İtalya’da ikinci cumhuriyetin sonu

4 Mart tarihinde gerçekleşen İtalyan seçimleri, son yıllarda birçok ülkede yaşandığı üzere anketlerden çok farklı bir sonuç vererek, Avrupa’da bir şok etkisi yarattı. Fransa’da Le Pen’in, Hollanda’da ise Geert Wilders’in Özgürlük Partisi’nin çıtayı çok yükseğe yerleştirdikten sonra beklentilere cevap vermeyen sonuçlarından sonra Avrupa’da merkez siyasetin gerileyip faşist ve ön-faşist partilerin yükseldiği dönemin sona erdiğini ve normalleşme sürecinin başladığını vaaz eden burjuvazinin kalemşörleri, şimdi İtalya’daki sarsıntıyı açıklamaya çalışıyor.

Geleneksel yapının sarsıntısı

2018 seçiminin ortaya çıkardığı duruma geçmeden evvel, daha doğrusu bu durumu açıklayabilmek için, İtalyan siyasetine dair birkaç veriyle başlayalım. İkinci Dünya Savaşı sonrası, (sosyal demokrat Sosyalist Parti’nin 80’lerdeki kısa süren yükselişi dışında) temel olarak İtalyan Komünist Partisi ile Hıristiyan Demokratlar arasındaki rekabet üzerinden yürüyen İtalyan siyaseti, doksanların başında işçi devletlerinin yıkılması ile yaşanan karşı-devrim süreci neticesinde İtalyan Komünist Partisi’nin siyaset sahnesinden çekilmesi, Hristiyan Demokratların, Sosyalist Parti’nin ve diğer patron partilerinin ise “temiz eller” diye anılan ve mafya-yolsuzluk-siyaset ilişkilerini ortaya döken soruşturmalar neticesinde feshedilmesi ile çehre değiştirmişti. İkinci Cumhuriyet adıyla anılan bu yeni dönemde yaklaşık çeyrek asır boyunca İtalyan parlamenter siyasetinin temel eksenini Berlusconi’nin sağ partileri ile Demokrat Parti (PD) adındaki, bizdeki CHP ile kıyaslanabilecek düzen solu partisinin rekabeti belirlemişti. Siyasetin bu iki güç etrafında dönmesi 2000’li yıllarda öylesi bir noktaya ulaşmıştı ki, 2006 seçimlerinde Berlusconi ile PD’nin adayı Prodi (başka partilerle kurdukları ittifaklar temelinde) toplamda oyların yüzde 99,55’ini alıyordu!

Gitgide sağlamlaşırmış gibi görünen iki patron partisi arasındaki bu Amerikanvari çift partili sistem, 2008 yılında başlayan üçüncü büyük buhranla beraber önemli bir aşınma sürecine girdi. Berlusconi’nin zaman zaman koalisyon ortağı olan ön-faşist Lega Nord (Kuzey Birliği, adını şimdi yalnızca Lega’ya, yani Birlik’e çevirmiş bulunuyor) ve 2012’de kurulan Fratelli d’Italia (İtalya Kardeşleri) partileri yavaş fakat kesintisiz ilerleyen bir büyüme yaşarken, eski bir televizyon yıldızı olan Beppe Grillo’nun kurduğu Beş Yıldız Hareketi (İtalyanca’da kullanılan kısaltma ile M5S) hızla kitle desteği kazanarak, İtalyan siyasetinin hatırı sayılır büyüklükteki aktörlerinden biri haline geldi.

4 Mart seçimlerinde ortaya çıkan tablo ise ikinci cumhuriyetin yıpranma sürecinin sona erip, çöküş sürecinin başladığını gösteriyor. Seçim öncesi anketler, PD ile Beş Yıldız’ın en çok oyu alan parti olmak için yarıştığını, Berlusconi’nin partisi Forza Italia (Haydi İtalya) ile yukarıda bahsettiğimiz iki partinin kurduğu ittifakın ise seçimden  birinci çıkacağını öngörüyordu. Berlusconi’nin koalisyonu seçimde ilk sırayı aldı almasına, ne var ki yıllarca Berlusconi’nin küçük ortaklığını yapmış olan Lega ve lideri Matteo Salvini, Berlusconi’yi açık farkla geride bıraktı. Sırf başında Berlusconi bulunduğu için, hatalı biçimde bu ittifakı “merkez sağ” olarak adlandıran İtalyan burjuva basını da, merkez sağın yeni lideri olarak ırkçı, mülteci düşmanı, ön-faşist Salvini’yi ilan etmek durumunda kaldı! Yaşadığı bu hezimetin, Salvini’nin, Berlusconi’nin siyasi kariyerinin sonu olması muhtemel.

En büyük sürpriz ise PD ile başa baş gelmesi beklenen Beş Yıldız Hareketi’nin, büyük bir patlama yaparak, seçimlerde açık ara en büyük parti haline gelmesi oldu. Oldukça eklektik bir çizgiye sahip olan bu parti, gitgide ılımlı hale gelen bir Avrupa Birliği karşıtlığı, tam tersine sertleşen bir mülteci karşıtlığı, vatandaşlık ücreti, birkaç yıl önce getirilen ve işçi sınıfının birçok kazanımını elinden almış olan “Jobs Act” isimli iş yasasının ilgası ve sendikaların feshedilmesi gibi beş benzemezi seçim programında topluyor. Bu programı, “ne sağcıyız ne solcuyuz” söylemi ve kitleler gözündeki kredisini çoktan tüketmiş olan İkinci Cumhuriyet partilerine karşı galiz bir küfür dilinin etrafında yürüttükleri bir kampanyayla birleştiren Beş Yıldız, başbakanlığa 31 yaşında olan Luigi Di Maio’yu aday göstererek, seçim boyunca değişimin ve yenilenmenin temsilcisi olduğunu anlattı. Bu bağlamda girdiği seçimlerde, PD’nin yüzde 18’lik oyuna karşı yaklaşık yüzde 33 oy olan Beş Yıldız, tek başına çoğunluğu sağlamayı başaramasa da, kendisi olmadan hükümet kurulmasını fiili olarak imkânsız hale getiren (matematiksel olarak bunun mümkün olduğu tek olasılık, Beş Yıldız dışında parlamentodaki bütün büyük partilerin koalisyon yapması şeklinde) bir oy oranına ulaştı. Dahası, İtalya’nın tarihsel olarak daha az gelişmiş güney şehirlerinde, özellikle de bu şehirlerin en yoksul olanlarında ve bu şehirlerde yaşayan gençler arasında, Beş Yıldız neredeyse tulum çıkarttı!

Beş Yıldız güney şehirlerini kendi arkasında toplarken, ön-faşist Lega ise, Fransa’daki Le Pen ve Front National’in (Ulusal Cephe) yaptığına benzer bir şekilde İtalyan işçilerinin sorunlarını gündemine alan fakat çözüm olarak patronlara değil göçmen işçilere karşı mücadeleyi öneren bir programla Kuzey şehirlerinin büyük çoğunluğundan birinci parti olarak çıktı. Bu durumda, 2016 güzünde yaşadığı referandum yenilgisine kadar “milletin partisi” olma yolunda olduğunu iddia eden PD, yalnızca İtalya’nın merkezindeki Toskana-Emilo Romagna-Umbria hattında belli şehirlerden birinci çıkabildi. Tarihsel olarak İtalyan kızıl kuşağını oluşturan bu hattın, günümüzde İtalya’nın en az işçileşmiş ve en hali vakti yerinde bölgeleri arasında olduğunu belirtelim. Oluşan bu siyasi tabloda Güneyi ele geçiren Beş Yıldız ile Kuzeyi ele geçiren Kuzey Ligi’nin oluşturacağı bir koalisyon hükümetine yönelik çağrılar artıyor. Yani bir İtalyan yazarın da muzipçe ifade ettiği üzere, Gramsci’nin neredeyse bir yüzyıl önce formüle ettiği proleter Kuzey-köylü Güney ittifakı, devrimcilerin liderliğinde değil, bu sefer iki milliyetçi ve gerici partinin liderliğinde gerçekleşme yolunda!

Ön-faşistler ve has faşistler

Mutlaka dikkat çekilmesi gereken bir diğer veri ise, seçimlerde ön-faşist partilerin yükselişinin yanı sıra, açıkça faşist olan partilerin ilerlemesi ve devrimci solun gerilemesi. Gerçek gazetesinde çıkan bir başka yazıda da belirtildiği üzere, bugün İtalyan siyaseti üzerinde kayda değer bir etkisi bulunan iki faşist parti bulunuyor. Bunlardan ilki olan CasaPound (Faşist şair Ezra Pound’a referasla “Pound Ocağı”) seçimlere tek başına girerken, bir diğeri olan Forza Nuova (Yeni Güç) daha küçük bir faşist partiyle ittifak içerisinde Italia agli Italiani (İtalya İtalyanlarındır) listesiyle seçime girdi. Seçimler öncesi bıçaklı saldırılardan, dernek kundaklamaya ve bizim coğrafyamızda çok iyi tanıdığımız bir metodu kullanarak anti-faşist militanların evlerini işaretlemeye kadar birçok agresif ve militan eylem yapan bu güçlerin, yüzde 3’lük seçim barajını geçememesi hatta bu eşiğe yaklaşamaması, İtalyan liberalleri ve liberal solunca, “şiddet eylemlerinin İtalyan halkınca reddedilmesi” olarak sevinç çığlıklarıyla karşılandı. Ne var ki bu partilerin barajı aşamamış olması kimseyi kandırmamalı, felakete varan sonuçları olacak bir rehavete sürüklememelidir. Bu güçlerden Italia agli Italiani, 2013 seçimlerindeki 120 bin civarındaki oyunu korurken, İtalyan faşizminin en radikal ve en militan kanadını oluşturan CasaPound oylarını 47 binden 310 bine çıkartmıştır. Yani yüzde 550’yi aşan bir yükseliş! Bu sonuçlara son haftalardaki şiddet eylemlerinin etkisinin ne yönde olduğunu bu aşamada ve bizim elimizdeki verilerle kestirmek oldukça güç. Belli kesimlerin oyu, şiddet eylemlerini fazla radikal buldukları için faşist örgütlerden ön-faşist Lega’ya kaymış olabilir yahut bu militan süreç CasaPound’un yaşadığı oy artışına katkıda bulunmuş olabilir. Fakat her halükârda, silahlanmaktan geri durmayan bir faşist örgütün oyunu beş katından fazla arttırmasını faşizmin yenilgisi olarak kutlayan ya halkı aldatmaya çalışır ya kendini.

Komünistler ve sosyalistler

Devrimci sol ise seçimden önemli bir gerileme ve hatta yenilgi yaşayarak çıkıyor. İtalya devrimci solunun en büyük partisi olan PCL (Komünist İşçi Partisi), tek başına katıldığı 2013 seçimlerinde, büyük bir başarı sayılamayacak olsa da kayda değer bir seviyeye ulaşarak 90 bin kadar oy almıştı. Aynı parti, bir başka devrimci Marksist örgütle ittifak kurarak girdiği bu seçimde ise, oylarının üçte ikisini kaybederek, 30 binin altında oy alabildi. Daha vahimi ise, 2013 seçimlerinde bu partinin oyları faşist Forza Nuova’nın biraz üzerinde, Casapound’un ise hemen hemen iki katıyken, bu seçimlerde faşist örgütler PCL’den katbekat fazla oy almış durumdalar. PD’nin solunda bulunan çeşitli reformist sol partiler ise, PCL’den daha fazla oy almakla birlikte 2013 seçimlerine kıyasla kayda değer bir gerileme yaşadı.

Solun yaşadığı bu oy kaybını açıklayan temel faktör, İkinci Cumhuriyet’in düzen partileriyle kopuş isteyen kitlelerin, büyük bir oranda her türden siyasi tatminsizliğe hitap etmeye çalışan Beş Yıldız Hareketi’ne yönelmesi. Bu tespiti yapmakla beraber, Beş Yıldız’ın hükümet olduğu şartlarda, hızla kitlelerde hayal kırıklığı yaratmasının ve bu enerjinin başka kanallara yönelmesinin muhtemel olduğunun altını çizmek lazım. Bunu düşündüren temel iki sebep, önceki yerel seçimlerde Beş Yıldız adaylarının belediyeleri kazandığı Torino ve Roma gibi büyük şehirlerde bu partinin kısa sürede hayal kırıklığı yaratarak nispi bir gerileme yaşaması ve seçim sürecinde Di Maio’nun gitgide daha ılımlı bir dil tutturarak, özel olarak İtalyan burjuvazisine genel olarak da Avrupa burjuvazisine güvence vermeye girişmesi. Teşbihte hata olmaz, bu açıdan Di Maio’nun yapmaya çalıştığı, Brezilya’da İşçi Partisi’nin (PT) iktidara gelmesinden önce (PT’nin bir işçi partisi olarak kurulduğunu ve Beş Yıldız’ın hiçbir zaman böyle bir nitelik taşımadığını hiçbir zaman unutmadan) Lula’nın neoliberalizme güvence vermeye girişmesine benzetilebilir. Avrupa Birliği başkentlerinde yapılan toplantılarda verilen güvencelerin ve partinin içindeki daha radikal isimlerin tasfiyesinin burjuvaziyi rahatlattığı da seçim sonrası Fiat yöneticisi Sergio Marchionne’den İtalyan TÜSİAD’ı Confindustria’nın Başkanı Vincenzo Boccia’ya kadar çeşitli isimlerin Beş Yıldız’a duydukları güveni dile getirmesinde görülebilir.

Dolayısıyla bu hoşnutsuzluğun Beş Yıldızı da aşarak, başka ve muhtemelen parlamento dışı kanallara kayması beklenebilir. Gerekli olan, seçim sonuçları yüzünden cevahiri karartmadan, İtalyan siyasetinin geleceğinin belirleneceği alanlarda, yani Roma’nın yoksul mahallelerinde, Torino’nun sanayi havzalarında ya da Napoli varoşlarında, bu memnuniyetsizliği sınıf ekseninde örgütleyecek alternatifi yaratmaktır. Seçimden oylarını katlayarak çıkan CasaPound’un lideri Simone di Stefano, seçim sonuçları gelir gelmez yaptığı açıklamada, parlamentoya girmemelerini önemsemeksizin, varoşlarda yürüttükleri çalışmaya geri döneceklerini açıkladı. Yani bu işi yapmayı İtalyan devrimci solu başaramadığı takdirde, faşizm sıranın kendisine gelmesini bekliyor.          Bu kitleleri kazanmak için verilen mücadeleden kimin zaferle çıkacağı, İtalyan siyasetinin geleceğini de belirleyecektir.