ABD seçimleri: Zombiler savaşı

ABD seçimleri: Zombiler savaşı

ABD’de dört yılda bir Kasım ayının ilk salı günü başkanlık seçimi yapılır. Bu seçimler baştan parayla satın alınmıştır. Sağcı Cumhuriyetçi Parti ile daha az sağcı Demokrat Parti, patronlar sınıfının büyük desteğine sahip olduğu için öylesine çok finansman, televizyonda görünme ve paralı propaganda olanağına sahiptir ki, üçüncü bir adayın, seçime girse bile geniş halk kitlelerine varlığını duyurması son derece zordur. Demokrat Parti ülkenin tek büyük işçi konfederasyonu AFL-CIO’nun başına çöreklenmiş sendika bürokrasisinin desteğini garantilediği için işçi sınıfına dayanan bir adayın da kolayca öne çıkması çok zordur. Politika “al gülüm ver gülüm” usulüyle, emperyalist Amerikan burjuvazisinin, özel olarak da Wall Street finans kapitalinin çıkarları doğrultusunda sürer gider.

Trump’ın hileleri

Ama bu sefer işler zora giriyor. 3 Kasım’da yapılacak seçimlerde şu anda görevde olan başkan Donald Trump hem hileye hem de mızıkçılığa hazırlanıyor. Hile bin türlü ama en önemlileri iki tane. Birincisi, bu seçimde ABD tarihinde ilk kez beyaz olmayan seçmenlerin oranı toplamın üçte birine yükseliyor (en büyük iki grup Latino denen Latin Amerika kökenliler ve elbette siyahiler.) Tam da Trump, Siyahi Hayatlar Değerlidir isyanına karşı bütünüyle polisten yana tavır almışken bunların ezici çoğunluğu doğal olarak Demokratlara oy verecektir. Bu grupların oy kullanması kölelik kaldırılalı beri her türlü yöntemle (eskiden oy vergisi, şimdilerde oy kullanma noktalarının sınırlanması, bunun sonucunda kuyrukların uzaması, eski mahkûmların oy kullanmasının yasaklanması vb.) engellenmeye çalışılmıştır. Irkçılığın Trump tarafından kasıtlı olarak kışkırtıldığı bir dönemde beyaz üstünlükçüler bu konuda işi mutlaka azıtacaktır.

İkincisi, Trump Koronavirüs döneminde özel önem kazanan posta yoluyla oy kullanmayı bütünüyle gayrimeşru hâle getirmeye çalışıyor. Aylardır bu yöntemin büyük seçim hilelerine yol açacağını iddia ediyor. Bundan umduğu şu: Kendisi Korona’yı hep küçümsemiş ve ender olarak maske takmış olan bir başkanın taraftarları da partinin kitle toplantılarına ve seçim için yapılan kongreye maskesiz olarak katılıyorlar. Buna karşılık Demokratlar çok daha dikkatliler. Dikkatten öte, adayları Biden konuşmalarını bile bazen maske ile yapıyor. Yani Biden taraftarlarının Korona’dan korkup posta ile oy vermesi ihtimali çok daha yüksek. Oysa ABD posta sisteminin başında bulunan ve önemli bir mevki olan Posta Genel Müdürü, Cumhuriyetçilere yüksek miktarda bağış sağlayan bir patron. Posta yoluyla verilmiş oyların teslimini, güya teknik nedenlerle geciktirerek seçim sonuçlarını büyük oranda etkileyebilir. Yapılan araştırmalar, posta oylarının yüzde 90 oranında zamanında teslimi halinde Biden’ın, yüzde 70 oranında zamanında teslimi halinde ise Trump’ın kazanacağını gösteriyor.

Kurt Trump’tan kuzu Trump’a

Ama Trump sadece postacısına güvenmekle yetinmiyor. Teslim oranı yüksek olursa bu sefer de “seçim hilesi” çamuruna yatacak. Bunu şimdiden açıklamış durumda. Zaten 2016’da da seçimden önceki son konuşmasında “bu tarihi seçimin sonuçlarını elbette kabul edeceğim, ben kazanırsam” diyecek kadar küstahtı.

Posta oyları her halükârda sandıkta kullanılmış oylardan daha geç geleceği için Trump başta kazanıyor görünecektir. Ayrıca küçük yerlerde oylar daha çabuk sayılır, Trump taşrada ve kırsal bölgelerde daha güçlüdür. Posta oyları gelene kadar Trump zaferini ilân edecektir. İşte o zaman kıyamet senaryosu geçerli hale gelir: Posta oyları arkadan gelmeye başladığında Trump “hile” diye yaygara koparır, silahlı taraftarları sokaklara çıkar, karşı taraf gösterilere başlar, Trump askeri işin içine sokar ve cehennemi bir ortam doğar. Yani ABD seçimleri patlayıcı maddedir.

Hakemi de Trump tayin ediyor!

Bütün bunların üzerine tarih Trump’a muazzam bir hediye verdi. ABD’de tartışmalı seçim ilk kez olmayacak. 2000 seçiminde daha sonra Irak ve Afganistan canavarı olacak olan oğul Bush ile Bill Clinton’un yardımcısı Al Gore yarışırken, seçim mahkemede bitmişti. ABD siyasi hayatının en güçlü kurumlarından biri olan Yüksek Mahkeme (bizdeki Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay’ın yetkilerini tek elde toplayan bir mahkemedir) oyların tekrar tekrar sayılmasını durdurarak başkanlığı Bush’a vermişti. Yani şayet seçim sonuçları üzerinde büyük bir tartışma patlak verirse, muhtemelen son sözü bu mahkeme verecektir.

Yüksek Mahkeme’nin hayat boyu atanan yargıçlarından biri öldüğünde yerine yeni yargıcı başkan tayin eder ama Senato’nun da onayı gereklidir. Mahkemenin gücü dolayısıyla her başkanın kullandığı en önemli yetkilerden biri budur. Trump dört yıllık süresi boyunca zaten iki yargıç tayin etmişti. Şimdi, Yüksek Mahkeme’nin tam da seçimde belirleyici bir rol oynayacağı bir anda, muhtemelen mahkemenin en ilerici sesi olan bir kadın yargıç, Ruth Bader Ginsburg hayatını yitirdi. Herkes için “Allah’ın lütfu” farklı oluyor. Bu da Trump’ın sırasıymış!

Demokratlar tabii seçime sadece bir aydan biraz fazla bir zaman kalmışken böyle bir atama yapılamayacağını söyleyedursunlar, Trump ve Senato’da 57-43’lük bir oy üstünlüğüne sahip Cumhuriyetçiler derhâl koları sıvadılar. Bu atama gerçekleştiği takdirde seçim sonrasında tartışmalı bir durum doğarsa Yüksek Mahkeme’den Trump lehine 5’e 4, hatta belki de 6’ya 3 bir karar çıkması olasılığı yüksek! Şimdi Trump kendi maçının hakemini tayine hazırlanıyor yani!

Politikanın altında yatan yanardağ: faşizm kıpırdıyor

Peki, bütün tarihi boyunca, hatta 1861-1865 İç Savaş koşullarında bile böylesine bir seçim kavgasına girişmemiş bir ülkede neden böyle bir durum doğuyor? Bütün bu kargaşa, bütün bu patlayıcı çelişkiler Trump’ın hırslı, kural tanımaz, bencil, bireyci, eksantrik kişiliğinin ürünü mü? Trump ilk seçildiğinde solcular arasında görüş bu yöndeydi. Bir kez seçildikten sonra Trump’ın normalleşmesini bekleyenler çoktu. Bu tür bir yargı tarihin sınıf mücadeleleriyle ilerlediğini görmezlikten gelir. O yüzden de yanlış çıkmaya mahkûmdur.

ABD’nin siyasi sistemi bu duruma, Trump eksantrik olduğu için değil, Amerikan kapitalizmi, bütün dünya tarihin üçüncü Büyük Depresyonu içinde kıvranırken tıkandığı için düşmüştür. Dünya ekonomisinin 2008 “küresel finansal kriz” olarak anılan çöküşünden beri, her emperyalist ülke kendi ulusal çıkarlarına sarılmak zorunda kalmıştır. Trump bunun ABD’deki ifadesidir. Bu, tarihte 1930’lu yılların faşizminin ve Nazizminin politkasıdır. Kendi ekonomini güçlendir, dünya çapında hâkimiyet kurarak, bunun için savaş yaparak sorunlarını çöz. Hitler’in ekonomi politikası buydu. Trump da aynı yolu seçmiştir. Gerçek gazetesi bunu 2016’dan beri yazıyor. Ama “Amerikan rüyası”nı gören solcular mışıl mışıl uyudukları için bunu görmüyor.

Trump’ın eksiği arkasında disiplinli bir faşist parti olmaması, bir de sokak gücü, yani iç savaş aygıtı gibi çalışacak silahlı çeteleri olmamasıdır. İlkini ülkeyi kutuplaştırarak çözmeye çalışıyor. Son Siyahi Hayatlar Değerlidir isyanı karşısında “aşırı sol faşizme karşı savaş” çizgisi, ABD liberallerinin sandığının tersine, beyaz üstünlükçü ideolojinin faşizmin doğal yatağını oluşturduğu bu ülkede işe yaramıştır. Kamuoyu yoklamalarına göre, Cumhuriyetçi partinin 10 taraftarından 9’u Trump’ın bugünkü çizgisini desteklemektedir.

İkincisini de halletmek için uğraşıp duruyor. Mayıs sonu-Haziran başı halk isyanı patlak vereli beri MAGA’yı (yani “Make America Great Again” ya da “Amerika’yı yeniden büyük kılma” taraftarlarını) sokağa çağırıyor. Son haftalarda bu taktik de tutmaya başladı. Oregon Portland’da ve Wisconsin Kenosha’da silahlı sokak çatışmalarında ilk ölüler verildi. Aşırı sağ başını iyice kaldırmış durumda.

Trump seçimi kazanırsa ABD derhâl faşist olmayacak elbette. Bu daha uzak bir geleceğin işi. Ama Trump faşist bir hareketin güçlü bir şekilde gelişmesinin zeminini adım adım döşüyor. Trump bir zombidir: 20. yüzyıl faşizminin yani kapitalist barbarlığın hortlamasıdır. Bugünkü büyük çalkantının temelinde bu yatıyor.

“Dead man walking”

ABD, burjuva demokrasisinden söz edilebilecek ülkeler arasında idamın hâlâ yasal olduğu ender örneklerden biri. Bu ülkede idam mahkûmlarına bütün temyiz olanakları tükendiği aşamada yaygın olarak “dead man walking” denir, yani “yürüyen ölü”. Bizde olsa anlamı “aslanım sen öldün ama farkında değilsin” olurdu.

Trump’ın bu seçimdeki rakibi başka bir anlamda “yürüyen ölü”dür. Demokrat Parti’nin 78 yaşındaki başkan adayı Joseph Biden, Koronavirüs korkusundan halk içine binde bir çıkmakta, her yerde maske ile dolaşmakta, konuşurken bile maskesini çıkarmamakta, bütün bunlardan daha önemlisi, Korona ve maske olsa da olmasa da titrek bir sesle halka hitap ettiğinde sadece “vah vah adam gidici” denecek kadar insana acıma duygusu vermekte olan biridir!

Bu bir tesadüf müdür? Hayır, aynen Trump’ın yarattığı kargaşada olduğu gibi, burada da kişisel ya da tesadüfi faktörler değil, büyük toplumsal güçler belirleyici olmuştur. Birincisi, büyük Amerikan şirketlerinin desteklediği, Trump’ın milliyetçiliği ile birlikte iyice Wall Street’in kozmopolitizminin partisi haline gelmiş olan Demokrat Parti, ne kadar uzlaşmacı olursa olsun kendine “sosyalist” diyen bir adayın, yani Bernie Sanders’ın ön seçim yarışını kazanmasını engellemek için makul yaşta güçlü bir aday bulamayınca yerine Obama’nın başkan yardımcısı olduğu için bütün “ılımlı” düzen yanlılarının güvenine sahip bu adamı bulmuştur. Yani Sanders olmasın da zombi olsun! İkincisi, Demokrat Parti artık ikna edici bir programa sahip olamadığı için, dünya çapında depresyonu çözüme kavuşturamadığı, ABD’nin Çin karşısındaki gerilemesini durduramadığı için başına gelecek parlak bir aday bulamamaktadır. 2008’de siyahi Obama’yı aday yaptı, bir yenilik gerçekleştirdi. 2016’da Hillary Clinton’ın kişiliğinde aynı yeniliği bu sefer bir kadınla denedi, tutturamadı. Bu yıl kalesini korumaya çekildi. Çanakkale geçilmez müdafaası!

Ama sonuç berraktır: Trump gibi toplumsal bir zombinin, yani faşizmin hortlamasının karşısında bireysel bir zombi, “küreselleşme”nin zombisi!

Hileye gerek kalır mı?

Bu yazının başında Trump seçimi kaybettiğini görürse çamura yatacak dedik. Ama Trump’ın seçimi mutlaka kaybedeceğine inanmanın kendisi safdillik olur. Doğrudur, Trump kamuoyu yoklamalarında Biden’ın epey arkasında kalıyor. Ama 2016’da da ABD’nin liberalleri ve tatlı su solcuları buna yaslanarak Trump’ın kazanma ihtimalini çok küçümsedikleri için sonuç onları şaşırtmıştı. Oysa Trump dünya çapında yükselen ön faşizmin ABD’de ortaya çıkış biçimiydi ve dolayısıyla salt kamuoyu yoklamalarına bakarak seçim sonucu müneccimliği yapmak sosyalistler için tam bir bilinç gerilemesiydi.

Bu sefer de Biden’ın seçime üç-dört ay kala 10-12 puan önde görünmesi aynı yanılgıya yol açmış bulunuyor. Bir kez yapılan hata anlaşılır, ama bunu tekrarlamakta ısrar anlaşılacak gibi değil. Aslında şayet Trump iddia edildiği gibi çok zayıf durumda olsa, Biden’ın 10 değil 20 puan gerisinde olmalıydı. ABD Koronavirüs konusunda tartışmasız biçimde dünyanın en kötü performans gösteren ülkesidir. Bunda Trump’ın Amerikan sermayesinin ekonomik çıkarlarını öne alarak karantina politikalarının önemini görmezden gelen pervasız politikasının büyük payı vardır. Şayet Trump başka bakımlardan ciddi kozlara sahip olmasaydı, fark çok daha büyük olurdu.

Trump hâlâ güçlüdür. Toplumun içinde çok güçlü çıkarlara hitap etmektedir. Amerikan sermayesinin önemli bir bölümünün desteğini yanına almayı başarmıştır. Dolayısıyla kişisel servetinin yanı sıra para desteği çok yüksektir. Milliyetçi politikaları işsizlikten ve gelir bölüşümündeki vahim gelişmelerden dolayı ezilmiş ve sıkışmış kalmış Amerikan emekçisi için kısmi bir rahatlama vaadi gibi görünmektedir. Trump emekçi halkı, işçiyi ve köylüyü kendisine cezbetmek bakımından  müthiş bir demagogdur. Hâkim sınıflarda, siyahlara ve sola karşı ayağa kalkmış savunma dürtülerine, emekçi sınıflardaki umutsuzluğa ustaca kanca atmıştır. Yenilmesi öyle kolay olmayacaktır. Karşısındaki Amerikan usulü liberallerin bütün bildiği ezber ise Amerika’nın “liberal demokratik gelenekleri” adına, bazen halk düşmanlığına kadar varan bir seçkinciliktir, elitizmdir. Bu yüzden seçimden kimin üstün çıkacağı son güne kadar belli olmayacaktır.

Üstelik, Eylül sonunda yazılan bu yazı muhtemelen hızla eskiyecektir. Trump’ın heybesinde muhtemelen çok çirkin yıpratma planları, rakibi hakkında sinsi bir istihbarat birikimi ve kim bilir kışkırtmaya hazırlandığı toplumsal kargaşa olayları bile olabilir. Burjuva basını hep seçim sonrasının sarsıntılı olacağını söyleyip duruyor. 4 Kasım’a dikkat çekiyor. Oysa sarsıntı çok muhtemeldir ki Ekim ayında başlayacaktır.

İşçi sınıfı ne yapmalı(ydı)?

Bu yıl, ABD burjuvazisinin “al gülüm ver gülüm” hâkimiyet sisteminden kopmak için çok elverişli bir yıldı. Amerika’da son dört yılda büyük bir sola kayış ve dev kitlesel eylemler yaşandı. 2020’de bu, Koronavirüs salgınının orta yerinde bir halk isyanına dönüştü. Bazı verilere göre, bu eylemler dizisi ABD tarihinin en kitlesel toplumsal hareketi olarak öne çıkıyordu. Ayrıca Koronavirüs döneminde işçi sınıfının yaşadığı koşullar sınıfın belirli kesimlerinde belirli bir hareketlenme yaratmıştı. Gençlik yüzünü görülmemiş bir hızla sosyalist fikirlere dönüyordu.

Bütün bunlar, kendine sosyalist diyerek hem 2016’da hem de bu yıl milyonların desteğini almış olan Bernie Sanders Demokrat Parti içinde adaylık yarışmasını yitirdiğinde bir işçi sınıfı adayının öne sürülmesi ve bunu uzun soluklu kılmak üzere bir kitlesel işçi partisi kuruluşuna girişilmesi için gayet uygun bir ortam yaratıyordu. Ama bunun önünde, zaten kariyerleri icabı Demokrat Parti’ye göbekten bağlı olan sendika bürokrasisinin yanı sıra düzen sosyalistleri önemli bir engel olarak yükseldi. Demokrat Parti içinde yer alan reformist Democratic Socialists of America (DSA – Amerika Demokratik Sosyalistleri) örgütü desteğini Wall Street’in adayı Biden’a kaydırdı. Böylece, pandemi ve kitlesel yükseliş koşulları altında bile Amerikan işçi sınıfı, emekçileri, ırk ve cinsiyet nedeniyle ezilenler ve  gençlik bir kez daha bin defa denenip hiçbir şeye çare olmamış yola, dört yılda bir Demokrat Parti’nin başkan adayına oy vermeye mahkûm ediliyordu.

Kimileri, Trump’ın Siyahi Hayatlar Değerlidir isyanında ırkçı ve faşizan bir tutum benimsemesine bakarak “aman faşizm tehlikesi var, Biden ehveni şerdir” diyor. Bu insanlar nedense dört yıldır “Trump faşist mi? Nereden çıkartıyorsunuz?” diyenlerle neredeyse aynı tatlı su solcuları. Bu işin “ehveni şer”i yok. Faşizme karşı burjuva partileri güçlü bir araç olamaz. Günü geldiğinde hepsinin faşizmin arkasına dizileceği tarihin bize öğrettiği önemli bir derstir. Faşizm tehlikesi varsa, ona karşı direnebilecek ve onun etkisi altına aldığı emekçi ve yoksul kitleler için çekim merkezi haline gelebilecek bir işçi partisine ihtiyaç vardır. Trump kazanırsa işçi sınıfı ve sol yeni bir dört yıla hiçbir ciddi siyasi örgütü olmadan girecektir. Biden kazanırsa faşizmin aniden havlu atacağını düşünenler aslında faşizmi demek ki halka bir seçim öcüsü, bir “ehveni şer” sopası olarak kullanmışlardır ya da toptan cahildirler. Biden kazansa bile ABD’de faşizm tehlikesi devam edecektir. Bununla mücadele için işçi sınıfına, ezilenlere ve gençliğe örgüt gerekir!

Öyleyse, bu seçimlerde güçlü bir işçi adayı gösterememiş olmak Amerikan işçi sınıfı politikası için büyük kayıptır. Bu tür bir aday elbette seçimi kazanamazdı. Buna rağmen örgütlenmenin güçlü bir manivelası olurdu. Ama seçim sonrasında yeniden atak yaparak işçi sınıfının politik bağımsızlığının ve faşizmin ilk adımlarına karşı örgütlülüğünün temellerini atmak gerekiyor.

Aylardır bu yolda faaliyet göstermekte olan, İşçi Partisi Yolunda Birleşik Cephe Komitesi (United Front Committee for a Labor Party-UFCLP) içindeki yoldaşlar tam da bu yolda ilk adımları atmaya çalışıyorlar. Yolları seçimden sonra açılacaktır. Çünkü Amerikan işçi sınıfının faşizm karşısında ihtiyacı olan iki araç tam da bunlardır: Bir sınıf partisi ve Birleşik İşçi Cephesi!