Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi üzerine tezler

 

Jeremy Corbyn’in Britanya parlamentosunda tam 32 yıl boyunca Britanya’nın ünlü İşçi Partisi’nden (Labour) milletvekilliği yaptıktan sonra aniden partinin lideri olarak seçilmesi (Britanya’da partinin bir numarasına “başkan” adı verilmiyor, “lider” deniyor) sadece Britanya’yı sarsmadı, bütün dünyanın dikkatini çekti. Düşünsenize bu adam o kadar yıl parlamentoda oturmuş, yaşı 66’ya gelmiş, daha birkaç ay öncesine kadar sadece bir “back-bencher” olarak görev yapmış, yani meclisin İşçi Partisi’ne ayrılan bölümünde arka sıralarda oturuyor, yani parti yönetimi üzerinde hiçbir etkisi yok. Etki ne demek, adam neredeyse “müzmin muhalif” denebilecek konumda: Sadece dokuz milletvekilinin yer aldığı bir “sosyalist grup” kurmuşlar parlamentodaki İşçi Partisi milletvekilleri arasında (epey zayıf çıktığı son 2015 seçimlerinden sonra bile toplam 232 milletvekili var İşçi Partisi’nin). Düşünsenize, Corbyn 1983’te meclise girmiş, 1994’te Tony Blair gelmiş, “Yeni İşçi Partisi” (“New Labour”) sloganıyla partiyi ele geçirmiş, Labour’a tarihinin en sağcı dönemlerinden birini yaşatmış. Dünya çapında neoliberalizmin önderlerinden biri olan Margaret Thatcher’ın bu Blair için “benim en önemli eserim” demiş olduğu rivayet edilir. Yani Corbyn neredeyse bütün parlamenter hayatı boyunca sağcı bir İşçi Partisi’nde çalışmış bir solcu. İşte o kara koyun statüsünden birdenbire partinin liderliğine sıçradı Corbyn. Hem de parti tarihinde görülen en yüksek oyla, yüzde 60 alarak, diğer üç rakibini ezerek! Hem de başta Tony Blair olmak üzere, partinin bütün büyükbaşları yüksek sesle kendisine karşı mücadele etmişken! Başta Britanya olmak üzere bütün dünya hayretlere düşmez mi?

Bu olgu üzerinde mutlaka dikkatli biçimde durulması gerekiyor. İklim nasıl bu kadar sert biçimde değişti de Tony Blair’in biçimlendirdiği bu partide ve onun büyük prestijine rağmen onun tam karşıtı bir lider İşçi Partisi’nin tepesine tırmandı? Kimilerinin Marksist olarak gördüğü Corbyn’in Britanya’nın ana muhalefet partisinin başına geçmesi ülke ve dünya politikası üzerinde ne etki yaratır? Bu olay başka ülkelerdeki gelişmelerden (örneğin Yunanistan’da Syriza’dan) ne kadar etkilenmiştir, kendisi başka ülkeleri ne kadar etkiler? Sosyalist solun bu olguya siyasi yaklaşımı ne olmalıdır?

Sitemizde Britanya ve Corbyn konusunda bilgi dolu bir yazı yayınlandı (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/britanyada-jeremy-corbynin-isci-partisi-liderligi-zaferi).Yazı, Corbyn’in programı, parti örgütüyle ilişkisi ve ülkenin sosyalist partilerinin Corbyn’in seçilişini nasıl karşıladığı konusunda çok değerli veriler sağlıyor okura. Bizim yapmak istediğimiz başka: Corbyn olgusunu dünyada ve Britanya’da son dönem yaşanan sınıf mücadeleleri ve politik değişimin genel bağlamına yerleştirmeyi, bu temelde bu gelişmenin gelecek açısından ne tür bir potansiyel içerdiğini ve buradan hareketle Marksistlerin nasıl bir siyasi hat izlemeleri gerektiğini tartışmayı amaçlıyoruz.

Burada yaslandığımız arka plan argümanlarından birçoğu hem Devrimci İşçi Partisi (DİP) belgelerinde, hem Gerçek sitesindeki birçok imzalı ve imzasız yazılarda tekrar tekrar ele alınmış olduğu için birçok kavramı açıklamadan ilerleyeceğiz. Amacımız, Corbyn’in ifade ettiği olguya siyasi olarak nasıl yaklaşmamız gerektiği konusundaki fikrimizi okurlarımıza bir bütün olarak aktarmaktır.

Üçüncü Dünya Devrimi[1] dalgasının tezahürü

1) Corbyn’in İşçi Partisi içinde aniden bu kadar radikal bir değişim ile parti liderliğine yükselmesi bir boşlukta olmuyor. Seçilmesi, anlamlı bir rastlantıyla, neredeyse günü gününe Lehman Brothers’ın battığı 15 Eylül 2008’in 7. yıldönümünde oldu. Corbyn’in zaferi o dönemden bu yana dünya kapitalizmini pençesine alan Üçüncü Büyük Depresyon’un ürünüdür. Bu kadarla da sınırlı değil. Üçüncü Büyük Depresyon’un başlamasından itibaren DİP olarak dünya çapında bir yandan faşizm türü barbarca hareketler, bir yandan da sınıf mücadeleleri ve devrimci bir atılımın yükselmeye başlayacağını vurguladık. İlk eğilim AB ülkelerinde proto-faşizmin ve faşizmin yükselişiyle, Ukrayna’da Nazi geleneğinin izleyicisi hareketlerin iktidar ortağı konumuna geçmesiyle, Ortadoğu’da DAİŞ ve Afrika’da Boko Haram’da en ileri ifadesini bulan barbar gericiliğin güçlenmesiyle vb. gösterdi kendini. Öte yanda, 2011 Arap devriminin başlamasıyla ikinci eğilim de somutlaşıyordu. Arap devrimi dünyanın dört bir köşesinde yankılandı: İsrail’den Wall Street’e, Yunanistan ve İspanya’dan İzlanda’ya, Türkiye’den Brezilya’ya birçok yerde halk isyanları ve güçlü mücadeleler çıktı ortaya. Sonunda bu hareketlerin hiçbiri kesin bir zafer kazanamadı, ama bu söz konusu dalganın gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Aynen Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos gibi, Corbyn’in yıldızının yükselişi de bu dalganın bir ifadesidir. Yani büyük sınıf mücadeleleri özdür, bunlar biçim. Bu somut anlamda, yani öz itibariyle, Syriza, Podemos ve Corbyn aynı gerçekliğin ifadesidir. Sadece onlar değil Tunus ve Mısır devrimleri, Arjantin’de üç devrimci Marksist partinin seçim alanında büyük bir atılım yapmasının zemini haline gelen FİT adlı cephe, Gezi ile başlayan halk isyanı, Rojava, HDP’nin güçlenmesi ve başka gelişmeler de.

2) Üçüncü Dünya Devrimi’nin özü ortaktır, ama kendini sonsuz çeşitlilikte biçimlerle ifade eder. Bunların bazıları devrimci biçimlerdir, devrim potansiyelini kendi içlerinde taşırlar: Arap devrimi, Gezi ile başlayan halk isyanı, Rojava’nın özerkleşmesi ve Kobani serhildanı bu tür örneklerdir. Bazıları parlamenter düzeyde, yani düzenin kanalları içinde gelişir, ama gelecekte bir patlamaya hazırlık sağlar: Arjantin’de FİT tam tamına böyledir, Yunanistan’da halkın kemer sıkmaya berrak bir “hayır” dediği referandum, eğer yalıtılarak ele alınırsa böyledir. Bazıları ise büyük sınıfsal ve ulusal mücadelelerin ürünü olarak ortaya çıkar, ama sadece düzen kanalları içinde yürümekle kalmaz, düzenin sınırlarını aşma kapasitesine de sahip değildir. Syriza ve Podemos böyledir. Corbyn hakkındaki yargımızı şimdilik askıya alalım, gerekçelendirmeden söylemeyelim. Ek olarak şunu belirtelim: 2013 Temmuz’unda Mısır devrimi Sisi Bonapartizminin eline teslim edileli beri, Üçüncü Dünya Devrimi’nin ilk kahraman evresi sona ermiştir. Reformizmlerin (Syriza ve Podemos) ön plana çıkmış olmalarını açıklayan da, başka şeylerin yanı sıra, tam da budur. (Elbette yoksulluğun çelişkileri doruğa çıkardığı ve diktatörlüklerin hâkim sınıflar için pazarlık esnekliği bırakmadığı Arap dünyasının derhal devrimci patlamalara sahne olması, buna karşılık kitlelerin bir ölçüde de olsa ekonomik rezervlere sahip olduğu ve uzun bir burjuva demokrasisi geleneğinin hâkim sınıflar açısından kitle hareketlerini massetme kapasitesi yarattığı Avrupa’da parlamenter ve parlamentarist biçimlerin öne çıkması da rastlantı değildir. Ama bu göreli bir karşıtlıktır, mutlaklaştırılırsa insanı “Avrupa’da devrim olmaz” türü baştan aşağıya yanlış bir sonuca ulaştırır.)

3) Sözü edilen bütün ülkelerde 2011’den bu yana büyük kitle mücadeleleri yaşanmıştır. (Bir tek Arjantin’de devrimci kriz büyük depresyonun öncesine rastlar: 2001-2003 yaşanan Argentinazo’dan söz ediyoruz.) Ortaya çıkan siyasi hareketler bunların ürünüdür. Syriza türü bir hareketin İtalya’da değil Yunanistan’da, Podemos türü bir hareketin Fransa’da değil İspanya’da ortaya çıkmasını açıklayan budur. Yani sınıfların mücadelesi belirleyicidir. Britanya (ve birazdan kısaca sözünü edeceğimiz Amerika Birleşik Devletleri) örnekleri ötekilere göre daha melezdir. Evet, Britanya’da da 2011’den beri önemli mücadeleler yaşanmıştır. 2011’de kamu sektörü çalışanlarının iki genel grevi (30 Haziran ve 30 Kasım), ABD’deki Wall Street İşgal hareketini izleyerek ortaya çıkan Occupy London hareketi (Ekim 2011), sağlık sisteminin (ünlü National Health Service) özelleştirilmesine karşı ve barınma hakkı için yürütülen kampanyalar ve bu yıl 20 Haziran’da People’s Assembly Against Austerity (Kemer Sıkmaya Karşı Halk Meclisi) adı altında düzenlenen 250 bin kişilik dev eylem bunların bazılarıdır. İskoçya halkının bağımsızlık mücadelesinde sağcılaşmış İşçi Partisi’ni terk ederek işçi hakları ve kamulaştırmalar konusunda daha sol bir politikayı temsil eden İskoç Ulusal Partisi’ne doğru kayması da işin bir başka boyutunu oluşturur. İskoç Ulusal Partisi Eylül 2014’teki bağımsızlık referandumunu kıl payı yitirmekle beraber, Mayıs ayındaki seçimlerde bütün öteki partileri ezip geçmiştir.[2] Ama öte yandan, hem 2010’da, hem de 2015’te seçimleri Muhafazakârlar kazanmıştır. Yani bütün bu eylemliliğe rağmen ülkede Corbyn seçilene kadar bir sola kayma yoktu. Bu açıdan Syriza’nın Yunanistan için ifade ettiği ile Corbyn’in Britanya için temsil ettiği şey farklıdır. Syriza 2008’de bir ay boyunca bir halk isyanı ve 2011-13 arasında 14 genel grev yaşamış bir ülkede reformist bir çözüm olarak ortaya çıktı. Kitlenin gerisindeydi. Corbyn ise belirli güçlü eylemler yaşamakla birlikte klasik bir reformizmin bile çok gerisinde bir siyasi hayatın içinden gelen bir ülkede ortaya çıktı. Syriza en baştan geriletici bir faktördü. Corbyn bir süre için, ama yalnızca bir süre için Britanya’da kitleleri ileri çekecek bir etki yaratacaktır. Bu fark taktikler açısından önem taşıyacak bir farktır.

4) Britanya’da Corbyn sürprizinin ABD’de benzer bir sürprizin yaşanmasına paralel olarak ortaya çıkması da ilginçtir. Bilindiği gibi, son aylarda ABD’de 2016 Kasım ayında gerçekleşecek başkanlık seçimi için yapılacak önseçimler öncesinde her iki büyük partinin aday adayları kendilerini tanıtıyorlar. Sağcı Cumhuriyetçi Parti’de çok sayıda aday olmasına rağmen (kentsel toprak ağası Donald Trump rezilliğiyle öne çıkıyor) siyasi yelpazenin daha merkezinde yer alan (ama kesinlikle sermayenin, burjuvazinin bir partisi olan) Demokrat Parti’de tek bir aday varmış gibi görünüyor. Oysa ikinci bir aday vardır. Bu aday bazı bakımlardan şaşırtıcı derecede Corbyn’e benziyor. O da siyasi düzenin içinden geliyor. ABD Senato’sunun 100 ayrıcalıklı üyesinden biri. O da yaşını başını almış, hatta 66 yaşındaki Corbyn’den de ileri yaşta, 74 yaşında. O da genellikle sosyalizmin aşağılandığı bir genel ortamda ısrarla sosyalist olduğunu söylüyor. İşin gerçekten şaşırtıcı yanı, Hillary Clinton çok güçlü bir aday gibi görüldüğü için parti içinden başka kimse ona rakip çıkamazken aday adayı olan ve ABD için çok ileri bir program savunan Bernie Sanders’ın da kitlelerden çok olumlu bir tepki görmesi! ABD’de 2011’in Wall Street işgal hareketi küçük olmakla birlikte kendinden çok daha geniş halk kitlelerinde bir yüzde 99 bilinci yarattı. Sanders’ın yıldızının yükselişini de bu çerçeveye yerleştirmek gerekir. Yani aslında iki Anglo-Sakson ülkesi arasındaki bu paralel birinci tezimizde ifade ettiğimiz düşünceyi, bütün bu adayların dünya çapında mücadelelerin yükselmesinin ürünü ve ifadesi olduğu düşüncesini bir kez daha teyit ediyor. Sanders’ı burada bırakırken belirtelim: Aralarındaki benzerlikler ne olursa olsun, Sanders’ın adaylık yarışını kazanması hemen hemen olanaksızdır. Çünkü ABD’de seçimleri para kazanır.

Britanya ve Yunanistan

5) Bir sonraki tezimizi yalın biçimde ifade edelim: Britanya Yunanistan değildir. Dünya sisteminin en önemli ülkelerinden birinden söz ediyoruz. Dünyanın beşinci büyük ekonomisine sahip, Wall Street’ten sonra en büyük finans merkezi olan City’nin yurdu, bir ayağı ABD ile “özel ilişkisi”nde, bir ayağı AB’de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip beş daimi üyesinden biri, NATO’nun nükleer silahı olan en güçlü üyelerinden, muazzam bir emperyalist yönetme geleneği olan bir ülke Britanya. Corbyn’in iktidara gelmesi, Çipras’ınki gibi olmaz, dünya sisteminde bir sarsıntı yaratır.

6) Buna başka bir tezi ekledik mi işin önemi büyüyecektir: Corbyn Çipras değildir. Çipras NATO’ya hiç karşı çıkmadı. Avrupa Birliği'ne fanatik taraftarlığı zaten Çipras’ın Yunan halkının başına sardığı belanın esas kaynağıdır. Çipras bütün Yunan hükümetleri gibi İsrail’le özel ilişkiler sürdürmektedir. Corbyn ise NATO’ya karşıdır. Britanya’nın nükleer silah sistemi demek olan Trident’e karşıdır. Batı âleminde çok ender görülen bir şekilde İsrail’in karşısında, Filistinlilerin yanında yer almaktadır. En çok eleştirildiği konulardan biri Hamas ile Lübnan Hizbullah’ını meşru muhataplar olarak görmesidir. Kısacası, emperyalizmin kalbinde emperyalizme karşı en azından eleştirel denebilecek bir tavra sahip bir politikacı. Bu durumda, iktidardaki Muhafazakâr Parti başkanı ve başbakan David Cameron’un, ana muhalefet partisinin lideri seçilmiş birini, her türlü diplomatik teamüle ve nezakete aykırı biçimde, deyim yerindeyse siftahsız, “ulusal güvenliğimize tehdit” diye niteleyen bir demeçle karşılamış olması hiç de abartmalı ve şaşırtıcı görülmemelidir. Dikkat edilsin, Corbyn programını uygulayacak demiyoruz. Bir yandan, Britanya (ve genel olarak emperyalist ülkeler) hâkim sınıfları için nasıl bir tehdit oluşturduğuna, bir yandan da ona oy kullananların nasıl bir programa onay vermiş olduğuna dikkat çekiyoruz.

7) Buna karşılık, İşçi Partisi Syriza değildir! Syriza yeni yetme bir iktidar partisidir. İktidar deneyimi, yıllardır devletle bütünleşmiş bir parti bürokrasisi, her düzeyde devletle iç içe geçmiş kadroları yoktur. Düne kadar yüzde 2-3, haydi bilemediniz 5 oy alan, kökeni dünya komünist hareketinin çeşitli dallarından gelen, içinde bazısı kendine devrimci süsü veren partilerin olduğu bir koalisyondan seçim sisteminin hukuki ihtiyaçlarını karşılamak üzere sadece iki yıl önce partiye dönüşmüş bir kuruluştur. Yani aslında bırakın bir köklü düzen partisi olmayı, parti bile değildir! İşçi Partisi, yüz yılı aşan tarihiyle, 1920’li yıllardan itibaren tekrar ve tekrar yaşadığı iktidar deneyimiyle, Britanya kapitalizminin ve emperyalizminin onlarca yıldır sorumlu dayanaklarından biri haline gelmiş bir düzen partisidir. Lenin’in 1914’ten itibaren Marksizm ve sosyalizmle ilişkilerini adım adım koparan sosyal demokrat partiler için kullandığı diyalektik terimle bir burjuva işçi partisidir. Yani işçilerle iç içe geçmiş, onların ağırlığıyla oluşmuş, ama burjuva düzenini korumaya ahdetmiş bir parti! Üstüne üstlük, 1980’li yıllardan itibaren başlayan neoliberal sınıf saldırısı döneminde kıta Avrupası’nın sosyal demokrat partileri (belki bir-iki istisna ile) kendileri liberalleşir ve işçi sınıfıyla bağlarını da keserek burjuva partileri haline gelirken, Britanya’nın İşçi Partisi de Blair’in taarruzu altında bir işçi partisi olmaktan epeyce uzaklaşmış, en azından tarihinin en sağcı dönemine girmiştir. İşçi Partisi’ni kıtanın çoğu partisinden ayıran bir yanı, partinin doğrudan doğruya işçi sınıfının sendikaları üzerinde yükselmesi, aidatlarının bir kısmını bu kaynaktan elde etmesi, sınıfın daha ilerici kesimlerinin neredeyse aileden gelen bir alışkanlıkla bu partiye yüzünü çevirmesidir. İşçi Partisi, en belirgin örnekler olarak Fransız Sosyalist Parti’sinden (PS), İtalyan Demokrat Parti’sinden (PD), İspanya Sosyalist İşçi Partisi’nden (PSOE) farklı olarak hâlâ bir işçi partisidir. Ama düzenin sapasağlam bir ana direğidir. Sosyalizme geçmek için bir araç olmak bir yana, düzene karşı hiçbir biçimde kullanılamaz. Bu bakımdan reforme edilmesi de mümkün değildir. Partinin parlamento grubunun büyük çoğunluğu Corbyn’e ve fikirlerine karşıdır. Corbyn’in göreve gelir gelmez seçtiği “gölge kabine”nin üyeleri Corbyn’in fikirleriyle uyuşamamaktadır! Parti bürokrasisi, yerel yönetimlerdeki bürokrasi, parti aydınlarının önemli bölümü Corbyn’e ve fikirlerine karşıdır. Bu açıdan Corbyn Çipras’tan ileri olabilir, ileridir de, ama başında bulunduğu parti gerçek bir toplumsal dönüşüm için Syriza’dan dahi daha kullanışsız bir araçtır.

Corbyn, işçi sınıfı, Marksistler

8) Kendisine devrimci diyen sosyalist hareketlerin, Corbyn olgusunu soğukkanlı biçimde değerlendirmesi veya Corbyn’in seçmenlerini önemsemesi elbette gereklidir. Bu çapta bir olguya kayıtsız kalmak zaten mümkün değildir. Bir bakıma neredeyse 40 yıllık bir Thatcherizm’in, onun TINA (yani “There is no alternative”, “başka alternatif yok”) dogmatizmiyle piyasa ve özelleştirmeyi savunan çıplak sınıf tavrının, Thatcherizm’in İşçi Partisi içinde boy vermesi olarak okuyabileceğimiz Tony Blair’in ve onun Irak savaşında Bush’un dizinin dibinden ayrılmayan emperyalist politikalarının nihayet yenilgiye uğratılmış olmasında sevinilecek şeyler de vardır kuşkusuz. Ama Britanya’nın sosyalist partilerinin, hemen hepsi devrimci Marksist gelenekten geldiği halde Corbyn’i “alkışlaması”, “tezahürat yapması”, onunla birlikte olduğu ima edilerek kitlesel bir parti kurulması çağrısı yapması, hatta kendi partisini yeni kurmuşken (Left Unity) Corbyn için çalışma kararı vermesi, son derecede yanlıştır. Genel olarak bakıldığında, Marksistler, koşullar uygun olduğunda, reformist kitle partilerinin içinde bile çalışabilirler. Eski kuşağın alışık olduğu terimle “antrizm”, yeni kuşakların kulağını daha az tırmalayan terimle “entrizm” yapabilirler. Yani partiye programını benimsemedikleri halde girip parti tabanında başta işçiler olmak üzere üyeleri devrimci fikirlere kazanma taktiği uygulayabilirler. (Biz buna Türkçe karşılık olarak “sızma” demeyi öneriyoruz.) Ama (a) reformist bir partinin önderini böylesine yücelterek kitlelere onu kurtarıcı ya da umut gibi göstermekten kaçınırlar, onunla birlikte çalışsalar bile onun sınıfın önünde bir gün mutlaka engel olacağını saklamak bir yana kitlelere aktif olarak anlatmak görevleridir ve (b) sızma yöntemini uygulasalar bile partilerini bir kenara atmazlar, likide (tasfiye) etmezler. Britanya sosyalist solunun yayınladığı ve sitemizde yer alan daha önceki yazıda, hakkında bilgilendiğimiz bildiriler, bu açıdan hiç umut verici görünmemektedir.

9) Marksizmin devrimci yaklaşımı ile reformist bir liderin arasında dağlar kadar büyük farklar olduğunun bilinmesi, sosyalist partilerin Corbyn’e sırt çevirmesi, onu eleştirmekle, hele hele devrimci olmadığını kitlelere papağan gibi tekrarlamakla yetinmesi sonucunu doğurmamalıdır. Mesele Corbyn ya da sadece Corbyn değildir. Mesele Corbyn’in İşçi Partisi’nin başına gelmesini sağlayan kitleler ve bu yeni gelişme sayesinde gözleri yavaş yavaş politikaya dönecek olan milyonlardır. Corbyn 400 binin üzerinde insanın oyunu almış bulunuyor. Bunlardan 70 bini sendikalı işçileri temsil eden oylardır! Sahanın kenarına çıkıp Corbyn’i yuhalamakla yetinmek bu işçileri önemsememek anlamını taşır. Corbyn’e oy verenlerin 100 bini İşçi Partisi ile 3 pound (5 dolar) karşılığında ilk kez ilişki kuran gencecik insanlardır. Corbyn’in yanlışlarını, yarın ihanet edeceğini falan söyleyip durmakla yetinmek, bu gençleri devrime kazanmak istememek anlamını taşıyor. Corbyn olgusuyla mutlaka bir ilişki kurulmalıdır. Lenin’in “Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı’nda söylediği gibi, bu kitlelerle temas kurmak, buna karşılık düzenle uzlaşacağı bilinen güçlerle mücadele etmek Marksistler açısından bir görevdir. Bu, işin ABC’sidir. Vazgeçilmez yanıdır. Asıl zor olan ilişkinin hangi yöntemle kurulacağıdır. Bu birçok faktöre bağlı olarak kararlaştırılması gereken bir şeydir: Hem devrimci örgütler ile düzen yanlısı örgütün göreli güçleri arasındaki dengeye, hem kitlelerin sola kayışının başka kanalları olup olmadığına, hem kitlelerin canlanmasının ne düzeyde olduğuna, hem seçim sisteminin özelliklerine, hem de genel siyasi dengelere bağlı olarak verilecek bir karardır. Bütün durumları karşılayacak bir formül aramak, yukarıda sözünü ettiğimiz biçimlerin sonsuz çeşitlilikte olduğu gerçeği karşısında anlamsız olacaktır. Syriza söz konusu olduğunda hem reformist örgüt ile muhalifleri ve devrimci örgütler arasındaki dengenin Britanya’ya göre çok daha devrimcilerin lehine olması dolayısıyla, hem de kitlelerin bilincinin ve mücadeleciliğinin Britanya’ya göre çok daha ileri olması dolayısıyla, Syriza’ya katılmak ya da sızma düzenlemek bir yana, oy desteği vermek bile anlamsızdır. Nitekim, Syriza’ya karşı bir alternatif güç oluşturma olanağı sekiz ay içinde doğmuştur bile. Britanya’da ise İşçi Partisi, sosyalist partilere göre ezici bir güce sahiptir. Üstelik Britanya’nın dar bölge tek turlu seçim sistemi, küçük partiler açısından Türkiye’deki yüzde 10 barajından bile daha katı bir baraj olarak iş görür. Bu, seçimlerde Corbyn’in başında olduğu İşçi Partisi’ne oy vermenin, kitlelerin önünü açmaya ve canlanmaları için uygun bir ortam oluşmasına katkıda bulunmanın anlamlı olacağını düşündürüyor. Buna karşılık, Britanya İşçi Partisi’ne geçmişten beri sayısız sosyalist grubun kısa veya uzun vadeli sızma harekâtları, belki bazı istisnalarla hep o partilerin kendilerinin de İşçi Partisi’ne benzemesiyle sonuçlanmıştır. İşçi Partisi kadar düzen partisi karakteri taşıyan bir partiye yalnızca işçilerle ve devrimci eğilimdeki gençlerle ilişki kurmak ve onları kazanmak için çok kısa vadeli olarak düzenlenecek bir sızma anlamlı olabilir. Verilecek karar, kararı veren partinin kendi somut koşullarının, büyüklüğünün, sınıf içindeki ağırlığının vb. türevi olacaktır. Soyut ve bütün partiler için geçerli bir formül bulmak söz konusu olamaz. Ama amaç ortadadır: Corbyn’in yükselişinin ardındaki dinamik olan kitlelerden kopmamak, onları devrim fikrine ve örgütüne kazanmak.

10) Sızma taktiğinin uygulanmadığı durumda mutlaka Corbyn güçleriyle ve partiyi kontrol edebildikleri ölçüde İşçi Partisi’yle birleşik işçi cephesi taktikleri temelinde ilişki kurmak gerekir. Corbyn’in hükümete, burjuvaziye veya emperyalizme karşı aldığı bütün anlamlı tavırlarda ayrı yürüdüğümüz durumlarda bile birlikte vurmaya çalışmak, hem doğru amaçlar için verilmekte olan mücadelenin güçlenmesine, hem de eylem içinde devrimcilerin reformistlere göre işçi sınıfının ve ezilenlerin haklarını daha iyi savunduğunu kanıtlamaya yarar. Unutulmamalıdır ki, esas düşmanımız Corbyn değildir. Corbyn’in reformizmi burjuvazinin ve emperyalizmin yenilgiye uğratılmasının önünde bir engel olduğu veya yakın gelecekte olacağı için karşıyızdır Corbyn’e. Şayet Üçüncü Dünya Devrimi döneminden geçiyorsak, kitleleri reformizmin elinden kurtarıp devrim saflarına kazanmak, aslında en büyük görevdir. Corbyn ve destekçileri ile kurulacak ilişkide belirleyici olan budur.

Önderliği reformizmin elinden alabilmek

11) Üçüncü Dünya Devrimi ile başladık, onunla bitirelim. Bu dalganın ilk evresinde hareketlerin, Mısır devrimi gibi tarihte görülen en güçlü devrimlerden birinin bile yenilgiye uğramasında, çeşitli faktörlerin yanı sıra, proletaryanın devrimci partisinin olmaması asli bir rol oynamıştır. Marksistler Corbyn’e de, Syriza’ya da, diğerlerine de böyle bir partinin kurulması ve işçi sınıfı ve geniş kitleler içinde kök salması ihtiyacını karşılama açısından bakarlar her şeyden önce. Örgütsüz insanlar gibi “aman ne güzel, şimdi ilericilik yapabiliriz, Corbyn’a destek verelim” diye yaklaşmazlar meseleye. Üçüncü Dünya Devrimi, şimdi soluklanma aşamasındadır. Kitlelerin öfkesi, devrimin durmasına engel oluyor. Ama devrimci patlamalarla ileri yürümenin de araçları hazır değil. Devrim dalgası şimdi kendini reformist partilerin ve önderliklerin yükselmesi aracılığıyla ifade ediyor. O önderliklerin kendisi ile mücadele ederek bu aşamada henüz çözümü onlarda arayan halk kitlelerini doğru taktiklerle devrimin partisine kazanmak. İşte devrimci Marksistlerin Üçüncü Dünya Devrimi’nin bu evresindeki yakıcı görevleri budur.

 


[1]Ekim devrimi ile açılan Birinci Dünya Devrimi dalgasından ve İkinci Dünya savaşı sonunda patlak veren (1943-51) İkinci Dünya Devrimi’nden sonra şimdi yeni bir uluslararası devrimci dalga doğmuştur. Devrimci İşçi Partisi, 2. Kongresi’nden itibaren 2011’de patlak veren Arap Devrimi ile başlayan, iniş ve çıkışlarla devam etmekle birlikte sürükleyici gücü Akdeniz devrimci havzasındaki devrim ve isyanlar olan yeni dönemi Üçüncü Dünya Devrimi olarak adlandırmaktadır. Kavramın yoksul, emperyalizme bağımlı ülkeleri anlatmak için kullanılan “Üçüncü Dünya” kavramıyla hiçbir ilişkisi yoktur.

[2]Tam bu noktada okur Türkçe’de yerleşmiş geleneksel terim olan İngiltere yerine ülkeyi neden Britanya olarak andığımızı sanırız anlayacaktır. Bu ülkeye İngiltere denmesi, (zaten bir sömürge olan Kuzey İrlanda’yı bir yana bıraksak bile) adalardaki iki ezilen ulusu, İskoçları ve Galler halkını görmezlikten gelmek demek olacaktır. “Türkiyeli” demeyi anlamlı buluyorsak, Britanya demenin önemini de kavrayabilmeliyiz.