İklim değişikliği (5): Manchin sendromu

İklim değişikliği (5): Manchin sendromu

Dizinin ikinci yazısında, “Pisletmenin ekonomi politiği” bölümünde anlattık: Sermaye için önemli olan tek şey, kendine artı değer (kâr) katarak büyümektir. Toplumun daha geniş kesimlerinin, başka canlıların, insanlığın, gezegenin ihtiyaçları, çıkarları, geleceği onun zerre kadar umurunda değildir. Şayet sermaye engellilerden eğitime, sanattan bizim konumuz olan çevreye kadar birçok alanda geleneksel olarak “hayır” işi olarak bilinen birtakım faaliyetleri “sosyal sorumluluk” adı altında yürütüyorsa, bunun nedeni toplum tarafından iyi tanınmaktır, marka değerini yüksek tutmaktır, yani yine kârlılığa dolaylı yoldan katkıda bulunmaktır.

Bir önceki yazıda verilen örneklerde görüldüğü gibi, sermaye “halkla ilişkiler” faaliyeti uğruna “yeşil enerji”, “karbondan uzaklaşma”, “gelecek için temiz çevre” gibi hedefleri varmışçasına reklam yapabilir, hatta inandırıcı olmak için yer yer “yeşil enerji” projelerine girişebilir. Ama hiçbir zaman çevreyi korumak, ekolojik sorumluluk, ekosistemleri sakınmak, belirli türlerin habitatlarını muhafaza etmek onun doğrudan bir amacı olamaz. Bunun için ya ekonomik yöntemlerle o yönde teşvik edilmesi, eski talan yolunda yürüdükçe cezalandırılması gerekir ya da sulta altına alınması. Bu konuya yazı dizisinin sonunda döneceğiz.

Ama şimdiden saptamamız gereken bir şey var. Bir önceki yazıda Total örneğini izlerken şirketin 1970’li yılların başından beri, yani tam yarım yüzyıldır gezegenimizi kirletmesi yetmediği gibi bir de bilgi kirliliği yaratarak talan faaliyetine devam ettiğini gördük. Son yıllarda küresel ısınma ve iklim değişikliği dünya çapında kitleler için büyük bir önem kazanalı beri inkâr tutumunun “yeşil enerji” gibi kavramlarla, şirketlerin “net sıfır karbon” üretimi mavallarıyla farklı bir raya geçmiş olduğunu da kaydettik. Bu, yerleşik kapasitenin, yani zaten kurulmuş olan yapının hızla tasfiye edildiği anlamına da gelmiyor, karbon kirliliği yaratan alanlara hâlâ geniş ölçekli yatırım yapılmadığı anlamına da.

Yani sermaye doğayı talan etmeye devam ediyor! Petrol-doğal gaz şirketlerini yeterince tırmıkladık. Aşağıda dört başka sektörden bazı örnek vak’alarla durumu kısaca gözden geçirelim.

Kimya sektörü

İlk örneğimiz kimya sektöründen. Bütün 20. yüzyıl boyunca yeryüzünün her yerinde en büyük çevre kirliliğine neden olmuş sektörlerden biridir kimya sektörü. Ergene nehrinin kapkara akmasına benzer vak’alar gezegenimizin her yanında görülmüştür. Kimyasal maddeler yeraltı sularına sızarak onları kullanılamaz hale getirmiştir. Toprak tarımsal kullanıma müsait olmaktan çıkmıştır. İçilen sudan yenilecek balığa ve sebze meyveye kadar her şey zehirlenmiştir.

Günümüzde kimya fabrikaları sektöre zaman içinde getirilmiş düzenlemeleri izleyen kurumları, mahkemeleri ve halkı kandırmak için her türlü yönteme başvuruyorlar. Yüzeysel olarak bakıldığında sorun sona ermiş gibi görünüyor ama derinlemesine incelendiğinde durumun pek az değiştiği ortaya çıkıyor.

New York Times gazetesi bunu çok tipik bir örnekle anlatmış. Chemours adlı büyük kimya şirketinin ABD’nin Kuzey Carolina eyaletindeki bir fabrikasının yetkilileri bu yaz gazetecileri fabrikaya davet edip kullandıkları en son teknoloji ile üretilmiş filtrelerin nasıl havayı, fabrikanın yakınında kurulmuş olduğu nehri, yeraltı sularını GenX olarak anılan kanserojen olduğu saptanmış kimyasaldan koruduğunu büyük bir gururla anlatıyorlar. Yetkililer “bunlar öyle gelip geçici, göstermelik tedbirler değil, uzun vadeli, güçlü sonuçlar yaratan çözümler” diye de övünüyorlar. Ama sadece birkaç hafta sonra Kuzey Carolina eyalet yönetimi, Chemours’un bu fabrikasının zehirli atık sınırlarını büyük ölçüde aştığını saptayarak 300 bin dolar ceza kesiyor! (Ceza da ceza olsa!)

Gazete, sadece Chemours’un değil, asıl dünya devleri DuPont ve 3M’in de bu tür faaliyetlerini devam ettirdiğini belirttikten sonra uzun yazısını günümüzde DuPont’un çevreyi kirletme faaliyetlerine ayırıyor.

Otomotiv sektörü

Otomotiv şirketleri günümüzde daha kârlı olacağını umdukları elektrikli araçlara veya hibrit modellere yönelmeye başladı. Bu konuda devletlerin de kapitalistlere epey destek vermeye başladığı görülüyor. Çeşitli ülkelerde (mesela Norveç’te) aynı marka ve model iki araçtan benzin ya da dizelle işleyeninden diyelim 15 bin avro alım vergisi alınırken elektrikli araçtan vergi alınmıyor. Bu vergi indiriminin tüketici ile otomotiv firması arasında kime daha yararlı olacağı elbette somut koşullara bağlı, bunu saptamayı maliyecilere bırakabiliriz, ama iki tarafa da destek olduğu açık. Ya da geçtiğimiz hafta içinde ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen, şimdi Senato’ya gidecek olan 10 yıla dağılmış biçimde 2,2 trilyon dolar bütçe öngören sosyal harcama ve çevre desteği yasasında 550 milyar dolar tutan çevre ve iklim değişikliği bütçesinin bir bölümünün doğrudan elektrikliye geçiş için otomotiv firmalarına verileceği biliniyor. (Bu tutarın zengin ülkelerin 2010 ile 2020 arasında yoksul ülkelere vermesi gereken 1,1 trilyon dolar içinden ödenmemiş kısımla eşdeğer olması ne kadar anlam yüklü bir rastlantı! Salt ABD için 550 milyar var. Ama dünyanın bütün zenginleri bir araya gelip onlarca yoksul ülkeye aynı miktarı veremiyor!)

Öyleyse, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sermayenin daha az zararlı işler yapması için toplumun ve devletin onun kâr oranını arttıracak tedbirler alması gerekiyor. “Yararlı” demiyoruz “daha az zararlı” diyoruz çünkü otomotiv sektörünün ürünlerinin sosyo-ekonomik bakımdan ne denli zararlı olduğu uzun uzun anlatılması gerekmeyen bir şey. Tren yerine TIR taşıyıcılığından toplu taşımacılığın zaafları yüzünden otomobil kullanımının kabul edilmez derecede artmasına, hatta bazı ailelerin iki, üç, daha fazla araba kullanmasına kadar günümüzde birçok uygulama insanlığın ve gezegenin aleyhine sonuç veriyor. Üstelik elektrikli araç otomatikman çevre dostu demek değil. Elektrik santrallerinin hangi birincil enerji kaynağına (mesela doğal gaza mı, su gücüne mi) bağlı olarak çalıştığı bütünüyle belirleyici. Elektrik kirletici yöntemlerle üretiliyorsa araba da “yeşil” bir etki yaratamaz.

Günümüzün geçiş aşamasında otomotiv sektörü ürünleri, küçük ama artmakta olan bir elektrikli ve hibrit bölüm dışında hâlâ ezici olarak benzin ve dizelle işleyen araçlar üretiyor. İşte bu araçlarda hemen hemen bütün markaların iklim değişikliğini hafifletmek amacıyla devletlerin koyduğu sınırları sahtekârca aşması yıllardır en büyük çevre sorunlarından biri olarak gündemde. Bu sahtekârlığı daha önce de anlatmıştık, o yazıdan aktarıyoruz.

Dünyanın ve Avrupa’nın en büyük otomotiv şirketlerinden Alman Volkswagen (kelime anlamı “halkın arabası”!) 2015’te mazotlu arabalarında karbon salımı konusundaki yasal sınırlara uymamak için yaptığı sahtekârlıklar dolayısıyla suçüstü yakalandı! Yalnız o mu? Onun ardından kimler yakalanmadı ki! Amerikan-İtalyan Chrysler, Alman Mercedes ve BMW, Japon Nissan, Mitsubishi, Honda, Mazda, Suzuki ve Yamaha… Liste uzayıp gidiyor. Peki, Macron’un memleketinden hiç böyle şirket yok mu? Elbette var: Son yıllarda özelleştirme furyasından payını alan ama sermayesinin yüzde 15’i hâlâ devletin elinde olan Renault’nun yanı sıra Peugeot ve Citroen de sahtekârlık yapan şirketler olarak teşhir edildi. Yani ülkenin otomotiv şirketleri arasında bu konuda sahtekârlık yapmayan yok!

Peki, burjuvazinin hükümetleri ne yaptı bu konuda? Elbette sahtecilerin sırtlarını okşayacak hali yoktu. Bütün şirketler dev kârlarının küçük bir bölümünü ceza olarak ödedi. Önlemler sizce ne kadar etkili oldu? Dünyanın en iyi haber alan gazetelerinden İngiliz Guardian’dan Haziran 2018 tarihli bir haber, bütün mazotlu arabaların hâlâ “kirli” olduğunu belirtiyor. (https://www.theguardian.com/environment/2018/jun/06/impossible-to-cheat-emissions-tests-show-almost-all-new-diesels-still-dirty). Aynı haberde, araştırmaların mazot testi sahtekârlığının binek otomobillerinin halk sağlığına yaptığı toplam etkinin yüzde 88’inin kaynağı olduğunu gösterdiği de belirtiliyor. Yüzde 88!”

Bir şey eklemeye gerek var mı?

Finans sektörü

Dizinin Afrika ve diğer yoksul ülke ve bölgelerle ilgili yazısında, bu tür ülkelere uzun vadeli altyapı kredisi sağlamaktan sorumlu çok-taraflı finans kuruluşu Dünya Bankası’nın yoksul ülkelere fosil yakıt alanında kredi vermeyi 2017’den beri bütünüyle kesmiş olduğundan söz etmiştik. Oysa özel finans kuruluşları böyle kurallarla bağlı olmadıkları için onlar büyük petrol ve doğal gaz şirketlerine kredileriyle destek olmakta ve gezegenin talanına onlarla birlikte bir güzel katkıda bulunmaktadır. O bağlamda Kuzey Kutbu’nun küresel ısınma koşullarından yararlanılarak nasıl bir petrol kuyusu alanı haline getirildiğini anlatmıştık. Elbette Shell’lerin, BP’lerin, Total’lerin, MobilExxon’ların, Aramco’ların, Rosneft’in, Gazprom’ların kârına Citi’lerin, Wall Street bankalarının, Barclays’lerin, HSBC’lerin, Paribas’ların, Deautsche Bank’ların, Unicredito’ların, BBVA’ların da ortak olduğunu da eklemek gerekir buna.

Üstelik, iklim değişikliği ve insanlığın bunun karşısında vermeye başladığı tepki, bankaları iki ayrı türden özel risk altına sokuyor. Bunların ilki, iklim değişikliğinin kendisinden kaynaklanıyor. Çok uzak olmayan bir gelecekte, dünyanın birçok bölgesinde doğa felaketleri bugünkünden de yaygın biçimde yaşanmaya başladığında, bankaların kredi verdiği birçok kuruluş bu felaketlerin yarattığı ortamda zarar, hatta iflas edebileceğinden, bankaların bunlara verdiği kredi batak hale gelebilir. Bu yaygın biçim alabilir veya bir bankanın çökmesi sistemik risk oluşturur, 2008’de birçok finans kurumu için görüldüğü gibi öteki bankaları da kendisiyle birlikte aşağı çekebilir.

İkinci büyük risk ise iklim değişikliği ile mücadele etmek üzere getirilmekte olan mevzuata bağlı olarak ortaya çıkabilir. Örneğin bankaların bugün kredi vermeye devam ettiği fosil yakıt kuruluşları yarın yeni mevzuat, karbon salımı üzerine üst sınır ve benzeri nedenlere bağlı olarak zarar ederse, bankalar da bunlarla birlikte büyük bir sarsıntı geçirebilir.

Ama şimdi sözünü edeceğimiz bankalar değil: Emperyalist ülkelerin finans kapitalinin özel bir türüne değineceğiz. Özel sermaye şirketleri (“private equity firm”) adını taşıyan bu finans odaklarının esas faaliyeti birtakım reel ekonomi şirketlerini satın alıp bir süre işlettikten ve bunları daha yüksek bir piyasa değerine kavuşturduktan sonra yüksek fiyata satmak ve aradaki farktan büyük kâr elde etmektir. Görüldüğü gibi burada banka sermayesi ile sanayi sermayesinin çok orijinal bir iç içe geçiş biçimi söz konusu olduğundan, bu sermaye Lenin’in emperyalizm teorisindeki has anlamıyla bir finans kapital kuruluşu olarak görülmelidir.

Bunların son yıllarda tam anlamıyla fırsat avcılığı peşinde olduğu anlaşılıyor. 2010’lu yıllarda iklim değişikliği sorununun aciliyeti kavrandıkça petrol devleri, çevre kuruluşlarının, mahkemelerin, hatta kendi hissedarlarının basıncı altında ellerindeki en kirletici kuyuları ve çıkarım alanlarını satmaya başlamış bulunuyorlar. Bunların çoğunu özel sermaye şirketleri ucuza kapatıyor. Böylece, bu şirketler en kirli üretime konu olan petrol kuyularını, kömürle çalışan santralleri ve benzeri kuruluşları ayakta tutmuş oluyorlar. Bunları çok ucuza satın aldıkları için de çok kârlı oluyorlar. 2010’dan bu yana özel sermaye şirketleri enerji sektörüne, sıkı durun, 1,1 trilyon dolar yatırmış bulunuyor. Bu miktar, MobilExxon, Chevron ve Royal Dutch Shell’in üçünün toplam piyasa değerine eşit! Bu yatırımların sadece yüzde 12’si yenilenebilir enerji alanına gitmiş bulunuyor!

Dünya Bankası Afrika’nın fosil yakıtlarını desteklemeyedursun. Kapitalist finansın mantığı en kirli fosil yakıt birimlerini ayakta tutuyor! Burada kapitalist piyasanın kaynakları en etkin ve rasyonel biçimde dağıttığı iddiasının ne denli yanlış olduğunu, tam tersine ortada rasyonel kaynak dağılımı açısından bir sapıklık olduğunu görüyoruz. Emperyalizm çağının kapitalizminde kaynakların esas dağıtıcısı finans kapital, en kötü üretim birimlerine yatırım yapıyor. Kirlilikten kaçış kirliliği arttırıyor! Merkezî planlama ve tek banka olmadıkça bu tür sapıklıklar şu veya bu alanda devam edecektir.

Kömür sektörü: Manchin sendromu

Kömür sektörü iklim değişikliği tartışmasında işçi sınıfı sosyalistleri açısından çok özel bir yere sahiptir. Bu yüzden bu meseleyi dizinin bir sonraki yazısında ele alacağız. Konuyu burada genel önemi dolayısıyla değil, kapitalistlerin iklim değişikliğine ilişkin politikaları nasıl belirlediğini, “liderlerimiz”den neden ciddi sonuçlar beklenemeyeceğini ortaya koymak için ele alıyoruz. Asıl konumuz “Manchin sendromu” olarak anacağımız bir durum. İklim değişikliği konusunda izlenen politikaların ne tip “liderler”in tutsağı ya da rehinesi olduğunu somut olarak göreceğiz burada. “Manchin sendromu” terimini de hep “liderlerimiz”in bu karakterine işaret etmek için kullanacağız.

Joseph Manchin kömür madenciliğinin çok önemli bir ekonomik faaliyet olageldiği West Virginia eyaletinin Demokrat Parti’den, yani başkan Biden’ın partisinden seçilmiş senatörüdür. Toplam 100 üyesi olan Senato’nun her üyesi büyük bir güce sahiptir, çünkü genellikle iki partinin sandalye sayısı hep birbirine yakın olmuştur. Dolayısıyla, iktidardaki partinin programı gereği bir yasayı Senato’dan geçirmek için her senatörün oyunu ayrı ayrı hesaplaması gerekir. (Amerika’nın iki büyük burjuva partisinde oy disiplini geleneği yoktur. Herkes, bir yaptırıma maruz kalmaksızın partisinin genel eğilimine aykırı oy kullanabilir.) Üstelik bu şimdi her zamankinden önemli. Çünkü iki partinin Senato’daki sandalye sayısı 50-50, yani birbirine eşit. Tek bir Demokrat’ın oyu Biden’ın planlarını altüst edebilir! (Kurallara göre, eşitlik durumunda Başkan Yardımcısı (yani bugün Kamala Harris) oy kullanabilmekte, bu da sonucu iktidardaki partinin lehine çevirmektedir.)

Ama Manchin’i iklim değişikliği meselesinde güçlü kılan sadece bu değil. Sadece eyaletinin ekonomisinde kömür madenciliğinin çok önemli bir yer tutması da değil. Manchin ABD Senatosu’nun Enerji Komisyonu’nun başkanı. Yani şayet Biden şimdi Temsilciler Meclisi’nden geçmiş olan ve çevre için 10 yıl boyunca 550 milyar dolarlık bir bütçeyi öngören yasayı Senato’dan geçirmek istiyorsa, eli Manchin’e mahkûmdur.

Biden’ın yasasının önemli boyutlarından biri “temiz elektrik” programıdır. Yani elektrik santrallerini kömür, petrol ve doğal gazla değil, hidroelektrik, güneş, rüzgâr, nükleer gibi karbon salımıyla sonuçlanmayan birincil enerji kaynaklarıyla çalıştırmaya geçmek. İşte bu plan tek bir senatörün, Manchin’in dudakları arasından çıkacak bir “evet” veya “hayır”a bağlıdır. Manchin buna izin vermeyecektir. Bunun nedeni, eyaletinin kömür eyaleti olmasından ibaret değildir. Bunun nedeni, Manchin’in aynı zamanda kömür madenlerine yatırım yapmış bir kapitalist olmasıdır. Geçen yıl bu yatırımından yarım milyon dolar gelir elde etmiş olmasıdır! Amerikan sistemi Senato’nun Enerji Komisyonu’nun başkanlığına bu kömür kapitalistini layık görmüştür. Yani kuzuya kurda teslim etmiştir! İşte Manchin sendromu budur!

Bu konuda anlatılanlardan kendi kendine sonuç çıkaramayan, hâlâ “liderlerimiz”e sitem etmeye devam edecek olan tatlısu ekolojistlerine bizim söyleyecek başka bir sözümüz yok!