Roboski: özür mü, adalet mi, hesap sorma mı?

Bu yazı 2012 yılının sonunda Roboskî katliamının birinci yıldönümü vesilesiyle bu sitede yayınlanmıştır. Yazıyı Roboskî olayının arka planını tartıştığı için yeniden yayınlıyoruz.

 

Roboski katliamının yıldönümü, gerek basındaki tartışmalar, gerekse Roboski köyünde yapılan konuşmalar aracılığıyla, Kürt hareketinde ve solda olayın karakterinin kavranması ve öne sürülecek ana şiar açısından var olan büyük farklılıkları ortaya koydu. Şayet bu meselede ilerleme kaydedeceksek bu konularda berraklaşmamız gerekir.

Acıları paylaşmak mı, politika yapmak mı?

Önce bir yanlış ikiliği ortadan kaldıralım. Bazıları politikanın gerçek anlamını kavrayamadıkları için, Roboski annelerine ve katledilenlerin yakınlarına duygudaşlık düzeyinde, onların acılarını paylaşarak yaklaşmamız gerektiğini söylüyorlar. Onlara göre özellikle ölenlerin yakınlarının acısını paylaşmaya gittiğimiz ölüm yıldönümü günleri politikadan söz etmenin zamanı değildir. İnsanların duygularına saygı göstermek gerekir.

Bu, Roboski annelerinin ve öteki acılı aile mensuplarının duygularının bütünüyle yanlış bir yorumuna dayanmaktadır. Bu insanların yakınları dağda yaşanan bir çığ veya toprak kayması felaketinde ölmemiştir ki! Ölenler katledilmiştir! Roboski aileleri de bunun bütünüyle farkındadır. Onların başlıca talebi tazminat ya da ölenlerin adlarının şehir sokaklarına verilmesi değildir. İstedikleri romantik veya nostaljik bir tanınma değildir. Roboskililerin talebi sorumluların bulunması ve yargılanmasıdır! Zaman zaman da özür konusunda bir talepleri olmuştur.

Dolayısıyla, duygular ile politikanın en son karşı karşıya getirileceği yer burasıdır. Roboski sorunu tepeden tırnağa politik bir sorundur. Roboski annelerinin ve ailelerinin acısını dindirmek isteyen, devletten hesap sorulmasında ısrarcı olmak zorundadır. O acı başka şekilde hafiflemeyecektir.

Roboski teorileri

Bizim ısrarla “Roboski katliamı” olarak nitelediğimiz Roboski olayına yaklaşım toplumsal ve siyasal yelpazenin bütünü açısından bakılırsa birkaç başlık altında özetlenebilir. Bir yıl önce, olay henüz olduğunda, Roboski’de yaşananın nedenlerine ilişkin bu farklı teorilerin hepsine bir ölçüde olası makul açıklamalar olarak bakmak hiç olmazsa teori planında mümkündü. Bugün böyle düşünmek bazı açıklamalar için çocukça olur.

Devletin ve hükümetin sözcüleri açısından, Roboski siyasi iktidarın hiçbir sorumluluk taşımadığı bir kazadır. En fazlasından teröre karşı mücadelenin bir yan ürünüdür. Belki de kaçınılmaz bir yan ürün. Hükümet ve AKP sözcüleri, ilk günlerde, halkın vicdanının galeyana gelmesi karşısında meselenin mutlaka sonuna kadar aydınlatılacağını, hiç kimsenin, hiçbir kurumun korunmayacağını vaat etmişlerdir. Ama AKP’nin Kürtlere yönelik sesi Hüseyin Çelik, bir yandan böyle söylerken, bir yandan da daha ilk gün “kasıt yoktur” diyebilmiştir. Bunun anlamı, soruşturulması gerekeni daha baştan dışlamaktır. Kanıtlanması gerekeni varsaymaktır.

Hükümet sözcülerinin birkaç ay içinde çark ederek başka bir söyleme geçmeleri, olayın sorumluluğuna ilişkin son derecede anlamlı bir veridir. Önce İç Savaş Bakanı İdris Naim Şahin, ardından başbakanın kendisi ölenlerin kaçakçı olduğunu, yani aslında kanun dışı insanlar olduğunu, mallarının kaynağının PKK olduğunu vb. belirterek “masum siviller öldürülmedi” kanalına geçmişlerdir. Yani artık olayın sorumlularının saptanıp yargı önüne çıkartılması çizgisi terk edilmiş, bunun yerine “zaten yapılanda haklılık payı vardır” çizgisine geçilmiştir. Soruşturmanın ciddiyet taşımayacağı, bizim için daha baştan bilinen bir şeydi. Ama bu konuda herhangi bir hayali olanlar için bile, sadece aradan geçen bir yıl boyunca hemen hemen hiçbir şey yapılmamış olması değil, hükümetin bir kez toplumda ilk günlerin öfkesi dindikten sonra çizgi değiştirmesi de yeterince uyarıcıdır.

Peki, İç Savaş Bakanı’yla özdeşleştirilebilecek “zaten suçluydular” teorisinin dışında hâkim sınıflar arasında yaygın olarak kabul görülen açıklamalar var mıdır? Elbette, liberal çevrelerde “olağan şüpheli” yaklaşımı hâkimdir. Ordu içindeki Ergenekon tayfası hükümeti zor duruma düşürmek istediği için yapmıştır bunu. Yani hükümetin sorumluluğu yoktur. Görüldüğü gibi, bu, olaya ilişkin delillerin incelenmesinin sonucu olarak ortaya atılmış bir teori değildir. Temeli varsa, bu temel Türkiye siyasetinin genel analizinde yatmaktadır. Yani liberaller, solcuları da dâhil, önyargı ile, ezbere konuşmaktadırlar.

Hatırlanacağı gibi ikinci bir teori, MIT teorisidir. Daha ilk günden Taraf yazarı Mehmet Baransu tarafından ortaya atılan ve Tayyip Erdoğan ile Baransu arasında karşılıklı “cambaz” küfürleşmesine yol açan bu teoriye göre, MİT hükümeti yanıltmıştır. İstihbarat örgütü hükümete sınıra yaklaşan topluluk içinde PKK’nin önde gelen komutanlarından Fehman Hüseyin’in (Bahoz Erdal) olduğunu haber vermiş, bu da hükümetin yanlış karar vermesiyle sonuçlanmıştır. Burada bilgiden ziyade politik nefretin rol oynadığını tahmin etmek güç değildir. Bir taşla iki kuş vuruluyor. Öncelikli hedef, cemaatin başını almak için bir yıldır uğraştığı MİT Müsteşarı Hakan Fidan oluyor. Teori kabul edilse, hakan Fidan’ın (yargılanmasa bile) görevinden alınması gerekir. Ama iş orada kalmıyor. Bu teori doğru kabul edilirse, hükümet aldatılmış da olsa, katliamın karar vericisi haline geliyor. Başka şekilde ifade edelim: hükümet aldatılmıştır demek, kararı hükümet vermiştir demektir. Yani ilk planda Hakan Fidan’a yönelik gibi görünen teori, aslında hükümeti de son derecede zor duruma düşürecek bir açıklamadır. Bu teorinin bir teori olmaktan ziyade kurnaz bir tuzak olduğu, sahibinin bile ısrarcı olmamasından bellidir. Şayet MİT gerçekten böyle bir “hata” yapmış olsaydı, bu işin peşi kolay kolay bırakılmazdı.

Bir de Aydınlık teorisi diyebileceğimiz teori vardır. Buna göre bu iş bir Amerikan oyunudur. Elbette ABD’nin insansız hava araçları Predator’lar aracılığıyla topladığı istihbaratın kullanıldığı ortadadır. Ama işin ilginç yanı, Siyonizm taraftarlığı dolayısıyla Erdoğan’a düşman olan Wall Street Journal olaydan çok kısa bir süre sonra, ABD ordusunun hükümete burada bir gerilla faaliyeti yapılmadığına dair uyarıda bulunduğunu yazmış olmasıdır. Bu, ABD’nin kendini işin içinden sıyırma ve sorumluluğu üzerinden atma çabası olabilir. Ama olsa olsa, Türk hükümetinin sorumluluğunun en az ABD kadar köklü olduğunun da bir ifadesidir. Bunu gösteren bir başka belirti de, Türk hükümetinin istihbaratın gelmesinden bir süre sonra Predator’ların çekilmesini talep etmiş olmasıdır.

Kürt hareketinde yaklaşımlar

Kürt hareketi bir süredir sürdürdüğü çizgiyi, Roboski anmasında açık açık ortaya koymuştur. Aysel Tuğluk ve Selahattin Demirtaş’ın konuşmaları dikkatle dinlendiği takdirde bu yaklaşım berraklaşacaktır.

Ama oraya geçmeden önce şu noktayı vurgulayalım. Kürt hareketi uzunca bir süre Erdoğan’dan “özür” beklemiştir. Çizgisine bu damga vurmuştur. Bu özür gelmeyince, hareketin çizgisi de (belki bazı yeni bilgilerin de akışıyla) değişmiştir. Bu noktayı saptamanın önemi birazdan açığa kavuşacaktır.

Selahattin Demirtaş Roboski’de birçok bakımdan çok önemli bir konuşma yaptı. (Konuşmanın ayrıntıları için bkz. bu sitede “On bin insan Roboski annelerini sardı sarmaladı” başlıklı haber.) Burada biz bu önemli konuşmanın sadece Roboski katliamını açıklayan ve Kürt hareketinin talebini öne süren yanına değineceğiz. Demirtaş konuşmasına aslında geçen bir yıl içinde Roboski konusunda söylenecek her şeyin söylenmiş olduğunu, eksik kalan tek şeyin başbakanın sorumluluğunu itiraf edip özür dilemesi olduğunu ifade ederek başladı. Ve bu çizgi konuşmasına sonuna kadar damgasını vurdu.

Aysel Tuğluk ise, mezar başı konuşmasında BDP’nin ve genel olarak Kürt hareketinin en azından son birkaç aydır birkaç kez vurguladığı bir noktayı öne çıkardı. Başbakana sordu: 28 Aralık 2011’i 29 Aralık 2011’e bağlayan gece, saat 22:00 sularında telefonla talimat verdin mi, vermedin mi? Bu soruya kısa bir  cevap talep etti: “evet” ya da “hayır”. Bu soru Demirtaş’ın başbakanın sorumluluğun kendisinde olduğunu itiraf etmesi talebiyle bütünüyle tutarlıdır. Son kararı başbakanın vermiş olduğu, yani onun 34 canın ölümünden doğrudan sorumlu olduğu fikrini içeren bir yaklaşımdır bu.

Şayet Demirtaş ile Tuğluk’un bu ortak yaklaşımı doğru ise, Demirtaş’ın özür talebi havada kalır. Sivillerin ölüm emrini soğukkanlı biçimde vermiş bir başbakanın çıkıp özür dilemesi olacak şey değildir. Bu durumda başbakana yöneltilebilecek bir talep yoktur. Başbakan hakkında yapılabilecek bir talep vardır: yargılanması. Çünkü iddiaya göre esas siyasi sorumlu odur. Bizce iddia doğrudur. Her şey o yöne işaret etmektedir. Ama talep yanlıştır. Talep, yukarıda izah ettiğimiz gibi, daha önceki bir dönemden kalıntıdır. Ve şimdiki açıklama ile çelişkilidir.

Peki, neden BDP’nin söyleminde özür hâlâ baş köşeyi tutmaktadır? Çünkü maalesef BDP’nin ve genel olarak Kürt hareketinin Erdoğan’dan beklentileri hâlâ devam etmektedir. Bu tablo da göstermektedir ki, BDP’nin bu çizgisi gerçeklere aykırıdır ve bizim, yani Devrimci İşçi Partisi’nin ısrarla altını çizdiği gibi terk edilmelidir.

Aslında Demirtaş’ın konuşmasında bir de alternatif yaklaşım vardı. Konuşmasının en güzel bölümlerinden birinde Demirtaş, Erdoğan’ın, Gültan Kışanak’ın “canlı bir gerillaya sarılması dolayısıyla” dokunulmazlığını kaldırmak istediğini, oysa kendisinin, “bu dağın ardında” 34 Kürt insanını katlettiğini, dolayısıyla esas onun dokunulmazlığının kaldırılması gerektiğini belirtti. Sonuna kadar destekliyoruz.

Sri Lanka tipi çözüm için test

Bütün toplumsal yelpaze içinde, Roboskili acılı aileler ilk günden beri aynı görüşü ileri sürüyorlar: Devlet bu katliamı bile bile, bilinçli olarak düzenlemiştir. Bunu ileri sürebiliyorlar, çünkü yörenin ve olayın somut koşulları konusunda en çok onların elle tutulur bilgileri var. Yörenin askeriyesinin her şeyden haberi olduğunu biliyorlar; korucuların olay gecesi “bu insanlar bizdendir” diye, isim isim sayarak askeri mercileri uyardığını biliyorlar. Başka herhangi bir açıklama mümkün değil Roboskililere göre.

Türkiye’de bu açıklamayı ısrarla destekleyen bir de Devrimci İşçi Partisi var. Biz sadece Roboskililerden farklı olarak onların saptadığı gerçeği politik hayatın bütünlüğü içine yerleştiriyoruz.

Devrimci İşçi Partisi, 29 Aralık 2011 akşamı, İstanbul Taksim’de yapılan eylemden hemen sonra bu sitede yayınlanan bir yazı ile Türk solunda başka hiç kimsenin sahip çıkmadığı bir soruyu ortaya atmıştır: “Sri Lanka çözümü mü?” O gün soru kipini kullanmamızın nedeni, olayın henüz taze olması ve elde kesinleme yapmak için yeterli veri olmaması idi. Ama bugün esas benimsenmesi gereken “Roboski teorisi”nin bu olması gerektiğine inanıyoruz.

Önce “Sri Lanka tipi çözüm”ü yalın biçimde tanımlayalım. Sri Lanka, Hint alt kıtasının en güneyinde bir ada ülkesidir. Burada ezen ulus Sinhallerin hâkimiyetine karşı bundan yirmi yıl kadar önce Tamil ulusu içinden bir grup, Tamil Kaplanları adını taşıyan bir örgüt aracılığıyla silahlı ayaklanma başlatmıştır. Tamil Kaplanları, uzun süre boyunca ciddi başarılar elde ettikten ve sorun Oslo’ya bile gittikten sonra, bir aşamada Sri Lanka hükümeti meseleyi askeri yöntemle halletme uğruna, binlerce, on binlerce sivili katletme pahasında Tamil Kaplanları’nı ezme yönelişini uygulamaya koymuştur. Kısa vade açısından başarılı da olmuştur. Tamil Kaplanları’nın lideri öldürülmüş, askeri güçleri neredeyse ortadan kaldırılmış, örgüt işleyemez hale getirilmiştir. Sri Lanka tipi çözüm işte budur.

Bu işler birkaç yıl önce olup bittikten sonra Abdullah Gül’ün Sri Lanka cumhurbaşkanı ile defalarca telefon görüşmesi yaptığı basına yansımış bir bilgidir. Şayet bu düzeyde görüşmeler yapılıyorsa, silahlı kuvvetler ve istihbarat düzeyinde daha derinden bilgi alışverişi yapılmış olduğunu düşünmemek için saf olmak gerekir. Türk hükümetinin ve devletinin Sri Lanka tipi çözümü uygulamaya koymuş olduğunu söylemiyoruz. Sadece bu politikayı ufkuna sokmuş olması ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiyoruz.

Roboski olayı, muhtemelen böyle bir politikanın uygulamaya konulmasından önce bir test olarak düzenlendi. Amaç toplumun sivillerin katliamına ne tepki vereceğini test etmekti. Böyle bir politikanın işçi hareketinin ve demokratik hareketlerin çok güçlü olduğu Avrupa’nın kıyısında bir Türkiye’de, Ortadoğu’ya “İslam ile demokrasinin uyuşabileceğinin örneği” olarak gösterilmeye çalışılan bir Türkiye’de uzak ve kimseye örnek olmayan Sri Lanka kadar kolay uygulamaya konulamayacağı açıktır. Ama mesele şudur: bugün mümkün görünmeyen bu tip bir çözüm, Ortadoğu’da bir savaş başladığı takdirde bambaşka bir imkâna kavuşacaktır.

Her şey, Sri Lanka tipi çözümün test edildiğine işaret ediyor. Toplumun ve siyasetin bu konuda sınıfta kaldığını eklemek gerekiyor. Toplum bütün gücüyle, siyasetiyle, sendikalarıyla, medyasıyla bu işin üzerine gitmediği için hükümet ve devlet birinci yılı doldurmuştur. Olay geride kaldıkça sorumluları ortaya çıkarmak ve yargılamak daha da güçleşecektir. Ortadoğu’yu bir bütün olarak kavrayan bir savaş yokken bu olayı kabul ettirebilen bir devlet savaş vakti neler yapabileceğini hanesine yazmıştır. Roboski olayının genel siyasi önemi burada yatmaktadır.

Adalet değil, hesap sorma!

Türkiye solunun ezici çoğunluğu, özellikle de Halkların Demokratik Kongresi’nde yer alan siyasi akımlar “Roboski için adalet” şiarını neredeyse bayraklarına yazmış durumdalar. Sri Lanka tipi çözümü test eden bir devletten adalet beklenemez. Biz doğru şiarın “hesap sorulacak” olduğunda ısrarcıyız. Ne özür talebi, ne adalet talebi. Çok uzak olmayan bir gelecekte, işçi sınıfı ve emekçilerin kitlesel hareketi yükseldiğinde ve elini ezilen Kürt halkına uzattığında hesap sorulacaktır.