iki alandaki örgütlenme de kapitalist düzene ciddi bir uyum sağlamıştı. Güçlü Sendika Konfederasyonu TUC bürokrasinin sağlam kontrolü altında idi. İşçi Partisi ise tamamen burjuva düzenine bağlanmış bir burjuva işçi partisi idi. Ama sınıf, Britanya politikasında belirleyici bir ayrımdı. İşçi hakları ve sosyal haklar ise kolay kolay el uzatılamayacak kazanımlar.

Bütün bu birikim 1979 yılında Muhafazakâr Parti’nin lideri Margaret Thatcher’ın başbakan olmasıyla birlikte derin bir sarsıntı yaşadı. Margaret Thatcher, dünya kapitalizminin 1970’li yılların ortasında başlayan uzun krizine (biz 2008 finansal çöküşüne kadar süren bu döneme “30 yıl krizi” adını veriyoruz) uluslararası burjuvazinin çözüm olarak benimsediği, işçi sınıfını atomize ederek krizin yükünü onun sırtına yıkma stratejisi demek olan neo-liberalizmi ilk ve en ileri derecede uygulayan burjuva politikacısı olacaktı. Onun her şeyi piyasanın yasalarına bağlamaya yönelik neo-liberal strateji için kullandığı “There is no alternative” (baş harfleri birleştirildiği zaman TINA olarak ünlendi), yani “Başka seçenek yok” sözü, bütün bir çağı simgeledi hep. Neo-liberalizm daha sonra bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi yayıldıysa bunda Thatcher’ın (ve ondan iki yıl sonra aynı politikayı ABD’de uygulamaya başlayan Ronald Reagan’ın) büyük rolü vardır.

Thatcher kendisi iktidarda uzun kaldı (1979-90) ama daha önemlisi, Britanya’da yerleştirdiği yeni düzen kendisinden sonraki Muhafazakâr hükümetler döneminde de (1990-1997 ve 2009’dan günümüze), daha da önemlisi İşçi Partisi iktidarı döneminde de (1997-2009) küçük değişikliklerle sürdürüldü. Britanya seçmeni sola yatkın, piyasa yerine kamu müdahalesine ve kamu işletmeciliğine dayanan, sosyal hizmetlere öncelik veren, işçi haklarını savunan politikalara yüz vermiyordu. Ya da öyle görünüyordu. Bu bağlamda en önemli gelişme İşçi Partisi’nin Tony Blair yönetiminde “New Labour” (“Yeni İşçi Partisi”) olarak adlandırılan sağ, piyasacı, neoliberalizmle barış içinde bir politik hatta dönmesi idi. Thatcher’ın Tony Blair için “benim en önemli eserim” dediği bile rivayet edilir.

İşte 8 Haziran seçimlerinde Britanya işçi sınıfı bu “makus talih”i kırmıştır! Hem de (kamuoyu yoklaması tutsakları için) nasıl büyük bir sürprizle! Brexit (yani Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma) referandumu (Haziran 2016) sonrasında başa geçen Muhafazakâr başbakan Theresa May, mecliste rahat bir çoğunluğa sahip olduğu ve seçimlerin olağan tarihine daha üç yıl olduğu halde, partisinin rakipleri karşısında çok güçlü bir üstünlüğe sahip olacağından emin olduğu için, AB ile pazarlık konusunda Britanya halkının tam desteğini alma gerekçesiyle Nisan ayında baskın seçim kararı aldı.

Büyük yanılgı: Jeremy Corbyn faktörü

May’in seçimi ezici bir üstünlükle kazanacağından çok emin olmasının bir nedeni, yaklaşık bir yıl önceki Brexit referandumunun galibi olarak görülen ön-faşist parti UKIP’in (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi), referandumun ardından önderi Nigel Farage istifa ettikten sonra tam bir kargaşaya düşmesi ve ara seçimlerde düşük bir performans sergilemesi idi. Öteki neden ise İşçi Partisi’nin başında Jeremy Corbyn’in olmasıydı. Britanya burjuva kamuoyunun bütün sözcülerinin (buna muhafazakârı da dâhil, İşçi Partisi’nin başta Tony Blair olmak üzere bütün burjuva yönetici ve milletvekilleri de dâhil), ortak kanaati şuydu: Jeremy Corbyn İşçi Partisi’nin lider seçiminde, iyi örgütlenmiş ama halktan kopuk bir ekibin tercihiydi, geniş halk kitlelerinden kesinlikle oy alamaz, İşçi Partisi’ne seçim kazandıramazdı. Halk “uçuk” solculara oy vermezdi. Bu düşünüş tarzı dolayısıyla Corbyn Labour’ın burjuva milletvekillerinin ağır saldırılarına maruz kalacak, Brexit sonrası partinin AB yanlısı politikasını yeterince güçlü savunmadığı için liderliğine meydan okunacak, ama liderlik seçimini yeniden kazanarak partinin başında kalmayı başaracaktı.

Corbyn’in seçim kazanamayacağı görüşü, partinin (Britanya geleneğinde “manifesto” adı verilen) seçim programının Thatcher-sonrası Britanyası için çok solda bir program olarak açıklanmasıyla birlikte daha da güçlendi. İşçi Partisi’nin programından bazı başlıklar bize programın İşçi Partisi’nin bütünüyle sağa kaymış olduğu bir dönem sonrasında ne kadar sol olduğunu gösterecektir:

·         İşçi haklarının, en başta sendikal hakların genişletilmesi

·         Asgari ücretin 2020’ye kadar saatte 10 £’a çıkarılması.

·         80.000  £ üzerinde yıllık geliri olanların vergi oranının ciddi şekilde arttırılması.

·         Kurumlar vergisinin üçte bir oranında arttırılarak % 26’ya yükseltilmesi.

·         Sosyal hizmetlere öncelik temelinde, kriz içinde olan ünlü NHS (Ulusal Sağlık Sistemi) için 35 milyar £ ilave fon.

·         100.000’i belediye toplu konutu olmak üzere dört yılda bir milyon yeni konut.

·         Üniversite öğrencilerini borç kölesi haline getiren sisteme son vermek için harçların bütünüyle kaldırılması, yani parasız yüksek öğretim.

·         Belki de en önemlisi, Thatcher’dan bu yana süren özelleştirmeleri tersine çevirerek demiryollarını, enerji piyasasını, şebekeyi ve dağıtımı, posta hizmetlerini yeniden kamulaştırmak.

“Uzmanlar” halkın “uçuk” solculuğa prim vermeyeceği iddiasıyla neredeyse alay etti bu programla.

Seçim, halkın solcu bir lidere ve programa oy vermeyeceği efsanesinin ne kadar kof olduğunu göstermiştir. Corbyn yönetiminde İşçi Partisi daha iki yıl önce yaşadığı ağır seçim yenilgisinin ardından muazzam bir atılım yapmış, oylarını yaklaşık olarak yüzde 30 düzeyinden yüzde 40’a yükseltmiştir! Yani 10 yüzde puanlık bir artış! Seçim kampanyası başlarken Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi arasındaki fark yüzde 23 dolayında idi. Seçim sonuçları, bu farkın yüzde 2,5’e düştüğünü gösteriyor! Bunun sonucunda İşçi Partisi, milletvekili sayısını 230’dan 262’ye yükseltmiştir. Evet, seçimi birinci sırada bitirmemiştir. Muhafazakâr Parti yüzde 42,5 ile birincidir, milletvekili sayısı ise 318’dir. Ama seçime ezici çoğunluk arayışı ile giren Theresa May parlamentodaki çoğunluğunu yitirerek çıkmıştır! Şimdi azınlık hükümeti peşindedir, belki küçük bir sağcı Kuzey İrlanda Partisi’nin (DUP) desteğini alabilecektir. Corbyn ve İşçi Partisi seçimi kazanamamıştır, ama Türkçe’deki deyim ender olarak bu kadar yerini bulur: Galip sayılır bu yolda mağlûp!

Britanya’nın siyasi sistemi, 40 yıla yakın süredir ilk kez soldan Thatcherizme karşı bir programla karşı karşıya kalıyor ve halk bu programa muazzam bir destek vermiştir. Britanya halkı Thatcher’a ilk kez “There is an alternative!” (“Seçenek vardır!”) diye cevap vermiştir! Margaret Thatcher 2013’te hayata veda etti. Ama biyolojik ölümünden sonra bile fikirleri iktidarda olmaya devam etti. Şimdi siyaseten de göçmüştür. Thatcher öldüğünde bir gazete "Demir Leydi gitti, şenlik bitmedi" diye başlık atmış. Şenlik artık bitiyor!

Üçüncü Büyük Depresyon sınıf mücadelelerini kışkırtıyor

“Uzmanlarımız” bir kez daha yanılmıştır. Onlar şaşırdı, oysa biz şaşırmadık! Şaşırmadık, çünkü bizim için Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin başına seçilmesi, bütünüyle içinden geçmekte olduğumuz çağın ana eğilimlerinin bir ürünü idi. İki yıla yakın süre önce, Corbyn seçildiğinde bu sitede yazdığımız bir yazıda (“Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi üzerine tezler”, http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/jeremy-corbyn-ve-isci-partisi-uzerine-tezler) bu gelişmenin 2008 finansal çöküşü ile açılan Üçüncü Büyük Depresyon döneminin yarattığı siyasi kutuplaşmanın ürünü olduğunu açık seçik ifade ediyorduk. Bu kutuplaşma şuydu: Faşist ve ön-faşist akımların yükselişinin karşısında halk kitlelerinin gittikçe sınıf mücadelelerine ve uygun koşulların doğduğu yerlerde ve zamanlarda devrimci atılımlara yönelmesi. Bu ikinci eğilime “dünya devriminin üçüncü dalgası” adını veriyor, bu dalganın 2011-13 arasında yaşanan kahramanca evresinin şimdilik kapanmış olduğunu, devrimci atılımlarla aradığını bulamayan kitlelerin şimdi parlamenter yolları zorladığını, ABD’de Sanders, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi örneklere benzer biçimde Corbyn’in, İşçi Partisi içinde 32 yıllık “müzmin muhalif” solcu konumundan aniden partinin liderliğine tırmanmasının tam da bu eğilimin bir sonucu olduğunu iddia ediyorduk.

Aradan geçen iki yıla yakın süre boyunca Corbyn yanlış bir politik hat izledi. Partiyi kendisiyle birlikte sola çekmekte son derecede tutuk davrandı. Kendisinin Muhafazakâr başbakanlara (önce David Cameron, Brexit’ten sonra Theresa May) yönelttiği sol eleştirilere halk çok iyi yanıt verdiği halde bunu parti çapında yaymak için çaba göstermedi. Belki bunda parlamento grubunun ve parti aygıtının Tony Blair sağcılığının hâkimiyetinde olması ve Britanya geleneğinde parlamenterler içinden seçilen “gölge hükümet”in büyük önem taşıması rol oynamış olabilir. Bu ince ayrıntıları uzaktan değerlendirmek zordur.

Ama bu yüzden Brexit referandumu sırasında İşçi Partisi ve Corbyn neredeyse tartışmadan silindi, ön-faşist UKIP ve lideri Nigel Farage parladı. Daha da önemlisi, bu yüzden ara seçimlerde (bir önemli örnek dışında, ama bunun nedeni UKIP’in gerilemesi idi, İşçi Partisi’nin atağı değil) İşçi Partisi hep kötü sonuçlar aldı. Bütün bu süre içinde biz Corbyn’in sol politikaları partide hâkim kıldığı takdirde işçi sınıfı ve geniş halk kitleleri nezdinde itibarının hızla yükseleceği konusunda emindik. Seçim sonuçları bizim dünya durumu ve Britanya değerlendirmemizi doğrulamış oldu.

Demek ki, solda sadece Türkiye için “ah vah” etmekle kalmayan, dünya durumunu da tek yanlı olarak faşizmin, milliyetçiliğin, ırkçılığın, savaş eğilimlerinin artışıyla sınırlı görüp karamsarlık yayan akımlar bugünkü dünya durumundan bir şey anlamıyorlarmış!

Faşizmin panzehiri sınıf politikası

Britanya’da bundan tam bir yıl önce düzenlenen bir referandumda halkın yarısından fazlası Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılması yönünde oy kullandı. AB’den kopmak çok ilerici bir seçiş olabilirdi. Ama Britanya’daki durum farklıydı: Brexit bütünüyle ırkçı ve sağcı bir atmosferde gerçekleşiyordu. Ama çelişkili biçimde bu sağcılık, hatta ön-faşist atmosfer, işçi sınıfından ciddi bir destek görüyordu. Bu çelişkiyi referandum sonrasında bu sitede yayınlanan bir yazımızda (“Brexit: tarihin sonunu gömerken”, http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/brexit-tarihin-sonunu-gomerken) ayrıntısıyla ortaya koymuştuk. Bu gelişme, aynı 2016 yılında Donald Trump denen “serseri mayın faşisti”nin ABD başkanlığına seçilmesiyle de, Fransa’da Marine Le Pen’in seçimin ikinci turunda üç Fransızdan birinin oyunu almasıyla da paralel bir gelişmeydi. Post-Leninist sol işçi sınıfını terk etmiş, küreselci olmuş, kimlik politikasına düşmüştü. Küreselci politikalardan ağır zarar gören ileri kapitalist ülkeler işçi sınıfı da çözümü faşizan (ön-faşist), hatta düpedüz faşist hareketlerde arıyordu.

Bu analizimizin sonucu açıktı: Şayet sol, bütün ezilenlerin özgürleşmesi için mücadele etmekle birlikte kimlik politikalarından yeniden sınıf politikalarına dönerse, küreselciliğe karşı konumlanırsa, burjuvazinin çıkarlarına meydan okuyan sol politikalar benimserse ön-faşizmin alternatifi olarak sınıfı yeniden kazanabilirdi. Üzerinde durduğumuz her üç ülkede de bu tez doğrulanmıştır: Sınıf mücadelesi ön-faşizme panzehir olabileceğini kanıtlamıştır. ABD’de Bernie Sanders, kendini inkâr edip Hillary Clinton’a destek olana kadar işçi sınıfı içinde Trump’a alenen rakipti (bkz. “Teşekkürler, Antonio Caracciolo!” başlıklı yazımız, http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/tesekkurler-antonio-caracciolo). Fransa’da 2016 yılında İş Yasası’na karşı en az üç ay boyunca yaşanan büyük sınıf mücadelesi, Marine Le Pen’in işçi sınıfı içinde daha yaygın bir nüfuz sahibi olmasının önünde engel olarak yükselmişti. Şimdi de Britanya’da UKIP’in daha bir yıl önce yarattığı sağcı, ırkçı atmosferin yerini sınıflar arasındaki çelişkilerin ağır bastığı bir ortam almıştır.

Faşizmin panzehiri, vurgulayarak söyleyelim, sınıf mücadelesidir.

Gelgitli gelişme yasası

Bu yazı yeterince uzun olduğu için 8 Haziran seçiminin Britanya ve Avrupa politikasında nasıl yepyeni çelişkilerin zeminini oluşturacağı üzerinde duramayacağız. Burada amacımız Britanya seçimlerini içinden geçmekte olduğumuz dönemin genel eğilimlerine ışık tuttuğu ölçüde dikkate almak çünkü. Ama geçerken birkaç noktaya kısaca değinelim: Britanya önümüzdeki dönemde büyük sarsıntılardan geçecek ve belki de çok yakında yeniden seçime gitmek zorunda kalacaktır; oysa ülke seçim yorgunudur: 2014’te İskoçya referandumu, 2015’te genel seçim, 2016’da Brexit referandumu, 2017’de genel seçim! Öte yandan Brexit tam bir kaotik süreç halini almıştır, kimse önünü görememektedir. Theresa May AB’nin karşısına halkın büyük desteğiyle çıkmak istiyordu, şimdi bir azınlık hükümetini temsilen çıkacaktır! Brexit’in asıl sahibi UKIP ise buharlaşmıştır: Oy oranı yüzde 2’nin altına düşmüştür! İşçi Partisi’nin aldığı sonuç sınıf mücadelelerini kırbaçlayacaktır. İşçi sınıfının talepleri militanlaşacak, sendikalar daha mücadeleci olmak zorunda kalacaktır.

Bunların hepsi önemli sonuçlar ama biz yine 8 Haziran’ın ortaya koyduğu bütün dünya için önemli iki eğilimle bitirelim. Bunlardan biri Trotskiy’in “gelgitli gelişme” (spazmodik, ihtilaçlı) olarak andığı bir hareket biçimidir. Kriz dönemlerinde, toplumlar kendilerini içinde buldukları, ağır çelişkilerle örülü durumlara çözüm bulamadığında, toplum bir uçtan ötekine savrulur durur. Bunu Türkiye’de örneğin 7 Haziran seçimlerinden 1 Kasım seçimlerine geçişte görüyoruz (bkz. “Elinden kaçırmak” başlıklı yazımız, http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/elinden-kacirmak). Dünya durumunda 2103’te ortaya çıkan devrimden faşizme doğru alınan virajı açıklamak için aynı kavramı kullandık (“Dünyada 2013: Kriz, devrim, faşizm”, http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/dunyada-2013-kriz-devrim-fasizm). Britanya’nın bir yıl içinde aşırı sağdan ciddi biçimde sola savrulmasında yine benzeri bir salınımı görüyoruz. Daha bir yıl önce “uzmanlarımız” İşçi Partisi’nin ön-faşist UKIP lehine siyasi tablodan silinme riski karşısında olduğunu yazıyorlardı! Bir yıl sonra UKIP neredeyse silindi, İşçi Partisi yüzde 40’a fırladı!

Britanya’nın yaşadığı gelgite bir ölçüde karşıt bir akıntı ülkenin kuzeyindeki İskoçya’da yaşandı. 2014 referandumunda Britanya’dan ayrılma önerisi son anda yenilgiye uğrayan İskoç Ulusal Partisi (SNP), ertesi sene yapılan genel seçimlerde görülmemiş bir başarı elde etmişti. Oyların yüzde 50’sini elde eden parti, İşçi Partisi’nin elinden 40, Liberal Demokratlar partisinden ise 10 milletvekilliğini kapmıştı. Sandalye sayısı açısından sonuç dudak uçuklatıcıydı: SNP 56, İşçi Partisi 1, Muhafazakârlar 1, Liberal Demokrat Parti 1. Aradan sadece iki yıl geçmişken durum bu seçimde tersine dönmüştür: SNP 56 sandalyeden 21’ini kaybederken Muhafazakârlar İskoçya’da hiç görmedikleri ölçüde bir zafere ulaşmış bulunuyor.

Marksistler olarak içinden geçtiğimiz ağır kriz koşullarında önümüzdeki dönemde de Türkiye’de ya da dünyada bu tür salınımlar bizi şaşırtmamalıdır. Önemli olan, gereksiz karamsarlığa ya da aşırı iyimserliğe düşmeden salınımın doğru anında ona uygun politikaları uygulamaktır.

Türkiye politikasında etki

Şimdi Corbyn’in sol politikasının uzun zamandır elde edilmemiş türden bir başarı kazandığını gören birçok CHP’li, hatta CHP’yi Türkiye halkının önüne bir çıkış yolu gibi koyan sosyalist soldan birtakım akımlar, aynı türden politikaların Türkiye’de de işe yarayacağını nihayet akıl edeceklerdir! İnsanın işçi sınıfına ve yoksullara yönelik politikalar izlemesinin halkın ilgisini çekeceğini düşünmesi için başka ülkelerin örneklerine bakmak zorunda kalması epey düşündürücü olsa da. Ne var ki, Corbyn’in seçim programının Türkiye’ye adapte edilmiş bir benzerini CHP’nin kabul etmesi söz konusu bile olamaz.

Corbyn lider seçildiğinden beri yazıyoruz. Britanya İşçi Partisi, burjuva bir işçi partisidir, yani kapitalist düzenle bütünüyle barışıktır, burjuva sınıfının hâkimiyetini sürdürmenin bir aracıdır. Üstelik Blair döneminde geleneksel işçi sınıfı politikalarından uzaklaşarak bu sınırlı sınıf karakterini bile zaman içinde tasfiye edebilecek bir doğrultuya girmiştir. Ama bu süreç henüz tamamlanmamıştır. İşçi Partisi, İtalya’daki Partito Democratico (Demokrat Parti) veya Fransa’daki Sosyalist Parti misali işçi sınıfından kopmuş bir sosyal demokrasi değildir. Hâlâ bir işçi partisidir.

Buna karşılık, CHP bir burjuva partisidir. Hiçbir zaman Batı’nın sosyal demokrasisi gibi işçi sınıfının bir örgütlenmesi haline gelmemiştir. Corbyn partinin çelişik karakterinin işçi özelliğini öne çıkaracak tarzda bir sol programı öne sürebilir. CHP, toplumun önüne TÜSİAD’ı karşısına alacak bir programla çıkamaz. Hele, TÜSİAD ile AKP arasında uzun yıllardır inişli çıkışlı olarak devam eden stratejik farklılık Türkiye politikasının ana eksenlerinden biriyken.

Öyleyse, her kim CHP de Corbyn gibi direksiyonu sola çevirsin derse, ya boş işlerle uğraşıyor demektir, ya da CHP’yi sola sevimli göstermek istiyor demektir.

CHP’nin böyle bir yola girmesinin tek bir koşulu var: işçi sınıfının büyük eylemlerle siyaset sahnesine girmiş olması. O zaman da CHP’nin “sola kayması” sınıfa destek olmak için değil köstek olmak için yapılmış bir manevra olacaktır. Proletarya sosyalistlerinin görevi, sınıfın önünü kesmeye yönelik bu manevra ile mücadele olacaktır.

Parlamenter çıkmazdan devrimci anayola çıkmak

ABD’de Sanders, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, şimdilerde Fransa’da Jean-Luc Mélenchon’un liderliğindeki France Insoumise (Boyun Eğmeyen Fransa), nihayet 8 Haziran Britanya seçimlerinde Jeremy Corbyn. Bütün bu hareketlerin başarıları bizim için sadece birer belirti, birer gösterge, sınıf ve halk kitleleri içinde belirli bir potansiyel olarak önemlidir. Bir umut olarak değil. Bugün, 2008 sonrası dünyada, halk kitleleri kapitalizmin kendilerini mahkûm ettiği koşullara karşı ayağa kalkıyor. 2011-13 arası bu eğilim kendini sokaklarda, grevlerde, meydan işgallerinde, halk isyanlarında ve Arap ülkelerinde devrimlerde ifade etti. Bu deneyimlerin hepsi ya söndü gitti, ya ağır yenilgiye uğradı (Mısır).

Şimdi kitleler başarısız kalan bu büyük meydan okumalardan sonra daha alçakgönüllü, daha alışılmış yöntemler deniyor. Birçok ülkede parlamenter yoldan haklarını aramaya yöneliyor. Denediği partiler ister eski (ABD’de Sanders’ın adayı olmadığı çalıştığı Demokrat Parti, Britanya’da Corbyn’in İşçi Partisi) ister yeni (Syriza, Podemos, France Insoumise) olsun, burjuva parlamentarizmine kölece bağımlıdır. İşçi sınıfının halkın emekçi ve ezilen kesimlerine önderlik ederek iktidarı gerçekten ele geçirmesine olanak tanımazlar. Oysa içinden geçmekte olduğumuz dönem, dünya tarihsel bir kriz dönemidir. Ya işçi sınıfı kazanacak, ya da barbarlık ağır basacaktır. Bunun için bu parlamenter partilere, bu seçim aygıtlarına hiçbir umut bağlanamaz. İhtiyaç olan, işçi sınıfının öncü katmanlarının damgasını taşıyan devrimci partilerdir. 2011-2013 evresinde kitlelerin kazanması tam da böyle partiler olmadığı için olanaklı olmadı. Şimdi ise kitleler bu parlamenter partilerin ihaneti yüzünden bütün yönlerini şaşırabilirler. Syriza ve Sanders vak’alarında bu gerçekleşmiştir. Daha önce Brezilya’da Lula-PT örneğinde olduğu gibi.

Bize düşen işçi sınıfı ve halk ayağa kalktığında onları zafere taşıyacak partiler ve bu partilerden oluşan bir devrimci Enternasyonal inşa etmektir.