İklim değişikliği (6): Yüz karası değil, kömür karası, böyle kazanılır ekmek parası

Yüz karası değil, kömür karası, böyle kazanılır ekmek parası

Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası

Orhan Veli

Orhan Veli, o sıcak, sevimli, kısmetsiz işçi dostu şairimiz böyle demiş. “Siyah akar Zonguldağın deresi.” Adam Smith’in Britanya’sında böyle o kadar çok coğrafya var ki. İngiltere’nin Yorkshire bölgesini ziyaret eden görür: York şehrinde bulunan Gotik dönemi kilise mimarisinin şaheseri York Minster’ı kuşatan kapanmış maden ocakları, bölgenin sefaletinin simgesi haline gelmiştir. Britanya’nın en az tanınan ulusu Galler’i ziyaret ederseniz, bölgenin başkenti Cardiff’in çevresinde toprağın kendisinin kömür olmuş olduğunu görürsünüz. Siyah olan, akan bir dere değildir. Üzerine bastığınız topraktır. Ki ne çok iş cinayeti şühedası fışkıracaktır o toprağı sıksanız! İşte modern çağın kapitalist sanayileşmesi bu işçi sınıfı şehitleri sayesinde olmuş, Britanya’nın zenginliği böyle elde edilmiştir. Bunu Fransa’nın Emile Zola’nın Germinal romanında anlattığı Kuzey bölgesindeki kömür madenlerinin işçilerinin kendi ülkelerinin zenginliğine katkısı izlemiştir. Amerika’da West Virginia’nın, Almanya’da Ruhr’un kömür işçileri, o ülkelerin zenginliğinin elle tutulur bir gerçek haline gelmesi yolunda vazgeçilmez bir rol üstlenmişlerdir. Firavun Mısır’ında köleler birer Herkül gibi dev taş parçalarını yükseklere taşıyarak piramitler inşa etmişti; kömür işçileri, tersine, arzın merkezine doğru inmiş, bazen yaşayan ölüler gibi kendi mezarlarını kazmıştır. Ama şimdi bütün dünya, modern çağın ilk büyük zenginleşme süreçlerinin en ağır yükünü taşımış olan bu madencilere en ufak bir gönül borcu ifade etmeden sırtını çeviriyor. Fosil yakıtların hepsinin en zehirlisi kömür, her yerde baş düşman ilan ediliyor. Madenciler de mi düşman?

Kömür madeni işçilerinin henüz tasfiye edilmemiş olduğu ülkelerde bu madencileri bekleyen gelecek acılarla dolu olacak. İklim değişikliği politikaları kapitalist sınıfa ve devletlere bırakılacak olursa bütün kapitalist ülkelerde yoksul emekçileri bekleyen geleceğin yoğunlaşmış bir ifadesi bu. Öyleyse, genelden başlayalım, özele (kömüre) sonra geçelim.

Öteki Glasgow

Bu yazı dizisinin başlarında, COP 26’nın Glasgow’unun Adam Smith’in Glasgow’unun mirasçısı olduğunu, COP 26’nın boğuştuğu kirliliğin Smith dönemi kapitalizmi ile başladığını vurgulamıştık. Bu tarihin bugüne hiç izi kalmamış olması mümkün mü? Elbette değil. İtalyan Il Manifesto gazetesi bugünün işçi sınıfı Glagow’unun COP 26 karşısındaki tutumunu şöyle anlatıyor.

“Govan bölgesinin mahalle kilisesi bu toplantı vesilesiyle Just Transition Hub [Adil Geçiş Merkezi] haline gelmiş. Gün boyunca sendikalar ve sivil toplum adil bir geçiş için fikirlerini ve vizyonlarını paylaşıyorlar. Not just a transition, but a just transition” [yani “Yalnızca geçiş değil, adil bir geçiş”] sendikaların ve hareketlerin sahip çıktıkları bir slogan. Govan bölgesi on yıllar boyunca Glasgow işçi sınıfının kalbi olagelmiş. Ancak, sanayisizleşme, önce madenlerin, ardından tersanelerin kapanmasına yol açarak bölgeyi şehrin en yoksul yerlerinden biri haline getirmiş, erkeklerin ortalama hayat beklentisini daha varlıklı semtlerin insanlarının ortalamasının 17 yıl gerisine düşürmüştü. Bu veri, İskoçya’da eşitsizlik konusunda ne çok şey söylüyor.

“Günün çalışmasını TUED adlı kuruluşun (Trade Unions for Energy Democracy-Enerji Demokrasisi Uğrunda Çalışan Sendikalar) koordinatörü olan Sam Sweeney açtı. Sweeney yeşil ekonomi olarak anılan neoliberal paradigmaya taarruz ederek başladı. Siyasi alternatif plan olarak enerji sisteminin elektrik şirketlerinin yeniden kamulaştırılması yoluyla demokratikleştirilmesi gerektiğini ileri sürdü. …

“İşçilerin bir sektörden başka bir sektöre geçişlerini daha da zor kılan, yeni beceriler edinmelerini sağlayacak olan eğitim kurslarına kendi ceplerinden yılda 2.000 avro ödemek zorunda kalmaları. Bir işçi bunun gerçek bir para sızdırma olduğunu belirtiyor. Pandemi Kuzey Denizi’nin petrol alanları üzerinde çok ağır bir etki yaratmış, 30 bin iş alanının yok olmasına yol açmış. Çok açık ki, burada İskoçya’da iklim adaleti ile sosyal adaleti birbirinden ayırmak mümkün değil.”

Yoksul İskoçların zor yaşamlarından hareketle iki kavramı kafamıza nakşedelim. Biri, iş değiştirmenin ağır maliyeti. Öteki “iklim adaleti” deyip durmanın yeterli olmadığı, toplumsal adaletin de göz önüne alınmasının zorunluluğu. Yaşasın İskoç sınıf kardeşlerimiz. Bize yolu gösteriyorlar!

Sarı Yelekliler kravatlılara karşı (Fransa)

Okurlarımız hatırlayacaktır. Fransa 2018 yılı boyunca her Cumartesi Sarı Yelekliler hareketinin sokaklara çıkmasıyla sarsıldı. Cumhurbaşkanı Macron çok ağır polisiye yöntemlere başvurdu. Ama sarı Yeleklileri ancak Covid-19 pandemisi durdurdu. Bugün Fransa iklim değişikliği sorununu tartışırken aynı toplumsal bölünme karşısında kıvranıyor. Zira Sarı Yeleklileri harekete geçiren tam da iklim değişikliği ile mücadele bağlamında Macron hükümetinin benzine ve mazota uygulamaya karar verdiği özel akaryakıt vergisiydi.

Sarı Yeleklilerin sınıf bileşimi geleneksel olarak toplumsal mücadelelerin başını çeken büyük ölçekli işletmelerde çalışan işçi sınıfı değildi. Ekmek kapısını Paris’te veya başka şehirlerde bulduğu halde bu kentlerin uzak çeperinde veya yarı-kırsal bölgelerde oturan, küçük işletmelerde çalıştığı için işçi servislerinden yararlanamayan, kamu taşımacılığının zayıflığı dolayısıyla işe kendi arabasıyla gitmek zorunda kalan işçilerden ve aynı konumda olan küçük işletme sahiplerinden oluşuyordu. Benzine ve mazota uygulanan ek vergi bunları fena halde vuruyordu.

Hareket verginin kaldırılmasını sağlamayı başardı ama polis baskısı ve pandemi hareketin sönümlenmesine yol açtı. Ancak hareketi ateşleyen çelişkiler hâlâ devam ediyor. Şimdi artık sorunu genelleştirmek mümkün: İklim değişikliği konusunda alınan bazı tür önlemler ile emekçi ve yoksul toplumsal sınıfların çıkar ve ihtiyaçları arasında çok ciddi çelişkiler mevcut.

Üstelik pandeminin yarattığı ekonomik konjonktürde ortaya çıkan bazı sonuçlar da bu çelişkiyi derinleştiriyor. Son dönemde Fransa’da hane halkı doğal gaz harcamaları yüzde 12’den fazla artmış durumda. Hükümet gaz fiyatlarını altı ay boyunca dondurdu. Neden? Zira altı ay sonra cumhurbaşkanı seçimi yapılacak, ardından da parlamento yenilenecek! Üstelik hükümet “en zor durumda” olan 6 milyon insana gelecek ay 115 avro tutarında bir “enerji çeki” yollayacak. Daha da çarpıcı olarak “enflasyon telafisi” amacıyla ayda 2.130 avrodan az kazanan 38 milyon kişiye yine aynı miktarda birer çek yollanacak. Bunun ardında ise benzine yapılan zamlar yatıyor. İroniye bakın! İklim değişikliğine karşı benzin fiyatlarını arttırmak mubah. Ama seçim olduğu için benzin fiyatlarının artışını telafi etmek üzere halka para dağıtmak da mubah! Üç yıl önce benzin fiyatlarındaki artış dolayısıyla coplattığı insanlara şimdi yine benzin fiyatlarındaki artış dolayısıyla havadan para ödüyor Macron!

Öte yandan, Fransa da başka zengin ülkeler gibi elektrikli otomobillere geçmeyi önüne koymuş bulunuyor. Ama kent çeperlerinde ve yarı-kırsal yörelerde yaşayan halkın gözünde “elektrikli araba zenginler için”. Bakın, Paris’in sadece 100 kilometre ötesindeki bir yarı-kırsal bölgede yaşayan, geçmişte sayısız Sarı Yelekliler eylemi örgütlemiş bir kadın durumu nasıl niteliyor:

“Elektrikli arabaya geçenler zenginler, burada ne olup bittiğinden habersiz insanlar bunlar. …

“Asıl enerji sorunu aşırı tüketim iken, insanları buraya cezbeden bir peyzajı mahvetmek neden? Buranın yerlisi insanlara kimse fikrini sormuyor, belediye başkanları bile bu çirkin [rüzgâr] türbinlerin[in] yapımını durduramıyor.”

Kimilerinin “cahil bir köylü kadın” diye küçümseyeceği bu insan sorunun en önemli ama görmezlikten gelinen bir yönünü ne güzel dile getirmiş: Asıl enerji sorunu aşırı tüketim iken…

Sarı Yelekliler korkusu (Avrupa ve dünya)

“İspanya’da yüksek enerji faturalarına karşı gürültülü gösteriler. Yunanistan’da kömür madenleri kapanırken toplumsal koruma talepleri. Fransa’nın kırsal alanlarında ve küçük kasabalarında yükselen benzin fiyatlarına karşı yeni protestolar.”

Böyle yazıyor bir gazeteci Avrupa’daki tabloyu aktarırken. İspanya’da son aylarda elektrik fiyatları öylesine yükseldi ki, bazı kentlerde göstericiler elektrik şirketlerinin binalarına saldırdı, camları tuzla buz etti. Birçok yerde binlerce yoksul aile faturalarını ödeyemediği için elektriksiz yaşıyor! Tevekkeli değil, 30 bin metal işçisi Endülüs’te grev ilan ettikten iki gün sonra Cádiz kentinin merkezindeki meydanlarda lastik değil koskoca otomobilleri yaktı!

İtalya’da Avrupacı-küreselci burjuvazinin son umudu gibi duran Başbakan Mario Draghi, yoksullara destek için 3 milyar avroluk bir paket açıklamış bulunuyor. Yunanistan’da ise hükümet karbon ticaretinden kazandığı parayı (paranın kaynağının reklamını yapmayı da unutmaksızın) yoksulların öfkesini yatıştırmak üzere hane halkına enerji sübvansiyonu olarak ödüyor.

Uluslararası Çalışma Bürosu’nun (ILO) başkanı Guy Ryder, çok ilerici olduğu için değil, devlet ve kapitalistlerin yanı sıra sendikaların da içinde yer aldığı bir örgütün başında olduğu, yani işçi sınıfının dünyasını iyi tanıdığı için iklim değişikliği hakkında şöyle demiş: “İnsanlar dünyanın sonunu düşünmeden önce ayın sonunu düşünmek zorunda. Şayet hükümetler enerji geçiş politikalarının içine işgücü piyasasında doğacak sonuçlara, toplumun ödemek zorunda kalacağı bedellere, adalet anlayışına yer vermezlerse, halk iklim konusunda alınacak tedbirlere destek vermekten kaçınacaktır.”

Doğru söze ne denir? Aşağıda kömür meselesini tartıştığımızda okur bu demeci ve özellikle “işgücü piyasasında doğacak sonuçlar” ifadesini unutmasın.

Amerika’da ise durum şu: Senato’da sandalyeler iki büyük parti arasında 50-50 dağıldığı için tekil senatörlerin gücü çok yüksek. Biden’ın partisi Demokrat Parti’nin Kyrsten Sinema adında Arizona’dan seçilmiş bir kadın senatörü zenginlerden vergi alınmasını engelliyor, bu yazı dizisinde zaten tanışmış olduğumuz kömür üreticisi eyalet West Virginia senatörü Manchin ise kömürden vazgeçilmesini. Biden’ın yardımcıları ve danışmanları bu ikili soruna tek bir politikayla yanıt vermeyi öneriyor: fosil yakıtlar üzerinde genel bir vergi. Yani bir Sarı Yelekliler vergisi! Ama Biden yıllık geliri 400 bin dolardan az olan kesimlere ek vergi getirmeme konusunu bir ilke sorunu yapmış durumda. Neden? Çünkü bunun işçi sınıfını ve yoksulları zaten gittikçe daha fazla Trump’a yitirmiş bir Demokrat Parti’nin 2022 ara seçimlerinde ve 2024 başkanlık seçiminde kendisinin ve partisinin felaketi olacağını düşünüyor. Yani Avrupa gibi ABD’de de halk duyargalarını açmış, iklim değişikliğinin yarattığı korkunç durumdan kurtulma uğruna hâkim sınıfların kendisine bedel ödetmek için ne tedbir alacağı konusunda pürdikkat.

Çocuklar yaşlılara karşı (mı?): Yeni bir “kimlik” yaratmak

Bu yazı dizisine “küçük çocuklar korosu” konusunda bir eleştiri ile başlamıştık. İtirazımız elbette gencecik insanların çevre ve iklim değişikliği mücadelesine katılmasına veya önderlik etmesine değildi. Bunu tam tersine olumlu buluyoruz. Bir şikâyetimiz olacaksa o da dünyamızın sorunlarının iklim değişikliğinden ibaret olmadığı, insanlık sömürüden yoksulluğa, faşizmden savaşlara, kadınlara karşı şiddetten halkların ezilmesine kadar sayısız sorunla boğuştuğuna göre gençlerin hatta çocuk yaşta öğrencilerin o sorunlara da sahip çıkarak eylemlerinde bunlara da yer vermemesinden dolayı olur.

“Küçük çocuklar korosu” derken iki eleştiri yapıyoruz: Birincisi, iklim değişikliği karşısında başta Greta Thunberg’in ve şimdi yanına eklenen Ugandalı genç kadının devamlı “eski kuşaklar bizi yüzüstü bırakıyor” gibi bıktırıcı bir söylem tutturarak, bu “eski kuşaklar”ın, özellikle de “liderlerimiz”in neden böyle davrandığı sorusunu hiç kendilerine sormamaları, devamlı ebeveyninden bir şeyler isteyen şımarık çocuk tonunu benimsemeleridir. Onların söylemi, işin sınıfsal, ekonomik, emperyalist sisteme ilişkin boyutlarını halkların gözünden gizliyor. Fransız köylü kadının gayet iyi kavradığı gerçeklerin gizlenmesine yol açıyor.

İkinci eleştiriyi bu yazı dizisinde ilk kez burada dile getireceğiz: Thunberg’in önderliğinde başlayan “Fridays for Future” (Gelecek İçin Cuma Günleri) eylemleri giderek iklim değişikliği meselesini yeni bir bölünme ekseninde ele almanın mazereti haline getiriliyor. Şimdilerde yeni bir moda, dünyanın çeşitli ülkelerindeki çocukları bir araya getirerek çevre ve iklim değişikliği konularında duyarlı davranmayan hükümetler aleyhinde çeşitli insan hakları mahkemelerinde dava açmak, uluslararası komisyonlara dilekçe vermek vb. Bu eğilimin gelişeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Oysa bu saçma bir yöntemdir. İnsan hakları hukuku, burjuva hukukunun tamamı gibi renk körüdür. İklim değişikliği konusunda birbirine eşit olmayan sorumluluk düzeyine sahip, dolayısıyla çok farklı düzeylerde önlemler alması gereken ülkelere sanki eşit hukuki sorumluluğa sahipmiş gibi dava açmak, emperyalist ülkelerin lehine, emperyalizm bağımlı daha yoksul ülkelerin aleyhine bir tutum benimsemek anlamına gelir.

Bu davaların çocuklara açtırılması ise aynen “Fridays for Future” hareketi gibi yeni bir bölünme yaratma yolunda bir manipülasyondur. Böylece emperyalistler ile eski sömürge ülkeler, zengin ülkeler ile yoksullar, kapitalist sınıfla işçiler arasında bu alanda da var olan özgül karşıtlıkların yerini bir yeni “kimlik” çatışmasının alması isteniyor: Çocuklar yaşlılara karşı çıkartılıyor. Yaşlı köylü kadın haksız ilan edilmiş, Greta Thunberg gibi Atlas Okyanusu’nu yelkenli yatla aşması sağlanan, varlıklı bir aileden, korunaklı bir hayattan gelen çocuk ise mağdur konumuna yerleştirilmiş oluyor. Kimlik politikası insanlığın başına beladır. Şimdi yeni bir bela yaratılıyor!

“Türkiye cesur olmalı” imiş…

Cumhuriyet gazetesi Batı dünyasında hangi düşünce akımı moda ise ona büyük değer verir, zira “muasır medeniyet seviyesi” (“çağdaş uygarlık düzeyi”) bize oradan gelecektir. Son yıllarda çevreciliği de böyle kucakladı, sadece iklim değişikliği ve çevre kirliliği sorunları üzerinde durmakla yetinmedi, çevreci köşe yazarları edindi, hatta bir köşe yazarı bir “türcülük” eleştiricisi olarak sivrildi.

Çevre ve iklim değişikliği ile ilgilenmek hayırlı bir şeydir, ama yerli yerine yerleştirilmesi koşuluyla. Bu insanlar Batı’dan gelen her şeyi eleştirisiz kabul etme alışkanlığı içinde iklim değişikliği konusunda da, özellikle Avrupalılar için, “onlar ne derse doğrudur” diye düşünür. Nitekim gazete Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) İklim Değişikliği Kıdemli Uzmanı Dr. Ümit Şahin ile görüşmüş. Bunda bir şey yok, gazeteciler her konunun uzmanı ile görüşür. Üstelik uzmanımız Glasgow COP 26 toplantısını da izliyormuş. Gazete görüşmenin özetini şöyle aktarıyor okuruna:

“Türkiye, iklim kriziyle mücadelede hayati önem taşıyan Paris İklim Anlaşması’nı, imzalandıktan beş yıl sonra Meclis’te onaylamasının ardından Glasgow’da düzenlenen 2021 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’na (COP26) bir heyetle katıldı. Konferansta çok sayıda ülke ve kuruluş tarafından kömürden çıkışa dair en kapsamlı taahhütlerden biri verildi. Ancak Türkiye’nin bu ülkelerin arasında yer almaması dikkat çekti. Zirveyi takip eden Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) İklim Değişikliği Kıdemli Uzmanı Dr. Ümit Şahin, ‘Şu an burada sadece kömür açıklaması konuşulurken Türkiye’nin bunun tarafı olmaması ve çekingen davranması henüz aktif iklim politikası yapma konusunda Türkiye’nin alacağı çok yol olduğunu gösteriyor. Türkiye cesur olmalı’ dedi.”

Gazete, “Türkiye cesur olmalı” yargısını başlığa çıkarmış. İşte ilginç olan bu. Sabancı Üniversitesi uzmanı Türkiye’nin kömürden hızla çıkmasını önerebilir. Cumhuriyet gazetesinin bunu başlığa çıkaracak kadar benimsemesi, işte bu, AB taraftarı, “çağdaş uygarlık” düşkünü, Batı’da moda olan tarafta bulunmaya meraklı kadroların yarın AKP iktidardan düşer de bunlar hasbelkader başa geçerlerse ülkeyi nasıl yöneteceklerini göstermek bakımından çok anlamlıdır.

Kömürün geleceği

Uzmanımızı dinleyecek olsanız zannedersiniz ki bütün dünya hızla kömürden uzaklaşıyor. Kendisi bu konuda uzman olduğuna göre durumu bizden daha iyi bilmeliydi. Tablo bütünüyle farklı.

Dünyanın kişi başına en yüksek sera gazı üreticilerinden biri olan Avustralya kömürden şimdilik vazgeçmeyeceğini açıklamış bulunuyor. Brezilya önümüzdeki 30 yıl boyunca kömür yakmaya devam edeceğini söylemekten kaçınmıyor. Hindistan en az önümüzdeki on yıl boyunca kömürü “enerji sektörünün merkezinde muhafaza edeceğini” ortaya koyan yeni hedefler açıkladı. Çin şu anda ülke içinde 227 gigavat yeni kömür kapasitesi kurmaya hazırlanıyor. Bu miktar Almanya’nın kurulu kapasitesinin altı katını oluşturuyor.

Bunlar kömürden, uzmanımızın kullandığı terimi kullanırsak “hızla çıkmaya” niyeti olmadığını açık açık dile getiren ülkeler. Bir de ABD gibi uzmanımızın sözünü ettiği “kömürden çıkışa dair en kapsamlı taahhütlerden birini” veren çok sayıda ülke ve kuruluştan bir örnek alalım. Bu dizinin bir önceki yazısında Manchin sendromu adını verdiğimiz durumun ABD’nin kömürden çıkışını nasıl da zorlaştırdığını matematik kesinlikle ortaya koyduk. 2024’te Trump geri gelecek olursa ABD’nin iklim konusuna bütünüyle sırt çevirecek olmasının sözünü şimdilik etmiyoruz!

Saydığımız ülkelerin nüfusunu toplamak ister misiniz? Çin ve Hindistan zaten birlikte üç milyar. Brezilya 210 milyon. Avustralya da 25 milyon. Buna ABD’nin 325 milyonunu ekleyin. Rusya gibi ülkelerin kömür konusunda hiçbir acelesi olmadığını da hesaplarsanız, dünya nüfusunun yarısının yaşadığı ülkelerin bir süre daha kömürde kalacağı açıkça ortaya çıkar! Türkiye neden özel olarak cesur olmalı?

Buradaki “cesaret” kavramı aslında kilit önem taşıyor. Belli ki kömürden çıkmak “cesaret” işi. Neden dersiniz? Bunu Güney Afrika vak’asına kısaca değinerek anlayalım. Önce Güney Afrika’nın hem Afrika kıtasında hem de daha genel olarak dünyada emperyalist sistem için bir vitrin niteliği taşıyan bir ülke olduğunu hatırlatalım. Çok güçlü maden (en başta altın) sektörüyle, Kara Afrika’nın en gelişkin sanayisiyle, eşine ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde rastlanan güçlü finans kapital burjuvazisi ile Güney Afrika, emperyalist sistemin Afrika’nın bütünü karşısında göz bebeğidir. Ne var ki, madalyonun öteki yüzünde bu ülke işçi sınıfının çok güçlü mücadele geleneklerine sahip olduğu gerçeği yatar. 1980’li yıllarda kurulmuş sendika konfederasyonu COSATU Mandela ile birlikte düzenle bütünleşmiştir ama içindeki en güçlü sendika olan NUMSA (metal ve maden işçileri sendikası) bu düzen sendikacılığından koparak SAFTU adlı sınıf mücadeleci sendika konfederasyonunu kurmuştur.

İşte bu ilginç ve çelişik tablo, emperyalistlere anlaşılan Güney Afrika’da bir deney yapma fikrini telkin etmiştir. Glasgow’un hemen ikinci gününde, 2 Kasım günü ABD, Almanya, Britanya, Fransa ve Avrupa Birliği birlikte, karbon salımında dünyada 12. sırada olan Güney Afrika’ya kömür madenlerini ve kömürle çalışmakta olan elektrik santrallerini önümüzdeki beş yıl içinde tasfiye etmesi için 8,5 milyar dolarlık bir “destek programı” vadettiklerini gösterişli bir tarzda açıkladılar. Buna da sendikalar ve diğer ilerici güçlerce savunulan “adil geçiş” deyimini kullanarak “Adil Enerji Geçişi Ortaklığı” adını takmış, ilerici bir kisve kazandırmak istemişler. Peki, bu “adil” programın amacı ne? Sendikalara göre yaklaşık 100 bin kömür madencisi işini yitirecek bu beş yıl içinde. Ayrıca kömür madenlerinin bulunduğu bölgelerde yaşayan ve yaşamını kömürün yarattığı değerin ürünü olan çevrim içinde kazanan 100 bin insan daha madenler kapanınca ağır zarara uğrayacak. Tabii bunların ailelerini göz önüne alırsanız ve Afrikalı nüfusun doğurganlık oranının yüksekliğini hesaplayarak aile boyunun Türkiye’den de daha büyük olduğunu düşünürseniz milyonların geçimi, yaşamı, geleceği söz konusu. 8,5 milyar dolar, madencilerin kıdem tazminatlarını, yeni beceriler kazandırmak için eğitimlerini, iş ve bölge değiştirmelerini, içinde yaşadıkları toplumların altüst olacak dokusunun rehabilitasyonunu ve madenci şehirlerinin yoksullaşmasına karşı telafi harcamalarını kapsayacak.

Ama mesele bununla da bitmiyor. “Adil Enerji Geçişi Ortaklığı”nın fonu, aynı zamanda Eskom adlı elektrik şirketinin kömür bazlı elektrik santrallerinin devreden çıkarılmasını finanse edecek. Yani 8,5 milyar doların önemli bir bölümü, yıllardır ülkeyi ve dünyayı zehirleyerek kârına kâr katan bu şirketin zararının karşılanmasına harcanacak!

Bu bitmek bilmeyen maliyete 8,5 milyar dolar yetecek mi belli değil tabii. Ama o kadar gösterişle açıklanan “Ortaklığın” 8,5 milyar dolarlık desteğini hibe falan gibi anlayan doğrusu saflık yapmış olur. Bu para sadece düşük faizli bir kredi. Yani aslında madenlerin kapanmasının yükünü büyük ölçüde yoksul milyonların ülkesi Güney Afrika sırtlanacak! Bunun da adı “adil geçiş” olacak!

Bakın Güney Afrika’nın sınıf mücadeleci metal sendikası NUMSA’nın genel sekreteri ne diyor:

“Bu açıklamanın tutarlı bir enerji arzı için yaşayabilir bir çözüm bulunmadan önce kömür bazlı santrallerin telaş içinde kapatılmasına yol açacağı konusunda endişeliyiz. Yenilenebilir enerji şimdilik sektörün ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda değil. Bir geçiş yaşanacaksa, hükümet etkilenecek olan illeri ve bölgeleri geliştirme konusunda bir sosyal planı ortaya koymak ve kaybolacak istihdamın ve sektörlerin yerine ne konulacağı konusunda yollar göstermek zorunda.”

Madenlerde örgütlü diğer sendika olan Ulusal Madenciler Sendikası’nın (NUM) yöneticisi ise şöyle konuşmuş:

“Geçiş sürecini finanse etmek elbette önemli ama sendika için izlenecek süreç daha da önemli. Sendika, işçilerin ve işçi sınıfı topluluklarının olumsuz yönde etkilenmeyeceği konusunda güvenceler bekliyor. Şimdilik, bu paranın ne için kullanılacağı, hangi koşullarla elde edilebileceği, önemli bir bölümünün işçileri ve toplumlarını korumak üzere kullanılıp kullanılmayacağı meçhul. Sendikalar anlaşma konusunda huzursuz.”

Görüldüğü gibi, sendikalar paranın çoğunun işçilere harcanmayacağı, elektrik şirketine yedirileceği kuşkusunu taşıyor. Bu kadar çok işçinin ve içinde yaşadıkları toplumların baş döndürücü düzeydeki ihtiyaçları karşılanacak mı, buna şimdilik verilebilen bir cevap yok.

Güney Afrika örneği, kömür madenciliğini bitirmenin ne kadar ağır sosyo-ekonomik sonuçları olacağını, görmek isteyen göze gayet iyi anlatıyor. Bu tür bir tablo karşısında Sabancı Üniversitesi maaşı alan uzmanların konforlu hayatları içinden “hızlı çıkış” tavsiyeleri yapıp bir de “Türkiye cesur olmalı” türünden Özalvari gaddarlık tınısı taşıyan bir cüret göstermeleri epeyce sorunlu değil mi?

“Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” sloganlarını unuttunuz mu?

Türkiye’de 200 bin dolayında maden işçisi çalışıyor. Kömür madenciliğini sonlandırmak demek bu işçileri ve ailelerini, ayrıca bu işçilerin yaşadığı bölgelerin kent ve kasabalarının nüfusunu, yaşamlarını kazanabilecekleri yeni olanaklarla donatmak zorunluluğu demektir. Örneğin Türkiye’nin geleneksel maden ili Zonguldak açısından bu, toptan bir sosyo-ekonomik dönüşüm geçirmek anlamına gelir. İşçi sınıfının ve geleneklerinin bütünüyle hâkim olduğu bu ve benzeri bölgelere yeni organize sanayi bölgeleri kurulması, burada üretim yapılması, girdilerin sevki ve ürünlerin bölge veya ülke dışına ihracı için ulaştırma sistemlerinin yeniden düzenlenmesi, kent dokularının etkilenmesinin kaçınılmaz olması dolayısıyla ciddi şehir planlaması projelerinin geliştirilerek uygulanması, işçilerin beceri kataloglarının yeniden düzenlenmesi, yani yoğun bir eğitim faaliyeti ve başka uyumlaştırma faaliyetleri gereklidir. Bunları yapmadan züccaciye dükkânına giren fil misali madencilerin sosyo-ekonomik dengelerini altüst ederseniz bu mutlaka cevabını alacaktır. Turgut Özal 1990-91 dönemecinde bunu denedi ve madencilerden Büyük Ankara Yürüyüşü de dâhil cevabını aldı. “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı”nın “vizyon sahibi” olduğunu söyleyenler de Amerika’nın ayak izinde yürüme “vizyonu” ile sınıf mücadeleleri “vizyonu” arasında dağlar olduğunu ağır bir ders olarak öğrendiler. Yeniden deneyen olursa, Zonguldak işçisi de aynısını yeniden yapar, yapacaktır!

Bunun da ötesinde Türkiye’de 50’den fazla termik santral vardır. Bunların kömürden uzaklaştırılmasının maliyetinin ne kadar yüksek olacağı gerçeğine, yerine konulacak enerji kaynaklarının ne olacağı sorusunu da eklemek gerekir. Kısacası Türkiye’nin “kömürden kesilmesi” on yıllara yayılarak gerçekleştirilmesi gereken bir süreç olmalıdır. Kimse işçi topluluklarının hayatına elinde makas girip ailesiyle, esnafıyla, bölge çiftçisiyle milyonlarca insanın hayatıyla oynama hakkına sahip değildir. O zaman işçi de eline pankartını, bayrağını, sopasını alır, Ankara yollarına düşer!

Siz önce Manchin’lerin hesabını görün! Madencilerin hayatının değiştirilmesi kuşaklar sürecek bir zaman dilimine yayılmak zorundadır.

İklim değişikliğini yaratan kapitalistlerdir, emperyalistlerdir, zenginlerdir. Bedelini işçiler, emekçiler, yoksullar ödemeyecek! Sorumlu kimse onlara ödetmeliyiz!