Bernie Sanders ve ABD seçimleri üzerine tezler

Bundan yaklaşık altı ay önce, Eylül 2015’te, bu sitede “Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi üzerine tezler” başlıklı bir yazımız yayınlandı (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/jeremy-corbyn-ve-isci-partisi-uzerine-tezler). O aşamada ABD’de 2016 başkanlık seçimi için ön seçimler henüz başlamaktan uzaktı. Bugün Hillary Clinton ile Demokrat Parti’nin başkan adayı olabilmek üzere yarışan Bernie Sanders’ın yıldızı henüz parlamamıştı. O yazıdaki 4 numaralı tez şöyle ifade edilmişti:

“Britanya’da Corbyn sürprizinin ABD’de benzer bir sürprizin yaşanmasına paralel olarak ortaya çıkması da ilginçtir. Bilindiği gibi, son aylarda ABD’de 2016 Kasım ayında gerçekleşecek başkanlık seçimi için yapılacak önseçimler öncesinde her iki büyük partinin aday adayları kendilerini tanıtıyorlar. Sağcı Cumhuriyetçi Parti’de çok sayıda aday olmasına rağmen (kentsel toprak ağası Donald Trump rezilliğiyle öne çıkıyor) siyasi yelpazenin daha merkezinde yer alan (ama kesinlikle sermayenin, burjuvazinin bir partisi olan) Demokrat Parti’de tek bir aday varmış gibi görünüyor. Oysa ikinci bir aday vardır. Bu aday bazı bakımlardan şaşırtıcı derecede Corbyn’e benziyor. O da siyasi düzenin içinden geliyor. ABD Senato’sunun 100 ayrıcalıklı üyesinden biri. O da yaşını başını almış, hatta 66 yaşındaki Corbyn’den de ileri yaşta, 74 yaşında. O da genellikle sosyalizmin aşağılandığı bir genel ortamda ısrarla sosyalist olduğunu söylüyor. İşin gerçekten şaşırtıcı yanı, Hillary Clinton çok güçlü bir aday gibi görüldüğü için parti içinden başka kimse ona rakip çıkamazken aday adayı olan ve ABD için çok ileri bir program savunan Bernie Sanders’ın da kitlelerden çok olumlu bir tepki görmesi! ABD’de 2011’in Wall Street işgal hareketi küçük olmakla birlikte kendinden çok daha geniş halk kitlelerinde bir yüzde 99 bilinci yarattı. Sanders’ın yıldızının yükselişini de bu çerçeveye yerleştirmek gerekir. Yani aslında iki Anglo-Sakson ülkesi arasındaki bu paralel birinci tezimizde ifade ettiğimiz düşünceyi, bütün bu adayların dünya çapında mücadelelerin yükselmesinin ürünü ve ifadesi olduğu düşüncesini bir kez daha teyit ediyor. Sanders’ı burada bırakırken belirtelim: Aralarındaki benzerlikler ne olursa olsun, Sanders’ın adaylık yarışını kazanması hemen hemen olanaksızdır. Çünkü ABD’de seçimleri para kazanır.”

Bu paragraf, bu yazıda üzerinde duracağımız ve anlamını kavramaya çalışacağımız Bernie Sanders fenomenine bir giriş niteliği taşıyor. Yukarıdaki satırların yazıldığı tarihten bu yana çeşitli eyaletlerde ardı ardına ön seçimler yapılmış bulunuyor. Demokrat Parti adayları arasında Hillary Clinton açık ara önde, ama Bernie Sanders Amerika’yı ve dünyayı şaşkınlığa sürükleyecek derecede başarılı bir kampanya yürütüyor. Yaz aylarında partinin toplayacağı kongrede bu ön seçimlerde seçilmiş olan delegeler Demokrat parti’nin başkan adayını belirleyecek. Bugüne kadar yapılan seçimlerde Clinton 1.700 delegeden biraz fazlasını, Sanders ise 1.000’in az üzerinde delegenin desteğini sağlamış durumda. Fark büyük ama Sanders’ın skoru, kendine açıkça “sosyalist” diyen bir adayın ABD’nin iki büyük partisinden birinin tabanından aldığı desteğin yüksekliği bakımından akıl durdurucu. Ne oluyor? Bu fenomenin anlamı ne? Marksistler bu gelişme karşısında nasıl bir politik tutum belirlemeliler? Bu tezler, dünya kapitalizminin ve elbette emperyalist blokun en önemli ülkesindeki bu çok önemli gelişmeyi enternasyonalist bir bilinç ve sorumlulukla ele alma çabası içinde yazıldı.

Türkiye’den ABD hakkında taktik önermenin anlamı ne? Birincisi, dünyanın her yerinde olup biten proletarya enternasyonalistlerini ilgilendirir. Hem bütün ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesi bizim de bir mücadelemiz olduğu için, hem de oralarda olan bizi de etkileyeceği için. Hele hele bu ülke ABD ise! İkincisi, benzer durumlar bizde doğduğunda nasıl bir tutum benimsememiz gerektiği konusundaki kapasitemizi, bir ölçüde bugün başka ülkelerde yaşanan deneyimler karşısında zihnimizi işleterek geliştirebiliriz. Son tahlilde, bu egzersizi her gün yapıyoruz. Sosyalistlerin bazıları Chávez’i bir sosyalist olarak selamlıyor, bazıları çok daha eleştirel bakıyor. Çipras’a kimi güveniyor, kimi güvenmiyor. Bunların hepsi başka ülkeler için yollar seçmektir. Bu yazı bunu inceltiyor sadece.

Zaten uzun olan bir yazıyı daha fazla uzatmamak için bu sitede sürekli olarak üzerinde durulan ve Devrimci İşçi Partisi’nin döneme ilişkin değerlendirmelerinin temelini oluşturan birtakım kavramları (örneğin Üçüncü Büyük Depresyon, örneğin dünya devriminin üçüncü dalgası) açıklamadan kullanacağız.

Genel tablo

1) Seçimlerin her yerde ve her zaman sınırlı etkileri vardır. Ama bu sınırlar içerisinde ABD başkanlık seçiminin dünyanın en önemli seçimi olduğuna kuşku yok. 2016 seçimi ortaya uzun zamandan beri çıkmamış birkaç eğilim çıkardı. Bunlardan biri, bizce uzun vade için en önemlisi, ABD seçmeninin geçmişe göre çok daha fazla sağda ve solda kutuplaşmasıdır. ABD politik sistemi, birbirinden ancak kısmen farklılaşan iki büyük burjuva partisinin etkisi altında seçmeni genellikle merkeze doğru çeker. Ne var ki, 2008-2009’da bu eğilim tersine dönmeye başladı. İki büyük partiden daha sağda olanı, yani Cumhuriyetçi Parti içinde “Tea Party” (ABD tarihinde Britanya sömürgeciliğine karşı mücadelede önemli bir kilometre taşı olan 1773 “Boston Çay Partisi” olayına referansla kullanılır bu isim) adında, şekilsiz, programsız, öndersiz bir hareket başladı. Tea Party’nin ayırıcı özelliği, gericiliğiydi. 2008 seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan Yardımcısı adayı olan Alaska Valisi Sarah Palin de aynı gelişmenin yarattığı bir üründü. Şimdi Donald Trump ile birlikte bu gericilik eğilimi doruklarına tırmanmış bulunuyor. Trump, feminizmin evcilleşmiş olmakla birlikte çok yaygın bir ideoloji olduğu Amerikan toplumunda kadın düşmanıdır. Nüfusun beşte birine yakınının Latino/Latina (yani Latin Amerika kökenli) olduğu Amerikan toplumunda  “Meksikalıların hepsi tecavüzcüdür” gibi sözler söyleyebilen, ABD-Meksika sınırına duvar dikme vaatleri yapan bir adamdır. Bütün Müslümanlara Amerika’nın kapısını kapatacağını ilan edecek kadar yobaz bir adamdır. New York’ludur, ama Amerika’nın bu en sofistike kentinden çıkmış yarma gibi bir kentsel toprak ağasıdır. Kısacası, Amerikan politikasında 20. yüzyılın en gerici başkanı sayılabilecek Ronald Reagan (1981-1988) ve 21. yüzyılın şimdilik en gericisi George W. Bush (2001-2008) ile karşılaştırıldığında bile çok daha geride kalan bir adaydır. Politikacı bir geçmişi olmadığı için tek başına yükselmektedir. Bundan dolayı, “serseri mayın faşizmi” olarak adlandırılabilecek bir yeni akımdır. Üstelik, Cumhuriyetçi Parti tabanında gericiliğin yükselmesinin tek temsilcisi de değildir. Bu seçimlerde bu partinin dokuz aday adayı içinde Trump açık ara öne gidiyor; ikinci sıraya ise, Trump karşısında kazanma şansını hâlâ yitirmemiş bir aday olarak Ted Cruz yerleşmiştir. Cruz’un görüşleri gericilikte Trump’ınkilerle yarışmaktadır. Cumhuriyetçi Parti yönetimi, aygıtı ve Koch biraderler gibi zengin finansörleri her iki adaya da biraz ikrah, biraz nefretle bakmaktadır. Kısacası, kimi eyalette Cumhuriyetçi Parti tabanı yüzde 80 oranında gerici adaylardan yana tercih yapmaktadır. Trump, bir bakıma Avrupa’daki proto-faşizmin (ön-faşizm) ABD’deki tek tabanca temsilcisidir. Tabii, bu olgunun tam karşıt kutbunda bu yazı boyunca ele alacağımız, Amerikan tarihinde iki büyük partide görülmüş en sol aday olarak nitelenebilecek Bernie Sanders vardır. Sanders fenomenini bu kutuplaşma olgusu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

2) Demokrat Parti’nin aday adayları arasında en azından son yarım yüzyıldır ilk kez bu kadar büyük bir fark vardır. Elbette Barack Obama ile Hillary Clinton 2008’de yarışırlarken her ikisi de tarihsel bakımdan özel yanları vardı. Obama seçilirse ABD’nin ilk siyahi başkanı olacaktı, Clinton ise ilk kadın başkanı. Ama Obama 1950’li ve 1960’lı yılların kahraman siyahi mücadelelerinin sistemin dişlileri arasında evcilleşmesinin ürünü olarak ortaya çıkan siyahi burjuvazi ve küçük burjuvazinin yeni yetme bir politikacısıydı. Onun döneminde siyahilerin durumunda en ufak bir değişiklik olmadı. Afro-Amerikalı olarak anılan siyahi toplum içinde 1960’lı yıllardan sonra ortaya çıkan en önemli hareket olan “Black Lives Matter” (Siyahilerin Hayatı da Önemlidir) polis devamlı siyahileri sokakta katlettiği için 2013’te, Barack Obama döneminde kuruldu! Hillary Clinton eski Demokrat başkan Bill Clinton’ın (1993-2000) eşidir ve Wall Street’in en sevdiği politikacılardan biridir. Sanders ise, ABD’nin politik hayatının mutlak hâkimi konumunda olan iki parti sisteminin dışından gelmektedir. 1991’den 2006’ya dek Temsilciler Meclisi’nde, o tarihten itibaren de Senato’da Vermont eyaletini temsil etmiştir. Ama bağımsız olarak ve kendini hep “sosyalist” olarak anarak. Yani Demokrat Partili değildir. 2016 başkanlık seçimi için Demokrat Parti’ye dışarıdan aday olmuştur. Bu, solun başka adaylarının, mesela 1996’dan 2008’e kadar başkanlık seçimlerinde adaylığını bağımsız olarak koyan ve belli bir destek bulan Ralph Nader’ın tutumundan çok farklı bir taktiktir. Sanders, Demokrat Parti’den aday olmakla birlikte şimdilik görüşlerini değiştirmiş görünmüyor. İlerisini aşağıda tartışacağız. Clinton ile Sanders’ın arasındaki farkı en çok, Amerikan siyasetinde başrolü oynayan kampanya finansmanını nasıl sağladıklarını karşılaştırarak anlayabilirsiniz. Clinton, Wall Street bankalarına her defasında 100 binlerce dolar alarak yaptığı konuşmalardan (bunun gizli seçim finansmanı olduğundan kuşkunuz mu var?) ve büyük kapitalist şirketlerden kampanya yoluyla elde ettiği finansmanla yarışırken, Sanders kapitalistlerden para almamaktadır. Kampanyasına gelen bağışların ortalaması 36 dolardır! Bu sayededir ki, Wall Street’in ayrıcalıklarına son vereceğini, zenginleri çok yüksek düzeyde vergilendireceğini, bu vergilerden topladığı parayla ABD tarihinde ilk kez parasız bir sağlık hizmeti oluşturacağını, yine ilk kez parasız yüksek eğitim sağlayacağını, asgari ücreti tek defada yüzde 60-70 arttırarak saat başı 15 dolara çıkartacağını ilan edebilmekte, bu yüzden de işçi, emekçi ve yoksulların yanı sıra gençlikten büyük bir destek görmektedir. Görüldüğü gibi, Sanders’ın programının sosyalizm ile hiçbir ilişkisi yoktur. Kapitalizmi işçi sınıfı ve yoksullar lehine reforme etmeyi savunmaktadır. Ama ABD’de sınıf mücadelelerinin içinde bulunduğu ortam bakımından bu son derecede ilerici, daha önemlisi sınıf temelli bir programdır.

3) Elbette, söz konusu olan ABD olunca, adayın ülkesinin emperyalist konumu ve politikaları hakkındaki fikirleri ve dış politikadaki tutumu da büyük önem taşıyacaktır. Bernie Sanders Marksist olmadığına göre Leninist anlamda anti-emperyalist bir tutuma sahip olması söz konusu olamaz. Ama ABD’nin gerek politik ve askeri alanda, gerekse ekonomik planda izlemesi gereken hat konusunda konuştuğunda bir nokta berrak biçimde açığa çıkmaktadır: Sanders ABD emperyalizminin politikalarına bir bütün, bir sistem olarak yaklaşmakta ve bu politikaların emperyalist doğrultusunu reddetmektedir. Son günlerde televizyonda Hillary Clinton’la yaptığı bir tartışmada kendisine Nikaragua’da Sandinista devrimini desteklemiş olmaktan ve Küba’da Castro rejimine olumlu yaklaşmış olmaktan pişmanlık duyup duymadığı sorulduğu zaman şöyle cevaplıyor: “Bunun anlamı şuydu: ABD Küba’yı işgal etmeye çalışmakla hata yapmıştı, ABD Nikaragua hükümetini devirmeye çalışan insanları desteklemekle hata yapmıştı, ABD 1954’te, Guatemala’nın demokratik biçimde seçilmiş hükümetini devirmeye çalışmakla hata yapmıştı. Latin Amerika ile ilişkilerimizin tarihi boyunca Monroe Doktrini denen yaklaşım çerçevesinde davrandık; bu doktrin ABD’nin Latin Amerika’da her istediğini yapma hakkına sahip olduğunu ileri sürüyordu. Ben de kalktım Nikaragua’ya gittim ve hemen ardından Reagan yönetiminin o ülkenin hükümetini devirme çabalarına karşı çıktım. Daha önce de Kissinger’ın Şili’de Salvador Allende hükümetini devirme çabalarına karşı çıkmıştım. Bence ABD dünyanın her yerindeki hükümetlerle işbirliği yapmalı, rejim değişikliği girişimlerinden kaçınmalıdır. Ayrıca, unutmayın ki, bütün bu yapılanlar Latin Amerika’da çok güçlü Amerika karşıtı duygulara yol açtı. İşte bunu söylüyordum.” Sanders’ın burada özellikle Küba konusundaki tutumu epeyce cüretkâr olarak kabul edilmelidir, çünkü Küba Amerikalı yurttaş için hiç tartışmasız “komünizm” olmuştur hep. Bunun da ötesinde, ABD politik atmosferinde şu cümle, yaklaşımı ileri düzeyde sistematize etmektedir: “Bence ABD dünyanın her yerindeki hükümetlerle işbirliği yapmalı, rejim değişikliği girişimlerinden kaçınmalıdır” (Vurgu bizim. ) Bu sözleri bugün söylüyor olması da seçim meydanlarında ortalama ABD yurttaşının tepkisini dahi göze aldığının bir delilidir. Ekleyelim ki, Sanders’ın emperyalizme karşı çıkışı siyasi ve askeri alanla sınırlı değildir. Kapitalist sınıfa, Wall Street’e ve büyük tekellere saldırdığı ölçüde zaten onların emperyalist faaliyetlerini savunuyor olamaz. Ama daha önemlisi, 1994’ten beri yürürlükte olan NAFTA’ya olduğu gibi, ABD’nin son dönemde AB ve Asya’nın çeşitli ülkeleriyle pazarlığını yürütmekte olduğu Atlantik ve Pasifik serbest ticaret bölgelerine de cepheden karşı olmasıdır. Sanders, emperyalizmin politikaları konusunda her zaman tutarlı davranmamıştır. Irak savaşına (Hillary Clinton’dan farklı olarak) karşı oy kullanmakla birlikte, 1990’lı yıllarda yaptırımlar vb. konularında olumlu oy kullanarak hata yapmıştır. Bugün Ortadoğu savaşı konusunda doğru bir tavra sahip değildir. Ama sistematik bir anti-emperyalist görüşe sahip olması, bu hataların kendisine karşı kendi görüşleriyle bir çelişki olarak gösterilme yoluyla eleştirilebilmesine kapı açıyor. Yani Sanders’ın sistematik “rejim değişikliği” karşıtlığı, hassas anlarda ABD’li devrimci Marksistlerin elini güçlendiriyor. Bütün bunların ışığında Sanders’ı her zaman tutarlı olamayan bir emperyalizm karşıtı olarak niteleyebiliriz.

Sanders fenomeninin dinamikleri

4) Trump’ın “serseri mayın faşizmi”nin karşısında, bir benzetme ile “tek tabanca sosyalizmi” olarak anılabilecek Sanders aday adaylığının bu kadar büyük bir destek görmesini nasıl açıklamalıyız? Okuyucuyu çok aşina olmayabileceği ABD politikasının bazı önemli ayrıntıları konusunda bilgilendirmek için girişi uzun tuttuk, ama şimdi açıklamalarımızı kısa tutabiliriz, çünkü Sanders fenomeni, 2008’den bu yana yapmakta olduğumuz tahlilin yeni bir doğrulanmasından başka bir şey değildir. Sanders, Üçüncü Büyük Depresyon’un ve onun yarattığı genel ortamda hayat bulmuş olan, dünya devriminin üçüncü dalgasının çocuğudur. 74 yaşındaki bir politikacıya ikinci siyasi doğumunu hediye etmiş olan, bu ortamdır. Büyük Depresyonlar, baştan beri söylediğimiz gibi, politik hayatı bir yanda gerici/faşist, öte yanda sınıf mücadelesinin yükselişine yaslanan akımlar arasında kutuplaştırır. Bu, Avrupa’da bir yanda ön-faşist hareketlerin büyük başarısı, öte yanda ise hem 2011 ve sonrasının büyük kitle hareketleri, hem de Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Portekiz’de Sol Blok gibi güçlerin yükselişi biçiminde kendini göstermiştir. Bu kutuplaşmanın da ötesinde Üçüncü Büyük Depresyon, bizim dünya devriminin üçüncü büyük dalgası olarak adlandırdığımız devrim ve isyanlar dizisini doğurmuştur. Arap devrimlerinden (Mısır, Tunus, Yemen, Bahreyn, ilk altı ayında Suriye) İspanya ve Yunanistan’daki “meydanlar hareketi”ne, Gezi sonrası halk isyanı ve Rojava’dan Brezilya’ya bu üçüncü dalga kapitalist dünyanın çeşitli bölge ve ülkelerinde kale duvarlarını dövmüş ama ilk birkaç zaferden sonra başarısız olmuştur. Bu dalga ABD’yi de vurmuştur. 2011 bahar aylarında Wisconsin eyaletinde kamu emekçilerinin sendikal haklarına yönelen saldırı karşısında eyalet yönetiminin binası işgal edilmiştir. Yılın sonlarında ise New York’ta “Occupy Wall Street” (Wall Street İşgali) hareketi olarak başlayan ve sonra ülkenin yaklaşık 50 ayrı yerine sıçrayan protesto hareketleri, bütünüyle 2008 krizinden sonra doğan ortamın ürünü olmuştur. Yüzde 99’un yüzde 1’e karşı mücadelesi mecazı Amerika’dan bütün dünyaya doğru yayılmıştır. Wall Street İşgali hareketinin en önemli yanı, geçmişte “kimlik”ler etrafında bölünmüş olan toplumsal hareketi, yüzde 99 mecazıyla sınıf sorunları çevresinde birleşmeye bir çağrı olmasıdır. Sanders fenomeni bu hareketin ürünüdür.

5) Dünya devriminin üçüncü dalgası 2011-2013 arasında açık devrimci bir karakter gösterirken, 2013 Temmuz ayında Mısır devriminin Bonapartis bir darbe ile yenilgiye uğraması sonrasında geri çekilmiştir. Ancak devrimci dalganın dinamikleri bütünüyle ortadan kalkmamış, farklı, daha yumuşak, daha alçakgönüllü yöntemler benimsemiştir. Bu ikinci evrede emekçi halk kitleleri parlamenter yolu test etmektedir. Devrimci taarruz, en önemli faktör olarak devrimci sınıf partilerinin yokluğu dolayısıyla yenilgiye uğrayınca ya da geri çekilince, halk da var olan reformist, parlamentarist güçleri sınamaya yönelmiştir. Syriza, Podemos, Sol Blok, Jeremy Corbyn, hepsi aynı olgunun, bazı bakımlardan elbette önemli farkları olan ifadesidir. Sanders da işte bu zincirin şimdilik son halkasıdır.

6) Corbyn ile Sanders arasında bazı paraleller olduğuna, Corbyn ve İşçi Partisi üzerine tezlerimizde değinmiştik. Burada bunların en önemli ikisine değinelim. Birincisi, postmodern ve sol liberal bir “sosyalist” geleneğin üstün hâle gelmiş olduğu bir toplu durumun ürünü olan Syriza-Çipras odağından, hatta bazı bakımlardan eski soldan biraz daha fazla iz taşıyan Podemos-Iglesias ikilisinden farklı olarak, Sanders ve Corbyn neredeyse bir uluslararası devrimci dalga olan 1968 yükselişinin ürünüdür. Dolayısıyla sınıf meselelerinde başka her şey eşit olmak kaydıyla bu sonuncuların daha sağlam bir pozisyona sahip olmalarını beklemek gerekiyor. Çipras ve Iglesias, halka, Sanders ve Corbyn’den daha çabuk ve daha kolay ihanet edebilir. (Nitekim Çipras önce iki ayın, sonra da altı ayın sonunda bir hain olduğunu tescil ettirmiştir!) İkinci önemli fark şudur: Çipras ve Iglesias, kendi toplumlarının sola savrulmasının sonucudur. Bu sola savrulma, özellikle Yunanistan söz konusu olduğunda hâlâ devam etmektedir. İspanya’da dahi, özel olarak mortgage’ini ödeyemeyenlerin konutlarının haczedilmesine karşı hareket ve Katalonya’daki dev bağımsızlık dinamiği göz önüne alındığında, toplumsal muhalefetin yükselişinin devam etmekte olduğu söylenebilir. Oysa toplumsal muhalefet ABD’de Wall Street’ten sonra bir süreklilik gösterememiştir, Britanya’da ise en baştan itibaren zaten öteki üç ülkenin düzeyine erişememiştir. Öyleyse, Çipras ve Iglesias kendi toplumsal hareketlerinin önünde bir fren rolü oynayabilir. Nitekim, Yunanistan’da Temmuz başında halk, referandumdaki tartışılmaz zaferle büyük bir atılım yapmışken Çipras döneklik yaparak mücadelenin ateşi üzerine soğuk su atmıştır. Oysa Sanders  ve Corbyn, nispeten daha durgun olan toplumlarının önündedirler, onu ileri çekebilecek bir kapasiteye sahiptirler. Bu, Marksistlerin bu ikiliye yaklaşımı ile Çipras ve Iglesias önderliklerine karşı tutumu arasında bir asimetri yaratır.

Canavarın kalbinde kıpırtılar

7) Corbyn ve İşçi Partisi üzerine tezlerimizde, Yunanistan’daki sola kayış ile Britanya’dakini karşılaştırırken, Corbyn’in Çipras, Labour’ın (İşçi Partisi’nin) Syriza, Britanya’nın da Yunanistan olmadığını vurgulamıştık. Sanders’ı ele alırken işe üçüncüsünden başlamak en doğrusudur. Britanya Yunanistan değildir, ABD ise hiçbir ülke ile karşılaştırılamaz. ABD emperyalist hâkimiyetin bekasının merkezi gücü, dünya kapitalizminin işleyişinin de kalbidir. Dolayısıyla, ABD’de bir “sosyalist”in kitlelerden böylesine destek alabilmesi, başta o ülkede olmak üzere uluslararası burjuvaziyi son derecede ciddi biçimde rahatsız edecektir. Bernie Sanders’ın ABD politikasındaki sesinin ilk fırsatta kısılması, ABD ve dünya burjuvazisi için bir önceliktir. Canavarın kalbinde, işçi-emekçi halkın ve gençliğin huzursuzluğu siyasi ifade bulmaya devam etmemelidir.

8) Sanders ve Corbyn olguları bir araya getirildiğinde ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Anglo-Sakson kapitalizmi, elbette İngilizce konuşulan başka ülkelerden (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda vb.) çok daha fazla ABD-Britanya özel ittifakı, sermayenin işçi sınıfına ve öteki emekçilere karşı neoliberal taarruzunu başlatalı beri, dünya sisteminde ABD’nin büyük gücüyle bile orantısız bir etki gücü kazanmıştır. Son 40 yıla yakın süredir, somut olarak 1979’dan bu yana, dünya çapında sermayenin stratejisini büyük ölçüde bu iki ülke belirlemekte, öteki ülkeler, bu arada kıta Avrupası kendilerini bu stratejiye adapte etmeye çabalamaktadır. Bu iki ülke Margaret Thatcher’ın ve Ronald Reagan’ın ülkeleridir. Yani Anglo-Sakson ülkelerde sağ, “serbest” piyasacı, özelleştirmeci fikirlerin hâkimiyeti kapitalizmin krizin fırtınasını göğüslemekteki en büyük kozlardan biriydi. Şimdi Sanders ve Corbyn’in kendileri değil, onları yükselten toplumsal dinamikler bu üstünlüğü sarsmaktadır. Emekçi halk kitleleri, Mısır’da, Tunus’ta, Yunanistan’da veya Türkiye’de hükümetleri, rejimleri ya da toplumsal düzenleri devirdiğinde bu çok önemlidir, ama dünya sistemi açısından, satranç terimleriyle söylersek, bir piyonun, bir atın, bir kalenin, bir filin devrilmesi demektir. Ama bu iki Anglo-Sakson ülkesinde emekçi kitlelerin bu amaçla ayağa kalkması bile dünya düzenine “Şah” demektir!

9) Britanya ile ABD arasında hem dünya düzeni içinde tuttukları yerin önemi, hem de sermayelerinin gücü ve faaliyetleri bakımından önemli farklar var. Ama biz burada konumuzu doğrudan ilgilendiren bir fark üzerinde duracağız. Corbyn ve İşçi Partisi’ni tartışırken, bu partinin 1997’den itibaren önderi olan, o dönemin başbakanı Tony Blair’in “New Labour” (Yeni İşçi Partisi) adı altında gösterdiği bütün çabalara rağmen bugün hâlâ bir işçi partisi olduğunu, Lenin’in ifadesiyle bir “burjuva işçi partisi” karakteri taşıdığını söylemiştik. Ancak, yeni yetme partiler olan ve daha bürokratikleşmeye ve düzenin rüşvetini yemeye vakit bulamamış Syriza ve Podemos gibi partilerden farklı olarak İşçi Partisi’nin, uzun bir tarihsel süreç sonunda düzenin asli bir dayanağı hâline gelmiş olduğunu belirtmiştik. Sanders’ın başkan adayı olmaya çalıştığı Demokrat Parti ise bir işçi parti bile değildir. Tersine, Amerikan burjuvazisinin iki ana partisinden biridir. Dolayısıyla, geçen yazıda ulaştığımız, Corbyn ağzıyla kuş tutsa, ki tutmayacaktır, Labour’ı ciddi bir değişim aracı olarak kullanmak olanaklı değildir sonucuna şunu ekleyebiliriz: Sanders dünyanın en esaslı proleter devrimcisi bile olsa, Demokrat Parti’yi işçi sınıfına ve halka ciddi bir dizi kazanım getiren bir yola sokamaz. Yani bu yazıyı okumakta olan ve bizim siyasi düşüncelerimizi tanımayan bazı okuyucuların sanabileceği gibi, biz Sanders’ı herhangi bir konuda “umut” olarak görmüyoruz. Sanders dürüst olabilir, 1968’in düzene karşı mücadele ruhunu hâlâ taşıyor olabilir. Ama Demokrat Parti listesinden başkan bile seçilse, ülkenin geleceğini köklü olarak değiştirmesi olanaklı değildir. Biz, Sanders’ı sadece bir sonuç olarak önemsiyoruz. Sanders, kendisini destekleyen halkın ve gençliğin mücadele dinamiklerini ortaya çıkardığı ölçüde önemlidir bizim için.

Marksizmin taktikleri

10) Marksizm adını hak ediyorsa, bu kitleyle, bu halkla, bu gençlikle buluşmanın yollarını aramalıdır. Kitlenin bugün Demokrat Parti gibi, emperyalizmin partisi olan bir odak içinde hareket ediyor olması bu işi çok zorlu bir görev haline getiriyor. Ama kitleler kendini “sosyalist” olarak ilan eden bir adayın etrafında kenetlenmeye başlıyorsa, Marksizmin görevi, birçok Amerikan sosyalistinin bugün büyük başarıyla (!) yaptığı gibi, saha kenarından Sanders’ın “sosyalist olmadığını” bağırmak değil, bunu kitleyle buluşarak ona kendi deneyimiyle göstermek olmalıdır. ABD’li devrimci Marksistler sadece Sanders’ı teşhir ederek bir şey kazanamazlar. Daha ince ince örülmesi gereken bir taktik yaklaşım gereklidir. Bu taktiklerin somut biçimlenişi, ancak alandaki güç dengelerini, özellikle de bu göreve soyunacak devrimci Marksist örgütlerin gücünü yakından bilmeye dayanır. Bu açıdan bizim burada söyleyeceklerimiz hem temkinli ilk önermelerdir, hem de en somut taktik önlemlere girmeyecektir. Bir bakıma, tartışmaya açılacak öneriler olarak okunmalıdır.

11) ABD’de sosyalistler açısından en önemli tartışmalardan biri “Üçüncü Parti” olarak ifade edilir. Burjuvazinin yerleşik iki büyük partisinin siyasi hayat üzerinde tekeline son verebilecek, düzenin bir ölçüde karşısında bir “Üçüncü Parti”nin gerekliliği hep ileri sürülür. Sosyalistler arasında daha proleter eğilimde olanlar ise, “Üçüncü Parti” fikrini bu genelliğinin ötesinde bir “İşçi Partisi” fikrinde somutlaştırır. Bu, Marksist literatürde “kitlesel işçi partisi” (ya da Türkçe’ye yanlış çeviri yüzünden yerleşen terimle “işçi kitle partisi”) olarak anılan bir parti tipidir. Bu tip parti, sadece programatik ve örgütsel bakımdan sıkı bir şekilde Leninizmin ilkelerini izleyen devrimci proleter partileri değil, işçi ve emekçi sınıfların bağrından, hatta toplumun diğer ezilen kesimleri içinden çıkacak bütün akımları bir araya getiren bir birleşik partiye denk düşer. Elbette genel olarak solun, özel olarak da devrimci proleter akımların zayıflığı bu modelin yaygın ilgi görmesinin esas nedenidir. Başkaları için mücadelenin asli ve nihai aracı olarak kabul görebilecek olan bu model, devrimci Marksistler açısından, işçi sınıfının öncüsünü sağlam bir program ve demokratik merkeziyetçilik temelinde örgütleyecek Leninist bir partiye gidişte taktik bir adım olabilir ancak. Sanders fenomeni, ABD’nin işçi sınıfını ve onun çevresinde başka ezilen katmanları (siyahileri, Latino nüfusun özellikle yasadışı göçmenliğin ağır koşullarını yaşayan katmanlarını, mücadele eden kadınları, gençliği, Amerika yerlilerini) iki büyük burjuva partisinin hegemonyasından kurtarmada bir ilk adım olacak olan bu taktik yönelişte önemli bir somut fırsat olarak görülebilir.

12) Sanders, Hillary Clinton karşısında aday adaylığını kazanamaz. Bunun esas olarak beş temel nedeni vardır. Birincisi, Sanders Clinton’dan farklı olarak ülke çapında tanınan bir politikacı değildir. Bunun sonucunda birçok kesimin oyunu alabilecekken sırf Clinton daha iyi tanındığı için bu kesimlerin oyları Clinton’a gitmektedir. En çarpıcı örnek güney eyaletlerinin siyahileridir. ABD’deki siyahi toplum, aslında sosyolojik ve politik olarak epeyce keskin biçimde ikiye ayrılır. Güney eyaletlerinde daha kırsal ve muhafazakâr bir yaşam tarzı sürdüren siyahiler ile köleliğin ilgasından sonra kuzeyin sanayi ve finans merkezlerine göçmüş, gettolarda yaşayan, bir kısmı işçi, bir kısmı ise işsiz ve yoksul metropol siyahileri. Her iki kesim de geleneksel olarak Demokratlara oy verir, ama Güney’in siyahileri çok daha muhafazakâr bir dünya görüşüne sahiptir, Kuzey’inkiler ise daha radikal akım ve şahsiyetlere de destek olmuştur. Bir bakıma, çok kabalaştırmak pahasına denebilir ki, Martin Luther King Jr. Güney’in, Malcolm X ve kara Panterler Kuzey’in çocuğudur. İşte Sanders ülke çapında tanınmadığı için Güney’in bu muhafazakârlığını kıramamıştır, Güney eyaletlerinde siyahiler bazen yüzde 80-90 oranlarında Clinton’a oy vermektedir. Bugün aranın bu kadar açılmasının bir nedeni budur. İkincisi, ABD’de seçimi esas olarak para kazanır. Clinton’ın mali gücü burjuvazinin çok farklı kesimlerinden, özellikle de finans sermayesinden, ilaç şirketlerinden, petrol şirketlerinden vb. aldığı destek dolayısıyla Sanders’dan çok daha yüksektir. Üçüncüsü, somut tarihi nedenlerle, en çok da Soğuk Savaş’ın emperyalist kamptaki önderi olduğu için Amerika’nın siyasi kültüründe komünizm neredeyse tabudur. Kendine “sosyalist” diyen Sanders Amerikan burjuvazisi tarafından “komünist” olarak kodlanmıştır. Bu yüzden kitlelerden Clinton’ı yenilgiye uğratacak ölçüde bir destek alması çok büyük bir ihtimalle mümkün olmayacaktır. Dördüncüsü, “gerçekçilik” argümanıdır. Sanders’ın söyledikleri doğru olabilir, ama bu fikirler geçekleştirilemeyecek kadar uçuktur, bir bakıma ütopiktir, denmektedir. Üstelik bu uçuk fikirler karşısında Amerikan halkı Trump’ı tercih eder. İlkini tartışmayacağız, çünkü bu bütün burjuvaların bütün solcu, düzenle çelişen politikalar karşısındaki argümanıdır. Ama ikincisi çok ciddi bir sakatlıkla malûldür. Demokrat Parti’nin adaylığına Sanders değil de Clinton seçilirse, geleneksel olarak Demokrat Parti’ye eğilimli olan işçi sınıfının hatırı sayılır kesimleri yüzlerini Trump’a dönecektir. (Bkz. bu sitedeki “Teşekkürler, Antonio Caracciolo” başlıklı yazımız, http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/tesekkurler-antonio-caracciolo.) Demek ki, Sanders’ın adaylığının Amerikan halkını toptan yabancılaştırdığı tezi doğru değildir. 8 Mart 2016 günü Michigan eyaletinde yapılan ön seçimde, kamuoyu yoklamalarında 20-30 puan arkada görünen Sanders’ın Clinton’ı yenilgiye uğratması, çok önemlidir. Michigan ABD oto sanayinin kalbidir. Bu olay, Sanders’ın işçi sınıfının kol emeği bileşenine propaganda yaptığında ne kadar etkili olabildiğini göstermektedir. Nihayet, Demokrat Parti’nin ağır topları olan “doğal delegeler” (“super delegates”) neredeyse istisnasız biçimde Clinton’a oy verecektir. Bu, bir burjuva partisi olarak Demokratların “sosyalist” Sanders’ı kusmasının somut biçimidir. Yukarıda Clinton’ın şimdiden 1.700’ün üzerinde delegenin oyunu garantilediğini, Sanders’ın ise 1.000’in biraz üzerinde delegeye ulaşabildiğini söylemiştik. Oysa bu rakamlar ön seçimlerin sonuçların değildir. Yuvarlayarak söyleyelim, hatırda kolay kalsın: 700 “süper delege”den 675’i Clinton’a yatkındır, sadece 25’i Sanders’a. Toplam rakamları hatırlayın: 1.700’e karşı 1.000. Yani 700 fark. “Süper delegeler”de fark kaç? 650! Öyleyse,Clinton ile Sanders seçimlerde eşit sayıda delege kazanmıştır; Clinton’ın üstünlüğü Demokrat Parti aygıtının bürokrasisinden geliyor! Anlıyor musunuz?

13) Demek ki, Sanders konusunda tartışmaya değecek taktik hat, Sanders’ın Demokrat Parti’nin adaylığını Clinton’a kaybetmesi sonrasına ilişkindir. Devrimci Marksistler ve genel olarak sosyalistler ve sol, ön seçimin yitirilmesinden sonra Sanders’ı bağımsız olarak adaylığını koymaya çağırmalıdır. Sanders muhtemelen aylarca içinde mücadele ettiği partiye aniden sırtını dönmeyecektir. Ancak adaylığı sırasında kurduğu ilişkiler ve kendisini destekleyen taban ikna edilebilirse, Sanders da ikna olabilir. Bu nedenle sosyalistler Demokrat Parti’nin yaz aylarında toplanacak olan kongresinden aylar önce, Sanders’ın ön seçimi kaybedeceği kesinleşir kesinleşmez, bağımsız adaylığın propagandasını yapmaya başlamalıdır.

14) Buna karşı ılımlı, liberal, postmodern, ekolojist solda, “Trump karşısında oyları bölmeyin” propagandası başlayacaktır. Bu argüman ilk bakışta su geçirmez bir sağlamlığa sahip gibi görünüyor. Ama aslında göründüğünden çok daha kuşkuludur. Bunun birinci neden yukarıda belirtildi (bkz. Tez 11): Sanders’ın seçimde olmaması, ilginç bir etkiyle Trump’ın oylarını arttırabilir. Bugün işçi hareketinin bürokrasisi Sanders’dan çok Clinton’a destek vaat etmektedir. Ülkenin tek büyük konfederasyonu AFL-CIO henüz tavrını açıklamamıştır, ama bu merkeze bağlı 10 sendika Clinton’a oy çağırmıştır, sadece üçü ise Sanders’a. Bu anlaşılır bir şeydir: Sendika bürokrasisi bir ölçüde Demokrat Parti merkezi ile arayı iyi tutmaya ayarlıdır. Demokrat Parti merkezi ise Sanders’a karşı, Clinton’dan yanadır. Tabandaki işçilerin tavrı ise çok farklı olacaktır. ABD’nin “Rust Belt” (“Pas Kuşağı”) olarak anılan sanayi eyaletlerinde (Ohio, Michigan, Pensilvanya, Illinois, Wisconsin, West Virginia, Indiana vb.) ön seçimler yeni başlıyor. (Yukarıda sözünü ettiğimiz Michigan ilktir.) İşçi sınıfının Clinton ile Sanders arasında nasıl bir seçim yaptığını izlemek çok ilginç olacaktır. İkinci olarak da “Bloomberg faktörü” olarak anılabilecek bir olasılıktan söz etmek gerekir. Michael Bloomberg, son derecede zengin bir finans kapitalistidir. New York’un uzun yıllar boyu belediye başkanlığını yapmıştır. Bir bakıma Trump’ın benzeridir. Ama ondan farklı olarak son derecede ılımlı bir Cumhuriyetçidir. Trump ön seçimi kazanırsa, Bloomberg’ün ılımlı Cumhuriyetçiler tarafından ona alternatif olarak bağımsız aday statüsüyle seçime girmesi söz konusu olabilir. Bu taktik, geçekleşirse, tam tersine Clinton’ın oylarını bölerek Trump’ın eline oynayabilir. Oysa Bloomberg’ün Sanders’ın oylarını alması neredeyse imkânsızdır. Ne var ki, Bloomberg son günlerde bir açıklama yaparak Trump’ın (ya da onun kadar gerici bulduğu Ted Cruz’un) eline oynamamak için seçime girmeyeceğini açıklamıştır. Bunları söyledikten sonra eklenmeli: Sanders’ın seçime bağımsız aday olarak girmesi muhtemelen Clinton’a Trump’tan daha fazla oy kaybettirecektir. Dolayısıyla, oyları bölme argümanı bir ölçüde geçerlidir. Ama yükselen “serseri mayın faşizmi”ne karşı en önemli baraj seçim kazanmak mıdır, yoksa faşizme baraj kurabilecek toplumsal güçleri, en başta da işçi sınıfını örgütlemek midir?

15) İşte “oy bölme” argümanı, Trump’ın “serseri mayın faşizmi” ile mücadele açısından bu en önemli noktayı ihmal eder. Avrupa’nın deneyimi, kendini daha solda göstermeye çalışan siyasi güçlerin (Avrupa’da özellikle sosyal demokrasinin, ABD’de Demokrat Parti’nin) sermayenin neoliberal taarruzuna destek olduğu ölçüde, faşizmin, ön faşizmin, ırkçılığın güçlendiğini göstermiştir. Clinton tam da böyle bir adaydır. Trump’ın hiç de neoliberal politikalar savunmadığı, yasadışı göçle mücadele vaadinin yanı sıra yüzde 35’lik bir gümrük duvarı ile ABD sanayisini koruma sözü verdiği, işçilerin ve yoksulların geçmişte elde ettiği hakların korunacağını açıkladığı göz önüne alınırsa, bu programın aynen Fransa’da Marine Le Pen’in demagojik programı gibi işçi sınıfı çıkarlarına oynadığı anlaşılır. (Bu argümanın ayrıntıları için bkz. http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/tesekkurler-antonio-caracciolo.) Faşizme ve gericiliğe karşı, işçi ve emekçilerin çıkarlarını savunan bir güçlü blok en önemli panzehirdir. Oylar bölündüğü için Trump kazansa bile karşısında mücadele için bilenmiş önemli bir güç bulacaktır. Oysa Sanders bağımsız aday olarak seçime girmezse Clinton’ın temsil ettiği ideoloji faşizm ve gericilik karşısında bir yumuşak karın özelliği gösterecektir. Bunun da ötesinde ABD seçim sisteminin bir özelliği dolayısıyla, Sanders’ın seçime girmesiyle Trump kazansa bile meşruiyeti zayıflayacaktır. Başkanlık seçimlerinde üç güçlü aday olduğunda, bazı eyaletleri üçüncü aday konumundaki Sanders alırsa (en azından kendi eyaleti Vermont ve komşuları, belki de Michigan ve başka işçi eyaletleri için söz konusu olabilir bu) hiçbir aday seçilmek için yeterince destek alamayabilir. Bu durumda iş Kongre’ye gidecektir. Bu, Sanders’ı Amerikan politikasının en güçlü üç isminden biri haline getireceği gibi, Trump’ın da halk tarafından seçilmemiş bir başkan konumuna düşmesine yol açacaktır. (Kongre’nin Cumhuriyetçi çoğunluğuna rağmen Trump’ı seçeceği de hiç kesin değildir!)

16) Tekrarlıyoruz: Bütün bunlar Bernie Sanders’ın işçi sınıfına, emekçilere ve ezilenlere ne kısa ne de uzun vadede kurtuluş getirebileceği fikriyle hiçbir bağıntı taşımıyor. Sanders, onyıllardır düzenin sınırları içinde çalışmış, halk yanlısı, ilerici bir politikacıdır. Önemli olan, ona yüzünü çeviren milyonlarca işçi, emekçi, ezilen kesimlerden insan ve gençtir. Bunları Sanders ile birlikte burjuva partilerinin pençesinden kurtararak bir işçi sınıfı odağı etrafında bloklaştırmak ve ardından bu blokun içinden bir devrimci odak çıkartmak—işte devrimci Marksistlerin amacı bu olmalıdır.

17) Bugün dünya çapında yaşanan devrimci dalganın ikinci evresinden geçiyoruz. Kitleler, bir önceki başlangıç evresinde çeşitli ülkelerde yapılan cüretkâr atakların yeterince hazırlığa dayanmadığı ve örgütsüz olduğu (yani devrimci partilerin yönlendirmesinden yoksun olduğu) için yenildiğini gördüler. Şimdi parlamenter yolu test ediyorlar. Bu yoldaki deneyimlerinde onlardan bir adım önde olmak, o deneyimleri doğru yorumlamalarını sağlamak, çıkarılan dersler ışığında daha sağlam örgütlenmeleri kitlelere sunmak ve onları devrime doğru çekmek—bugün devrimci Marksistlerin görevi bu: Devrimci dalganın ikinci evresinin çelişkilerinden hareketle, onları değerlendirerek, yeniden isyan ve ayaklanma biçimlerine dayanan, ama kitlelerin daha örgütlü ve bilinçli olduğu yeni bir sentezi temsil eden üçüncü evreye geçmek.