Dünya burjuvazisinin bağrındaki çatlak: ticaret savaşlarına doğru

Donald Trump 2015 Kasım’ında ABD başkanlığına seçildiğinde, bazıları hiç mi hiç öngöremedikleri bu gelişme karşısında neredeyse gözlerine inanamadılar. Bunların bir bölümü mezarlıktan geçerken ıslık çalma misali, “Trump seçimi kazandı, artık normalleşecek” beklentisine girdi. Bizim Trump’ın dünya kapitalizminin çelişkileri karşısında Amerikan burjuvazisinin bağrında (sadece Amerikan burjuvazisinin de değil!) filizlenen yeni bir yönelişin ifadesi olduğu, üstelik faşizme Amerika’nın özgül koşullarında bir giriş kapısı niteliği taşıdığı yolundaki teşhisimiz ise her geçen gün doğrulanıyor. Trump’ı ciddiye almayanlar şimdi saçlarını başlarını yoluyor.

Ama bu arada ıslık çalmaya da devam ediyorlar. Trump zayıf, her ana gidiciymiş, medya karşısındaymış, derin devlet karşısındaymış falan filan. Evet, Trump örgütsüz gelmiştir başa, kendi partisi Cumhuriyetçiler bile her zaman sahip çıkmıyorlar politikalarına. Evet, Trump’ın çok ciddi zaafları vardır, Beyaz Saray’da bile düzeni sağlayamıyor. Evet, mahkemeler ve eyaletler Trump’ın önünde sürekli engeller yükseltiyor. Evet, Amerikan emperyalist burjuvazisinin çok belirleyici kesimleri (şimdilik!) Trump’ın tümüyle karşısındadır. Evet, ABD devletinin yerleşik kanadı, özel savcı Mueller aracılığıyla Trump’ı “Rus bağlantısı” dolayısıyla azil sandalyesine oturtmak için ağlarını sabırla örüyor. Ama Trump da işini yapmaya devam ediyor. Burjuvazinin bazı önemli kanatlarını da yanına alarak. Halk içinde desteğinin sürmesini de sağlayarak.

Trump’ın işinin en önemli yanlarından biri ekonomik alanda küreselci burjuvazinin karşısında yeni bir stratejik yönelişe girmiş olması. Son günlerde bu stratejik yönelişte önemli bir eşiği geçti Trump. ABD bundan böyle hangi ülkeden olursa olsun, çelik ithalatına gümrük vergisini yüzde 25 arttıracak; alüminyumda ise yüzde 10 bir ek gümrük vergisi uygulayacak. (Bazı ülkelere, en başta ABD’nin NAFTA serbest ticaret kuruluşundaki ortakları Kanada ve Meksika’ya istisna tanınması olanak dışı değil.)

Şimdi etekler tutuştu. Uluslararası burjuvazinin küreselci kanadı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra GATT (Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması) ve 1990’lı yıllardan bu yana Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) aracılığıyla sabırla, sebatla, pazarlıkla serbestleştirilmiş olan dünya ticaret sisteminin, en ateşli savunucusu ABD’nin saldırısı altında bulunduğu bilinciyle ayağa kalktı.

Ticaret savaşlarına doğru

Küreselci kanadın en büyük kaygısı Trump’ın bu atağının bir açık arttırmanın sadece ilk hamlesi haline gelmesi. AB daha şimdiden misilleme tehdidinde bulundu. Amaç elbette ABD’yi en popüler ve en çabuk vazgeçilebilecek ihracat kalemlerinden vurmak: Listede Harley Davidson motosikletlerinden ABD’nin özel viskisi Bourbon’a kadar tüketim maddeleri de yer alıyor. AB’nin tehdidine karşı Trump eli daha da yükseltti ve tehdit yerine getirilirse ABD’nin de Avrupa’nın otomotiv ürünleri ihracatına ek vergi getireceğini ilan etti. Şimdi nefesler tutulmuş, AB’nin kararı bekleniyor.

Hangi somut biçimi alırsa alsın, iki ana emperyalist odak arasında bir ticaret savaşı dünya ekonomisi üzerinde ağır etkiler yaratacaktır. İlkin, her iki odağın mallarına da talebin bazı sektörlerde sert biçimde kısılması yoluyla dünya ekonomisinde bir resesyon tehlikesi yaratacaktır. İkincisi, tarafların birbirlerinin daha verimli olduğu sektörlere gümrük vergisi getirmesi, girdilerin her iki tarafta da daha pahalı hale gelmesine ve böylece ya kâr oranları üzerinde ilave bir basınca ya da enflasyonist bir şişkinliğe yol açacaktır. Genel olarak bakıldığında, dünya ekonomisinin yaklaşık son 40 yıl boyunca ulaştığı derinleşmiş işbölümünün darbe yemesi 2008’de başlamış olan Üçüncü Büyük Depresyon ortamında zaten çok kırılgan olan dünya ekonomisine ek yükler getirecek, krizin derinleşmesi yönünde eğilimler yaratacaktır.

Unutmamak gerekir ki, Trump’ın bu adımıyla doğan ticaret savaşları olasılığı, DTÖ’nün zaten felç olmuş olduğu bir döneme rastlıyor. DTÖ (ve onun öncesinde GATT) geçmişten beri, dünya ticaretini belirli aralıklarla yapılan çok taraflı pazarlıklar aracılığıyla serbestleştirmiştir. Bu pazarlık süreçlerinin her birine “raund” adı takılmıştı. Son raund olan Doha Raundu 2001 yılında başlamıştı. Emperyalist ülkelerle, onların zayıflaması dolayısıyla artık sesini çıkarabilen ve kendi güçlerine daha çok güvenebilen Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeler arasındaki çelişkiler Doha Raundu’nda pazarlıkların sürünmesine ve 2015’te hiçbir şey elde edilemeden kapatılmasına yol açtı. Yani 21. yüzyılda dünya ticaretini serbestleştirme çabası milim ileri gitmemiştir. Elbette bunda 2008 ekonomik çöküşünün de rolü vardır.

Günümüzde ticaretin serbestleştirilmesi artık sadece bölgesel serbest ticaret birliklerinin kurulması ya da var olanların derinleştirilmesi yoluyla yürütülüyor. Bunlar arasında en önemli yeni girişim, Trans-Pasifik Ortaklık (TPP) olarak anılan ve geçtiğimiz günlerde Asya ve Amerika kıtasının 11 ülkesince imzalanan projedir. Ama Trump başa gelir gelmez ABD’yi yıllardır müzakerelerinde mesai yaptığı TPP’den çektiği için o da öneminden epey şey yitirmiştir. Buna benzer Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) da esas olarak ABD ile AB arasında bir serbest ticaret bölgesi yaratacaktı, ama Trump’ın buradan da çekilmesi ciddi bir olasılıktır. Diğer yanda, serbest ticaretin ötesine giderek bölgesel ekonomik bütünleşmede bütün dünyaya örnek hale gelmiş olan Avrupa Birliği’nin nasıl merkezkaç güçlerin darbeleri altında sarsılmakta olduğu herkesin malumu: Brexit’in gerçekleşmesinin yanı sıra sayısız ülkede ayrılıkçı odaklar her geçen gün güçleniyor. Her şeyin ötesinde, dünya çapında ticareti serbestleştiren anlaşmalardan farklı olarak bölgesel anlaşmalar, doğaları gereği, bütünleştirici etkileri kadar bölücü, farklı blokları birbiriyle karşı karşıya getiren bir dinamik de taşır. Kısacası, Trump’ın dünya ticaretine vurduğu darbe, emperyalist burjuvazinin küreselci kanadının zaten zor günlerden geçmekte olduğu bir ana rastladığı için daha da ciddi etkiler yaratabilir.

Bütün bunları Trump’ın kaprisleri zannedenlere bir veri verelim. Birincisi, Trump’ın Tıcaret Bakanı (genellikle dış ticaretle ilgilenir Amerika’da bu adla anılan bakanlar) Wilbur Ross, bugüne kadar servetini uluslararası rekabetin etkisi altında ta 1970’li yılların sonlarından beri gerilemekte olan Amerikan çelik sektöründe borsada değerleri düşen çelik şirketlerinin hisselerini satın alarak ve sonra hisseler yükseldiğinde satarak yapmış biridir. Şimdi çelik şirketlerinin hisseleri borsada tavan yapıyor. ABD’de başka birçok Wilbur Ross olduğu düşünülürse,  Amerikan burjuvazisinin bir kanadının bu korumacı politikalardan ciddi biçimde yararlandığı anlaşılır. İşte bu kanatlarla kürselci kanat arasında bir savaştır derinleşmekte olan.

ABD’de korumacılığın her türü yükselişte

Demek ki Trump ciddi. Kapitalizmin iç çelişkilerle kıvrandığını, küreselci stratejinin dünya ekonomisini bir felakete doğru götürmekte oluşu dolayısıyla her emperyalist ülkede burjuvazi içinde gittikçe güçlenen bir akımın kendi çıkarlarını geri kalanların karşısına koyarak ulus devlet düzeyinde bir “çözüm”e yönelme eğilimine girdiğini anlayamayanlar için ah ne sürpriz!

Trump ciddi. Başa gelir gelmez işgücü göçünün, yani ABD’ye göçmen akışının önlenmesi için yollar aramaya başladı. Müslüman ülkelere toptan giriş yasağından, “dreamers” olarak bilinen, çocukluğundan beri ülkede yaşamakta ve çalışmakta olan milyonlarca göçmeni geri gönderme yollarını aramaya kadar, Trump her gün göçmen karşıtı yeni bir önlemi gündeme getiriyor. Meksika sınırına örülecek duvar, belki de bazılarına Trump’ın Amerikan işçi sınıfının korkularına hitap eden salt sembolik bir çıkışı gibi görünmüştür. Ama daha başkanlığa geçişinin ilk yılı yeni dolarken Trump Kongre ile bütçe ve göç konusundaki pazarlıklarda bu duvar için gerekli finansmanı sağlamak için birçok kozu öne sürmeye başladı bile. Bir zaaf anında Kongre’nin küreselci kanadının bile Trump’ın bu talebi önünde diz çökmeyeceğini kim garanti eder?

Ticaret ve işgücü akımları dışında bir başka korumacılık tipi de yatırımlar konusunda. Trump başa geçer geçmez küreselci sermaye birimlerini ülke dışında yapmayı planladıkları yatırımlar konusunda tehdit etmeye başladı. Çarpıcı örnek, daha Trump’ın Beyaz Saray’a yeni yerleştiği dönemde Ford’un, Meksika’da kurmakta olduğu bir fabrikanın tesislerini yüz üstü bırakarak ABD’ye yeni bir fabrika açmaya karar vermesi idi. (Tabii Meksika’da ucuz, sendikasız ve uysal işgücü peşinde olan Ford, ABD’deki yeni yatırımını da, sendikalaşma geleneklerinin zayıf olduğu, muhafazakâr dünya görüşünün hâkim olduğu, ırkçı güney eyaletlerinden birinde yapacaktı. Orada değişen bir şey yok!)

Ulusal güvenlik sopası

Trump’ın korumacılığının bir de yeni yönü var. ABD başkanları bazen geçmişte de tekil sektörleri korumak, uluslararası rakiplerinin karşısında Amerikan kapitalistlerine destek olmak, ender olarak da tekil sektörlerde sendikaların basıncı altında istihdamı ayakta tutmak amacıyla ek gümrük vergileri aracını kullanmışlardı. Ama hiçbiri Trump’ın başvurduğu istisna hükmüne başvurmamıştı. Bu hüküm 21. madde olarak bilinen “ulusal güvenlik”le ilgili istisnaya ilişkindir. ABD’nin dış ticarete ilişkin yasası başkana “ulusal güvenliğin” sarsılacağı durumda sanayi sektörlerini korumak üzere serbest ticaret karşıtı tedbirler alma yetkisi tanımaktadır.

Bu maddenin temel alınmasının bir boyutu, başka ülkelere Dünya Ticaret Örgütü’ne hakem olarak başvurma yolunu, imkân dâhilinde olmaktan çıkarmasa bile son derecede zorlaştırmasıdır. DTÖ’nün bu konuda ABD aleyhinde bir karar vermesi demek, işin mantığı gereği, “ben bir şeyin ABD ulusal güvenliğine uygun olup olmadığını ABD yönetiminden daha iyi bilirim” demektir. Bu yüzden de Trump’ın getirdiği ek gümrük vergilerinden zarar gören ülkelerin DTÖ’ye gidip gitmeyeceği henüz belirsizdir. Ama bu avantaj bir bakıma da kolayca dezavantaja dönüşebilir: DTÖ yolunun kapalı olduğunu düşünen veya başvurduğu halde DTÖ’den olumlu sonuç alamayan bazı ülkeler bu yüzden başka yol kalmadığı için misillemeye başvurmak, yani bir ticaret savaşını başlatmak zorunda kalabilirler.

Ama işin öteki boyutu, Trump’ın her şeyi yaklaşan bir savaşın gereklerine göre ele aldığı gerçeğini ortaya koymaktadır. İlginç bir rastlantıyla, çelik ve alüminyum kararnamesinden sadece birkaç gün sonra, Trump Broadcom adlı bir Singapur çip şirketinin Qualcomm adını taşıyan bir rakip Amerikan firmasını 117 milyar dolar tutarında devasa bir anlaşma ile devralmasını reddetti. Bazı yorumlar, Trump yönetiminin kendi kendine yürüyen otomobiller alanında ve başka alanlarda çok önemli bir altyapı olacak olan 5G teknolojisinde yarışı yitirme korkusuna kapıldığını öne sürüyor. Bu, Trump yönetiminin şirket evliliklerine ilk karşı çıkışı da değil. Bundan bir süre önce Çinli internet devi Alibaba grubunun Amerika’nın Moneygram adlı para transferi şirketini 1,2 milyar dolara satın almasını da, Çin’in uzay programı ile ilişkili, Çin devleti tarafından desteklenen Yitai Sermaye şirketinin Canyon Bridge adlı uzantısının bir Amerikan teknoloji şirketi olan Lattice Semiconductor şirketini satın almasını da yine “ulusal güvenlik” gerekçesiyle reddetmişti Trump.

Bütün bu olayların üç ortak yanı var: Birincisi, her üçü de “ulusal güvenlik” şemsiyesi altında yürütülüyor. İkincisi, her üçünde de Trump’ın kararının ardında, ABD’nin Cfius adlı kuruluşu (ABD’de Yabancı Sermaye Yatırımları Komitesi) var. Yani burada sadece kafası bozulmuş bir Trump değil, devlet aygıtının belirli kesimleri de rol oynuyor. Nihayet, her üç olayın hedefi de Çin. Moneygram ve Lattice olaylarında bu çıplak gözle görülebiliyor. Son Qualcomm olayında ise ancak derine bakma olanağı olan yorumcular sayesinde önemli olanın Singapur değil Çin olduğunu öğreniyoruz. Yani ABD adım adım Çin’le boy ölçüşme anına hazırlanıyor.

Ama çelik ve alüminyum kararı yalnızca Çin ile ilgili değil. Çin’in ABD’ye çelik ihracatı çeşitli cezalandırıcı önlemlerle zaten çok azaltılmış durumda. Çin çelikte ABD’ye Türkiye’den daha düşük değerde ihracat yapıyor. Çelik kararı esas ABD’nin müttefiklerini, Kanada’yı, Meksika’yı, Batı Avrupa’yı, Balkanları, Türkiye’yi hedef alıyor.

Öyleyse son olarak Türkiye’ye geçelim.

ABD’ye misilleme uygulasanıza!

Şimdi bütün dünya ABD’ye misillemeyi konuşuyor. Öyleyse bizim de Türkiye’de misillemenin bir yöntem olarak uygun olup olmadığını konuşmamız normal değil mi? Trump gibi ABD’nin çıkarlarını her şeyin üstünde tutacağını her fırsatta söyleyen (“America first”) bir emperyaliste bir yanıt vermek gerekmez mi? Sabah akşam başka konularda söylenmedik söz yok, ama iş bu çelik meselesine gelince, siz hükümetten ya da yandaş medyadan bu konuda herhangi bir şey duydunuz mu?

Sonuç olarak çelik ve alüminyuma getirilen bu ek vergiler Türkiye ekonomisini de etkileyecek. Türkiye (şayet Avrupa Birliği tek bir ekonomi olarak kabul edilecek olursa) ABD’ye çelik ihracatında dünyanın dokuzuncu ülkesi. Çin’den ve Hindistan’dan daha fazla çelik ihraç ediyor ABD’ye. Ama gelin görün ki, Türkiye (bütün taktik inceliklerin dışında) istese de ABD’ye misilleme yapamaz.

Neden? Çünkü AB ile Gümrük Birliği dış ticaret politikasında Türkiye’nin elini kolunu bağlamıştır da ondan! Türkiye bu anlaşmayla üçüncü ülkelere (bu durumda ABD) yönelik olarak izleyeceği her türlü dış ticaret politikasını AB ile uyumlaştıracağını taahhüt etmiş durumdadır. Yani bir misilleme yapılacaksa kararı AB almalıdır. AB misilleme derse Türkiye de misilleme yapmak zorundadır. AB misilleme yapmamaya karar verirse Türkiye de misilleme yapamaz duruma düşecektir.

İşte hükümetin Batı’ya ve emperyalizme karşı söyleminin sınırları! Bize düşen ise, “AB ile Gümrük Birliği’ne son!” demek oluyor. Elbette, aynı zamanda, dış ticaretin devlet tekeli altına alınmasını da talep ederek. Dünyanın içine hızla girmekte olduğu sarsıntı döneminde, işçi sınıfı kendi ekonomisini kontrol altına almak zorunda kalacaktır. Bunun yolunu bugünden döşemek zorundayız.

Paylaşım savaşına taraf olma, emperyalist kapitalizme karşı savaşa taraf ol!

Yandaş basında birtakım budalalar, “Ortadoğu’da paylaşım başladı, tabii ki biz de pay almaya çalışmalıyız” diye haykırıyor. Yaklaşan dünya çapında bir felakettir. İçine girmeye çalıştıkları paylaşım, emperyalistler arası rekabet ve Rusya ve Çin’i kuşatma politikası çerçevesinde gerçekleşecektir. Her şey bir büyük dünya savaşı döneminin açıldığını gösteriyor. Bu budalalar, tarihten hiçbir şey öğrenmemişlerdir. İlk paylaşım savaşında 10 ila 20 milyon insan öldü, ikincisinde en az 60 milyon. Nükleer silahların artık yaygın olarak var olduğu bir dünyada bu sefer kaç kişi hayatını yitirecek dersiniz?

Ticaret savaşları, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ön günüdür. Felaket çığlık çığlığa geliyor. Türkiye’yi paylaşımın parçası yapmak isteyenler felaketi körükleyenlerdir. Biz proletarya devrimcileri ise, bütün insanlığın bu felaketten kurtulabilmesi için savaşıyoruz.