Avrupa, Ortadoğu ve Balkanlar'da devrimci ve enternasyonalist bir alternatifin temelleri masaya yatırıldı

3. Avrupa-Akdeniz Konferansı'nın ikinci günü Avrupa, Ortadoğu ve Balkanlar üzerine sunumlar ve tartışmalarla geçti. Açılışta yapılan ana sunuşun üzerine tartışmaların yapıldığı ilk oturumda İtalya'dan PCL (Komünist İşçi Partisi) liderlerinden Marco Ferrando, Yunanistan'daki son gelişmelerin genel olarak Avrupa çapındaki etkileri üzerinde durdu. Ferrando, Çipras'ın ihanetiyle birlikte Avrupa Birliği'nin ve hakim sınıfların, başka bir alternatifin olmadığına dair ideolojik saldırılarını güçlendirme olanağına kavuştuğunu söyledi. Ayrıca, tüm Avrupa'da yükselen aşırı sağ ve faşist hareketlerin de "sol bir hükümet" yönetimindeki Yunanistan'ın Almanya himayesi altına girmiş bir sömürge devlete dönüşmesine dair demagojiyi fazlasıyla kullanacağını ekledi. Bunların karşısında hakim sınıflarla proletaryanın ve yoksul halkın beraber kazanabileceği bir seçeneğin olmamasının esas gerçek olduğunu ifade eden Ferrando, sadece Yunanistan'da Syriza'nın değil, İspanya'da da Podemos'un demokratik ve reformist bir Avrupa hayallerinin hiçbir anlamı kalmadığının altını çizdi. Ferrando, tüm Avrupa'da devrimci partilerin inşasının mutlak bir gereklilik olarak yükseldiğini, Syriza modelini benimseyenlerin er ya da geç onları destekleyen ezilen kitlelere Çipras gibi ihanet edeceğini vurguladı. Fransa'da NPA (Yeni Antikapitalist Parti) çoğunluğunun, Syriza'yı bir reformist alternatif olarak benimsediğini, PCL ve EEK'in ise akıntıya karşı kürek çekerek reformist hayallere karşı savaştığını ve şimdi devrimci çizginin önünün açık olduğunu ifade etti.

Devrimci İşçi Partisi adına Armağan Tulun yoldaşımız bir konuşma yaparak partimizin görüşlerini aktardı. 2011'den beri Akdeniz'i dünya devriminin yeni havzası olarak nitelendirdiğimizi aktaran yoldaşımız, aynı zamanda bölgenin karşı devrimlerin de merkezi haline geldiğini söyledi. Türkiye'de yaşanan sürecin üzerinde özellikle duran Tulun, 2013'de Gezi ile başlayan 81 ilin 80'inde milyonların sokaklara döküldüğü halk isyanının, aynı yılın 1 Mayıs'ında polis saldırısını "Taksim Tahrir olacak!" pankartı ve sloganıyla göğüsleyen Devrimci İşçi Partisi'ni doğruladığını aktardı. Türkiye'deki isyanın temelinde yatan sebeplerin, ulusal özgünlüklerin yanında dünya ekonomik krizinin yarattığı arka plan dolayısıyla Arap devrimi ve bölgeyi sarsan diğer isyanlarla ortak olduğunu savunan Tulun, bir yıl sonra Kobani dolayısıyla Kürt halkının serhildan gerçekleştirdiğini, bu serhildanın bizzat Kürt hareketinin liderliği tarafından durdurulmak istenmesine rağmen 6 Ekim'de başlayan isyanın Öcalan'ın açıklama yaptığı 7 Ekim'den sonra 12 Ekim'e kadar halkın, özellikle de gençliğin kendi inisiyatifiyle sürdüğünü, bu yüzden de Devrimci İşçi Partisi'nin kamuoyunda kabul gören 6-7 Ekim olayları yerine 6-12 Ekim serhildanı ifadesini kullandığını söyledi. Tulun, bu isyanın birleşememesini büyük bir zaaf olarak niteledi. Gezi isyanına doğudan, serhildana ise batıdan aynı düzeyde kuvvetli bir karşılık gelmediğini ve bu yüzden Erdoğan ve hükümetinin bu büyük sarsıntıları iktidardan düşmeden atlatabildiğini söyledi. Bu isyanlarda açığa çıkan güçlerin birleştirilemeyişini özellikle de işçi sınıfı unsurunun bu mücadelelere katılmayışı olduğunu ifade etti. Tulun, konferans katılımcılarına, işçilerin Gezi isyanında yer aldığını ancak kendi sınıf mücadelesi yöntem ve örgütleriyle isyana damgasını vuramadığı için daha sonra metal grevlerinde açığa çıkan büyük potansiyelin değerlendirilemediğini aktardı.

Gezi ile başlayan halk isyanı ile stratejik bir yenilgi alan, son seçimde ise bu yenilgisi tescillenen Erdoğan'ın iktidara tutunmak için her yolu deneyeceğini ama isyanların işçi sınıfı ile buluşması halinde geleceğin çok umutlu olduğunu belirten yoldaşımız, isyanlar, devrimler, savaşlar ve karşı devrimlerle dolu olağanüstü bir döneme girmekte olduğumuza ve bu döneme yönelik siyasal ve örgütsel hazırlığın mutlak önemine işaret ederek sözlerini, İngilizce, Türkçe ve Yunanca "Devrimi göreceğiz, zaferini hazırlayalım!" sloganıyla bitirdi.

MTL (Marksist İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal'in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu (CRFI-DEYK) Finlandiya seksiyonu), Danimarka'dan Jette Kromann, İskandinavya'da sosyal demokrasi ve refah devleti adına yayılan hayallerin içinin ne kadar boş olduğunu ve bu ülkelerde de kemer sıkma programlarının uygulandığını ve faşist hareketlerin yükselişe geçtiğini anlatan konuşmalar yaptılar. Özellikle Finlandiya'nın, Ukrayna'da oynadığı karşı devrimci rol ve demokrasi adına örnek gösterilen bu ülkede generallerin parlamentoda oylamaya sunulmadan NATO ile anlaşma imzalamasının aktarılması son derece dikkat çekiciydi.

Avusturya'dan Devrimci Komünist Enternasyonal Eğilim (RCIT) adına katkı yapan temsilci Avrupa Birliği'nin reforma edilemeyeceği, yıkılması gerektiği ve AB'nin Doğu Avrupa'da yarı sömürge haline getirdiği ülkelerin AB'den çıkmasını savundu.

Critique dergisi editörü Marksist iktisatçı Hillel Ticktin, dünya ekonomik krizini analiz eden bir konuşma yaptı. Yaşanan sürecin büyük depresyonla (1929) önemli benzerlikler taşıdığını ifade eden Ticktin, tarihin akışının bizden yana olduğunu belirterek, Rosa Luxemburg'un tarif ettiği gibi kokuşmuş bir cesede dönüşen sosyal demokrasinin hiçbir gelecek vaat etmediği Avrupa'da devrimci solun tekrar öne çıkmasının zamanının geldiğini vurguladı.    

Portekiz'den Raquel Varela, sendikal hareketin sorunlarını konferans gündemine taşıdı. Kıta çapında işçi haklarının tırpanlandığını ve her yere yayılan bir taşeronlaştırma dalgasının olduğunu söyleyen Varela, sendikal hareketin tüm bunlara artık içi boşalmış ve yapmış olmak için yapılan sözde genel grevler dışında bir cevap üretemediğinin altını çizdi. Gerek sendikal harekette gerekse sol partilerde yönetime çöreklenen bürokrasiye karşı mücadele edilmesi gerektiğini savunan Varela, Güney Avrupa'da işçi sınıfının ezici çoğunluğunun sendikal anlamda örgütsüz olduğunu, bu örgütsüz işçilerin sınıf mücadelesi içinde artan bir öneme kavuştuğunu ve fiilen angaryaya maruz kalan ve giderek sayıları artan göçmen işçilerin ve yine hakları her yerde saldırı altında olan emeklilerin de mücadele deneyimleri dolayısıyla mücadele açısından üzerinde durulması gereken kesimler olduğunu belirtti.

Konferansın öğleden sonraki bölümü sınıf mücadelesi deneyimleriyle devam etti. İşgal edilen ve işçi yönetiminde çalışan Viome fabrikası adına yapılan konuşmada mücadele deneyimleri aktarıldı.Yunanistan'daki krize karşı ilk verilen sınıfsal tepkilerden biri olan bu fabrika işgalinin 2013 yılından bu yana mücadeleler içinde bir odak olduğu, son olarak Çipras'ın elde ettiği seçim zaferinin ardından da yeni hükümetin ne yapacağını beklemeden mücadelenin sürdürüldüğü aktarıldı. Son olarak haklarımız pazarlık konusu edilemez diyerek büyük bir sınıf mücadelesi kervanıyla Selanik'ten Atina'ya doğru büyük bir eylem gerçekleştiren Viome işçileri "fabrikalar işçilere" sloganıyla mücadelelerini sürdürüyorlar.

Bu bölümde Devrimci İşçi Partisi adına Levent Dölek de bir konuşma yaparak Türkiye'de metal işçilerinin grevlerini ve mücadele süreçlerini aktardı. Metal işçilerinin sene başında Birleşik Metal'in yasaklanan grevinden, Bursa'dan başlayarak farklı şehirlere yayılan metal grevlerine kadar yaşanan süreci özetledi. Hem genel olarak metal ve otomotiv sektörü hem de metal işçilerinin örgütlenmesi üzerine bilgiler verdi. Devrimci İşçi Partisi'nin 3. Kongresi'nde, yaklaşan mücadele dalgasını öngörerek metal işçilerini öne çıkaran bir stratejik mevzilenme kararını aldığını anlatan yoldaşımız, bu çerçevede DİP ve devrimci işçilerin merkezinde yer aldığı Metal İşçisinin Sesi bülteninin mücadelede aktif bir biçimde yer aldığını aktardı. Metal işçilerinin mücadelesini siyasi açıdan da değerlendiren Dölek, işçilerin parlamenter gücünün zayıf olduğunu, greve çıkan işçiler aileleriyle birlikte tek bir partiye oy verseler bile binde ikiden daha fazla bir etki yaratamayacaklarını ama grevlerin hem ekonomik hem de siyasi açıdan sarsıcı sonuçlar yarattığını belirtti. Bunun parlamentarizme karşı sınıf siyaseti için ciddi bir potansiyele işaret ettiğini söyleyen yoldaşımız, işçilerin milliyetçi ya da muhafazakar eğilimlere sahip olmasının bu potansiyeli azaltmadığını kaydetti. Konuşmasının sonunda sınıf mücadelesini yükseltmek isteyen kim varsa sarı sendikalarla ve onların gangsterce yöntemleriyle sert bir mücadeleye girmeye cesaret etmesi gerektiğini söyledi. Arjantin'de sarı sendikanın çeteleri tarafından katledilen Partido Obrero militanı Mariano Ferreyra'yı anarak, onun ve mücadelesinin, Türkiye'deki metal işçilerinin ve Avrupa-Akdeniz'de işçi sınıfının devrimci alternatifini yaratmaya çalışan konferansımızda varlığını sürdürdüğünü söyledi.

Sınıf mücadelelerinin tartışıldığı oturumun ardından Balkanlar başta olmak üzere Doğu Avrupa masaya yatırıldı. Bulgaristan, Makedonya, Rusya ve Polonya'dan konuşmacılar söz aldılar. Bulgaristan'dan Maria Çerniyova, bir Avrupa Birliği üyesi olarak Bulgaristan'ın işçi sınıfı açısından nasıl bir yoksulluk ülkesi olduğunu, müthiş bölgesel eşitsizliklerin olduğunu ve Romanlarla, göçmenlerin temel gıda, eğitim ve sağlık hizmetlerinden bile yararlanamadığını aktardı. Bulgaristan'da özelleştirme ile birlikte "sosyalist" dönemden kalma her türlü altyapının da çökertildiğini belirten yoldaş, madenlerde ve inşaatlarda iş cinayetlerinin sayısındaki müthiş artışı bu gelişmelere dayandırdı. Dayanışma örgütlerinin bu ortamda pek çok anlamlı faaliyette bulunduğunu aktaran Çerniyova, ancak sol ve sosyal demokrat görünümlü Alman vakıflarının mücadeleyi yozlaştırmak için büyük çaba sarf ettiğini söyledi.

Makedonya'dan Lenka örgütü adına Haktan İsmail, hem Makedonya'daki siyasi durum hem de kendi çalışmaları hakkında bilgi verdi. İsmail, Makedonya'daki faaliyetlerinin büyük oranda ulusal ölçekle sınırlı kaldığını ancak enternasyonal mücadeleyi önemsediklerini ve bu konuda siyasi faaliyetlerini geliştirmek istediklerini belirtti. Makedonya'da sınıf bilincine dayanan bir mücadele doğrultusunda işçileri örgütlemenin milliyetçiliğin etkisi dolayısıyla zor olduğunu aktaran İsmail, diğer yandan iktidarda faşist bir parti bulunduğunu, muhalefetin sosyal demokrat olduğunu ancak hiçbirinin Makedonya'daki en önemli sorunlar olan iş cinayetleri ve sömürü hakkında çözüm politikalarına sahip olmadığını, dolayısıyla da sınıf siyaseti açısından bir siyasal boşluk oluştuğunu söyledi.

Polonya'dan Monika Karbowska, Polonya'nın, Ukrayna'da NATO ve faşist darbeciler lehine oynadığı rolü üzerine konuştu. 2. Dünya savaşı döneminde liderlik yaptığı çeteler eliyle pek çok Polonyalının da katili olan faşist Stepan Bandera'nın, ulusal kahraman ilan edildiği Ukrayna'ya yapılan desteğin Polonya milliyetçiliği açısından bile büyük bir çelişki olduğunu söyleyen Karbowska, Ukrayna'daki iç savaşın Moldovya ve Romanya'da da ciddi karışıklıklara neden olabileceğine dair değerlendirmelerde bulundu.

Rusya'dan ise Yosif Abramson RPK (Rusya Komünistleri Partisi) ve Darya Matina UKP (Birleşik Komünist Parti) adına birer konuşma yaptılar. Abramson, Yunanistan örneği üzerinden EEK'in politikasının Syriza ihaneti karşısında doğru çizgiyi temsil ettiğini ifade etti ve sadece Yunanistan için değil tüm kıta için önemli olan, bankaların ve stratejik sektörlerin kamulaştırılması ile borçların reddini içeren programın önemine işaret etti. Darya Matina ise Yunanistan'da bir sosyal kabarışın, Ukrayna'da ise bir askeri patlamanın yaşandığını belirterek, Yunanistan'da Syriza'ya olan öfkenin duvar yazılarından bile belli olduğunu, Syriza'nın Yeni Demokrasi ve PASOK'tan bir farkının kalmadığını anlattı. Ukrayna'da ise yine halkın isyan ettiğini ve bu haklı isyanın Donbas bölgesinde askeri biçimler aldığını, buna karşılık Donbas'ın gerek Donetsk gerekse de Lugansk'ın Rusya ile sıkı ekonomik, kültürel ve endüstriyel bağları dolayısıyla Rus hakim sınıflarının etkisi altına girdiğini söyledi. Rus hakim sınıflarının ve Putin rejiminin, bu bölgede komünistleri ve halkın öz yönetim pratiklerine dair ne varsa herşeyi dışlamaya çalıştığını belirten Matina, bunun büyük bir tehlike olduğunu, Kiev'e baktığımızda ise meselenin birçok reformist çevrenin dediği gibi kendini faşistlerden ayırmak değil faşist rejimi yıkmak olduğunu vurguladı.      

Konferansın ikinci gününün son oturumu Ortadoğu'ya ayrılmıştı. Güney Afrika'dan Latief Parker, Güney Afrika'nın finans kapitalin bir cenneti, aynı anlamda olmak üzere işçi sınıfı ve yoksullar için ise bir cehennem olduğunu aktaran ve aynı Syriza gibi Mandela ve örgütü ANC'nin de çokça sol söylemler kullanıp, bu söylemler eşliğinde finans kapitalin Afrika'daki uzantısı haline geldiklerini aktaran bir konuşma yaptı.

İran'dan Araz Bağban, vize alamadıkları için konferansa katılamadıklarını bildiren bir mesaj göndererek konferansı selamladı. Bağban'ın ayrıca İran ve Ortadoğu ile ilgili değerlendirmelere yer verdiği mesajı okundu. Bu mesajda Ortadoğu'da emperyalist savaşların sonrasında mezhepsel çatışmaların şiddetlendiği ve bu savaşların yarattığı yıkımın içinden El Kaide'den bile daha tehlikeli bir yapının yükseldiği tespitini yapan Bağban, bölgede hegemonik güçlerini kaybetmekte olan emperyalist güçlerin bıraktığı boşluğu, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın mezhep savaşı aracılığıyla doldurmaya çalıştığını öne sürdü. İran açısından Viyana'da 5+1 grubuyla varılan anlaşmanın, yaptırımlar dolayısıyla halkın yükselen tepkisinden çekinen hakim sınıfların işine geldiğinin ama aynı zamanda da uluslararası şirketlerin de bu gelişmeden fevkalade memnun olduklarını belirttiklerinin altını çizen Bağban, bu anlaşmanın Ortadoğu'daki yansımaları açısından, Batı basınının iddia ettiğinin aksine çok büyük bir değişiklik olmayacağını ifade etti. Sol örgütlerde İran'ın bölgedeki rolünün ilerici ya da anti-emperyalist olduğuna dair bir yanılsama olduğunu gözlemleyen Bağban, İran'ın bölgede yükselen mezhep savaşı açısından gerici bir rol oynadığının unutulmaması gerektiğini hatırlattı. Mesajını Ortadoğu'da yaşamın ancak sosyalist devrimci bir perspektifle her türlü gericiliğin temizlenmesiyle sürdürülebilir hale geldiğini vurgulayarak bitiren Bağban, konferansın Ortadoğu'da, Avrupa'da, Akdeniz havzasında ve giderek dünyada devrimci bir zaferin aracı olacak bir örgütün inşasında faydalı olmasını dileyerek İran'dan devrimci selamlar iletti.

Bu oturumda ana sunuşu ise DİP Genel Başkanı Sungur Savran gerçekleştirdi. Savran, raporuna Ortadoğu’nun çok karmaşık ve boyutlu bir tablo arz ettiğini, son bir yıl içinde bile çok önemli iki gelişme olduğunu, DAİŞ’in Musul’u alarak bir İslam Devleti ve Halifelik ilan etmesinin üzerinden sadece bir yıl geçtiğini, son günlerde ise emperyalizmin İran’a yeniden girişinin kapısını açan bir anlaşma imzalandığını hatırlatarak başladı. Ortadoğu’nun karmaşık yumağında belirleyici önem taşıyan gerici güçlerinin, tekfirci DAİŞ’ten başlayarak Şii-Sünni mezhep savaşı güçlerinin, Siyonizm ve emperyalizmin olduğunu ifade etti. DAİŞ’in aslında Şii İran’a mezhep savaşı açmak isteyen gerici Sünni güçlerin, en başta Suudi Arabistan, Katar ve Erdoğan Türkiye’sinin sivri ifadesi olduğunu belirterek, önümüzdeki dönemde mezhep savaşının Ortadoğu’yu devasa bir felakete sürükleme tehlikesini vurguladı. Savran, bu savaşın ardında aslında İran’ın, Suudi Arabistan’ın ve Türkiye’nin hâkim sınıflarının maddi çıkarlarının yattığına işaret ederek bu savaşa ancak işçi sınıfının öncülüğünde Ortadoğu’nun yoksul köylülerinin, ezilen uluslarının (en başta Filistin ve Kürt uluslarının) ve inanç gruplarının (Alevilerin, Ezidilerin, Hıristiyanların vb.) karşı çıkabileceğini, Sünni-Şii savaşında her iki tarafa da destek vermenin cinayet olacağını belirtti. Ne var ki, bu mücadelenin aynı zamanda emperyalizmi ve Siyonizmi de hedefine koymasının vazgeçilmez bir yön olduğunu da vurguladı.

Konferansın ikinci gününün bitiminde, sonuç bildirgesinin hazırlanması, Ortadoğu, Balkanlar ve Ukrayna üzerine komisyonlar oluşturuldu. Bu komisyonlar, konferansta öne çıkan başlıkları derlemekle ve geleceğe ışık tutan ilke ve perspektifleri birer metin haline getirmekle görevlendirildi. Komisyonların çalışmaları son günde konferans delegelerinin görüşlerine sunulacak.