Bombalanan, demokratik özerkliktir!

AKP hükümeti Kürt sorununda “açılım” diye anılan ince tasfiye taktiklerinden uzaklaşarak yeniden “askeri çözüm”e dönüyor. Buna, özel harekâtçı polislerin operasyonlara dâhil edilmesi, kiralık askerlere yaslanan profesyonel ordu ve basına son zamanlarda sızan, valilere özel yetki verecek düzenlemeler katıldığında, hükümetin bir topyekûn savaşa hazırlanmakta olduğu anlaşılıyor. 

Gelişmelerin buraya ulaşması, “şaşırmadık” diyenler de dâhil, çoğunluğu gerçekten şaşırttı. Sonuç olarak, 2000’li yıllar Kürt savaşı bakımından 1980’li ve 90’lı yıllardan daha sakin geçmişti. 2009 yılında Kürt hareketi de dâhil, toplum bir bütün olarak “açılım”la oyalanmıştı.  2011 seçimleri ise “sivil ve demokratik” bir anayasa temasını öne çıkararak Kürt sorununa da nihai bir siyasi çözüm aranacağı izlenimini yaratıyordu. Peki, ne oldu da buraya geldik?

Bu soru özel bir önem taşıyor. Çünkü bu soruyu sormayan, AKP’den hâlâ barış ve siyasi çözüm yolunda adımlar bekleyebiliyor. Bir şeyin nedenini anlayamayan, onunla kolay kolay başa çıkamaz.

Göğsünü AKP’ye siper edenler

AKP’nin ve Gülen cemaatinin sözcüleri ile birlikte yaygın bir koro, bütün bu gelişmelerin Kürt hareketinin savaşı kışkırtmaktan yarar ummasına bağlanması gerektiğini ileri sürüyor. Hükümetin Taraf gazetesi türü liberal destekçileri de bu koronun laik olarak anılan ortamda sözcülüğünü yapıyor. Bu amaçla, PKK’nin başka ülkelerin “taşeronu” olduğuna dair eskimiş argümanlardan, Ergenekon ile PKK’nin işbirliği içinde olduğuna dair “orijinal” iddialara, İmralı ile Kandil arasında büyük bir çatlağın varlığı konusunda tezlere kadar sayısız “kanıt” ileri sürülüyor.

Bütün bu iddiaların ve propaganda bombardımanının amacı, savaşın öteki tarafında siyasi iradeyi temsil eden AKP hükümetinin sorumluluğunun üstünü örtmek, böylece savaş politikasını meşru göstermek. Oysa, AKP hükümetinin Kürt sorununa yaklaşımının son dönemdeki gelişimi dikkatli biçimde incelenirse, bugün Türkiye’nin “topyekûn savaş”ın eşiğine gelmesinin sorumlusunun hükümetin benimsediği politikalar olduğu kolayca görülebilir.

Kurnazlıktan kabalığa

2009 yılının ikinci yarısına damgasını vuran ve “açılım” olarak anılan politika, aslında Gerçek’in o zaman da ısrarla vurguladığı gibi, Irak’ın Kürdistan Özerk Bölgesi’ne bir açılımdı. Türkiye’nin Kürt hareketini ise kurnaz yöntemlerle tasfiye etmeye yönelikti. 2009 sonunda DTP’nin Anayasa Mahkemesi’nce “kapatımı” ile birlikte, bu dönem sona erdi. AKP hükümeti bundan sonra adım adım Kürt hareketini kurnaz yöntemler yerine kaba yöntemlerle tasfiyeye yönelişin temellerini hazırlamaya başladı.

Bu yöntemleri şöyle özetlemek mümkün. Birincisi, devletin Kürt savaşında askeri bakımdan üstünlüğü ele geçirebilmesi için savaşı profesyonelleştirmek: hem TSK’nın “terörle mücadele” görevini paralı askerlere devretmek, hem de polisin özel timlerini devreye sokmak. İkincisi, bu mücadeleyi sıkı biçimde hükümetin kontrolüne alarak, AKP’nin ve İslamcı burjuvazinin savaş tırmandığında kontrolü TSK lehine yitirmesi riskini azaltmak. Bunun için kara kuvvetleri savaş alanından çekilecek, jandarma sivil yönetime daha sıkı biçimde bağlanacak, valilere güçlü yetkiler tanınarak jandarma ile polisi koordinasyon içinde kullanmaları sağlanacak, cemaate bağlı polis teşkilatı bir frenleme ve denge mekanizması oluşturacak. Üçüncüsü, KCK davasıyla amaçlandığı gibi zayıflatılamayan BDP ve Demokratik Toplum Kongresi’ne siyasi operasyonlarla hareketi zayıf düşürmek ve askeri alanda yalıtmak. Dördüncüsü, Barzani ve içerideki bazı Kürt unsurlarla (son örnek Kemal Burkay) işbirliği içinde Kürt halkının harekete desteğini azaltmaya çalışmak. Beşincisi, Ortadoğu’da emperyalizmle iyi ilişkiler ve onun amaçlarına hizmet yoluyla askeri çözüme desteğin önünün açılması.

Bu yönelişin muhtemelen cemaatin, hatta Hizbullah’ın oynayacağı çeşitli rollerle güçlendirilmesi söz konusu olacaktır, ama bu tür unsurların ayrıntıları henüz çok berrak değildir.

Neden?

Buraya kadar söylenenler, Kürt hareketi içinde de, çevresinde de, çok sistematik biçimde olmasa da kavranan gerçekler. Ama bundan sonrası konusunda epeyce bir bulanıklıktan söz edilebilir. Yalın olarak söylenecek olursa, sorun şudur: Kürt hareketi ve onunla ittifak içinde olan güçler, AKP’nin çok daha savaş taraftarı, çok daha sert bir yönelişe geçmekte olduğunu saptamakta, ama bundan sanki kolayca vazgeçebilirmiş gibi davranmaktadırlar. Bu konuda AKP’yi eleştiren yazılar, yaygın olarak, “AKP bunun çıkar yol olmadığını anlayıp barışçı yöntemler benimsemelidir” diye bitiyor.

AKP, bu çizgiyi benimsedi ise bunun nedenleri vardır. Birincisi, özel olarak 2009’da yaşanan “açılım”, daha genel olarak 2007, 2009, 2011 seçimleri ve 2010 referandumu da, AKP’ye Kürt hareketini bu yöntemlerle tasfiye edemeyeceğini, Kürt halkını da teslim alamayacağını göstermiştir. Seçim ve referandum sonuçları, her defasında Kürt hareketinin AKP’yi yenilgiye uğratması anlamına gelmiştir. İkincisi, AKP 2000’li yıllar boyunca burjuvazinin iç savaşı  sürecinde TSK karşısında çok önemli hamleler yapmış ve belirli bir üstünlük elde etmiştir. Genel olarak topyekûn savaş politikası ordunun hükümet karşısındaki gücünü arttırır. Geçmişte bu, burjuvazinin iç savaşında AKP için ürkütücü olasılıkları gündeme getirebilirdi. Bugün hükümet daha fazla risk alabilir. Üstelik, yukarıda da belirttiğimiz gibi, hükümetin savaş stratejisi, sivil otoriteye askeri güçler karşısında belirli bir kontrol sağlama amacını da içermektedir.

Üçüncüsü ve en önemlisi, Tayyip Erdoğan’ın 2023 stratejisidir. Bu strateji, Erdoğan’ın bir başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi çerçevesinde Çankaya’ya çıkmasına dayanıyor. Erdoğan 2014 ve 2019’da başkan seçilecek ve Cumhuriyet’in 100. yıldönümünde Türkiye’nin başında olacaktır buna göre. Bunun gereği Erdoğan’ın anayasayı bu yönde değiştirebilmesidir. Bu amaçla anayasa değişikliğine ihtiyacı, Kürt sorununda herhangi bir cesur açılım yapmasının önünde engeldir. Çünkü CHP ve MHP’nin Türk şovenizmine oynaması halinde anayasa değişikliği reddedilebilir. Bu yüzden, Kürt kitlelerini kazanamayacağını anlayan Erdoğan MHP tabanı üzerine oynayamaya başlamıştır ve buna devam etmek zorundadır. Bu kitle nezdinde itibar ise ancak Kürt hareketine düşmanlıkla artabilir.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı, birçok liberalin savunduğunun aksine, Erdoğan’ın şovenist ve MHP benzeri politikası seçime kadar değildir, hiç olmazsa orta vadelidir.

Ya savaş ya Demokratik Özerklik!

AKP’nin bu yeni yönelişinin anlamını iyi kavramak gerekir. Türkiye akşamdan sabaha 1990’lı yılların kirli savaşının en sancılı günlerine geri dönmeyebilir. Ama Kürt sorunu konusunda bir siyasi çözüm atmosferinin geri gelebilmesi için bu yönelişin yenilgiye uğratılması gerekmektedir. Bunu AKP ve Erdoğan gönüllü olarak yapmayacaktır. Ancak bu politika için ödeyeceği bedelin çok yüksek olduğunu gördüğü takdirde geri adım atacaktır.

Elbette Kürt hareketi de “kapatım”dan bu yana boş durmadı. “Açılım” diye anılan politika devam etseydi müzakere masasında ana maddelerden biri olacak olan Demokratik Özerkliği Kürt halkıyla birlikte pratikte kendisi hayata geçirmeye yöneldi. Bu bütün düzen güçlerinde muazzam bir rahatsızlık yaratmış, bir bakıma kimin Kürt halkından, kimin mevcut düzenden ve devletten yana olduğunu ortaya koyan bir turnusol kâğıdı olmuştur. Sadece Kemalistler ve faşistler değil, liberal ortamın en “anlayışlı”, en “hoşgörülü” unsurları bile Demokratik Özerklik karşısında tek bir koro olarak birleşmişlerdir.

Gerçek gazetesi geçen sayısında işçi sınıfının Kürt halkının Demokratik Özerklik yönelişini neden desteklemesi gerektiğini ayrıntısıyla anlattı. Öteki sütunlarımızda bu konuda ileri sürülen karşı argümanların neden yanlış olduğunu okuyacaksınız. Demokratik Özerklik bugün ezilen Kürt halkının kendi iradesiyle seçtiği tarzda nasıl yaşayacağına ilişkin tercihini ortaya koyuyor. Onların en basit demokratik haklarını dile getiriyor. Kürt sorununun olası siyasi çözümlerinden biridir. Aslında bir çözüm olmayan “askeri çözüm”, yani topyekûn savaş işte bunun alternatifidir. Topyekûn savaş, Demokratik Özerkliğin reddi için veriliyor. Türkiye işçi sınıfı başta işçi ve köylü gençler olmak üzere, Kürt ve Türk binlerin, on binlerin yeniden hayatını yitirmesine ve bunun Kürt halkının ezilmesinin devam etmesi amacıyla yapılmasına izin vermemelidir.

Suçlu AKP!

İşte kanıtlar!

AKP’nin topyekûn savaş yönelişi, mavi gökte çakan bir şimşek gibi gelmedi. İlk işaretler, 2010 bahar aylarında anayasada yapılacak değişikliklerin müzakeresi sırasında ortaya çıktı. AKP, BDP ile bir uzlaşma arayışına hiçbir biçimde girmedi. Oysa Türkiye’nin herhangi bir anayasa değişikliği sürecinde nesnel olarak en acil ihtiyacı bu konunun ele alınmasıdır. AKP bu konuda hoyrat bir tavır içine girdi. BDP’nin bugün liberallerce eleştirilen AKP’yi karşısına alma, esas yüklenilecek odak olarak belirleme politikası bunun ürünüdür. AKP’ye 2002-2009 arasında yedi yıl boyunca büyük bir kredi vermiş olan Kürt hareketi, bu noktadan itibaren bu partiden ve hükümetinden yüz çevirmiştir.

Anayasa alanındaki bu yaklaşıma, “terörle mücadelenin profesyonelleştirilmesi” yönelişi eşlik ediyordu. AKP ordunun Kürt savaşında yer alacak kadrolarını paralı askerlere teslim etme planını o dönemde geliştirdi ve bugün de uygulamaya başladı. “Açılım” sürecinde gözleri yaşlı “barış”tan söz eden hükümet, neden Kürt savaşı için böylesine yeni ve sert bir tedbiri önüne koysun ki? AKP’nin yaklaşımı değişmeye başlamıştı bile.

Çökertme

Referandumda kazandığı % 58’lik başarı ile iyice sarhoş olan AKP, Kürt illerinde boykot seçeneğinin kazandığı büyük zaferi de görmezden gelecekti. 2011 seçimlerine doğru yaşananlar, AKP’nin Kürt hareketini askeri yöntemlerle tasfiye hayalci çizgisine geri döndüğünü açıkça kanıtlıyordu. Diyarbakır başta olmak üzere bölge illerinde Kürt sorununa biraz duyarlı olan bütün kadrolar tasfiye edilerek, AKP merkezinin kuklası gibi davranacak insanlar milletvekili adayı yapılmış, başlarına da Maliye Bakanı “İngiliz Mehmet” gibi, eski İstanbul Valisi Muammer Güler gibi mutemet adamlar getirilmişti. Yüksek Seçim Kurulu’nun BDP’nin desteklediği bağımsız adayların bir bölümünü veto etmesi karşısında AKP yöneticilerinin destekler tavrı, AKP’nin Kürt halkının doğru insanlarca temsilini hiç önemsemediğini gösteriyordu. Müzakere yapmayacaksanız temsilcinin kim olduğunun ne önemi var?

Tayyip Erdoğan bütün seçim kampanyası boyunca her şeyi “tek”leştiren tekerlemeyi tekrarlayan bir milliyetçi dil tutturdu, sonunda kendisi o dönemde hükümette olsaydı Öcalan’ı astıracağını da ilan etti. Bunun kadar önemli bir açıklaması da, artık Kürt sorunu olmadığı, sadece Erdoğan’ın Kürt kardeşlerinin meseleleri olduğu yolundaki açıklaması idi. Bu demeç o dönemde herkesin dikkatini çekmişti, çünkü sadece AKP hükümetinin değil, Türkiye’nin genel olarak geldiği noktadan çok büyük bir dönüşü temsil ediyordu. Ama demecin bir cümlesi vardı ki, sadece Gerçek ona işaret etti. Erdoğan Kürt hareketini sadece kendisinin “çökertebileceği”ni iddia ediyordu. Seçilen kelime son derecede anlamlıdır: Eğer bir güçle barış yapmak istiyorsanız, aynı anda o gücü çökertmeye girişemezsiniz! Girişirseniz, o güç de “barış” diye süslediğiniz kurnazlığınızı gördüğü anda müzakereyi terk eder ve varlığını korumak için savaşa girer. Demek ki Erdoğan “topyekûn savaş”a hazırlanıyordu.

Seçim sonrasında başta Hatip Dicle olmak üzere altı BDP vekilinin meclise girmesinin Yüksek Seçim Kurulu tarafından engellenmesi, devletin AKP’nin yönetiminde izlediği politikanın bir sonucudur. KCK davasında mahkeme heyetinin takındığı uzlaşmaz tutum da aynı şekilde görülmelidir. Devlet, AKP’nin yeni yönelişi doğrultusunda Kürt hareketine bütün alanlarda yükleniyor.

Bugün bu politika polis özel harekât timlerinin görevlendirilmesi, ilk profesyonel askerlerin atanması ve Kandil’in bombalanması ile yeni bir düzeye yükselmiştir. Bunun arka planında, Erdoğan hükümetinin Suriye’de emperyalizm adına oynadığı rol dolayısıyla ABD’den ve AB’den Kürt sorunu konusunda aldığı yeni destek yatıyor. Bugün yeni olan budur. Yoksa AKP hükümetinin savaş politikası 2010 başından itibaren pişirilmektedir.

Çukurca’ya cevap mı?

Kimileri, TSK’nın Kandil’i ve daha geniş olarak Irak’ın Kürdistan Özerk Bölgesi topraklarındaki PKK üslerini bombalamasını Hakkâri (Colemêrg) Çukurca’daki (Çelê) PKK baskınına cevap olarak sunuyor. Burada amaç “savaşı PKK başlattı, Çukurca olmasaydı bombardıman da olmazdı” düşüncesini halkın arasında yaymak.

Bu tür bir iddia, insanları budala yerine koymak anlamına gelir. TSK bu bombardımanda başka bir ülkenin topraklarını vurmuştur. Bu topraklar o kadar hassastır ki, 2008 Şubat’ında TSK birlikleri oraya 5 Kasım 2007 Beyaz Saray görüşmesinin oluşturduğu olumlu ortamda bile kara seferi yaptığında, ABD yönetimi ile Erdoğan hükümeti ve TSK karşı karşıya gelmiştir. Arada Türkiye devleti Barzani ile kucaklaşmıştır, dolayısıyla onun tepkisi de büyük önem taşıyor. Kısacası, böyle bir hamlenin bir basit baskının “intikamı” amacıyla yapılabileceğini söylemek, politikadan hiçbir şey anlamamak ya da halkı alık yerine koymakla mümkündür ancak.

 

Dost acı söyler!

Özgür Gündem gazetesinin dünya gelişmeleri sayfalarında köşe yazısı yazan Yusuf Ziyad, Kandil’in bombalanmasından sonra yazdığı yazıda, Barzani’nin sesini yükseltmemesinden, PKK ve PJAK’a sahip çıkmamasından şikâyet ediyor. Yazısını şu cümleyle bitiriyor: “Davulu boynunda olup tokmağı başkasının elinde olanların hali ancak böyle olur.”

Bu Kürt hareketi içinde yeni bir yaklaşım. Yaygın yaklaşım, Barzani ile Talabani’ye toz kondurmamaktır. Devrimci İşçi Partisi (DİP) geleneği olarak biz, 2003’ten bu yana Kürt halkının Irak’ta yaşayan bölümünün elde ettiği hakları küçümsememekle birlikte, durumu büyük bir sevinçle karşılamanın yanlış olduğunu, emperyalizmin himayesinde ulusal kurtuluşun mümkün olmadığını hem yazıyla, hem de çeşitli toplantılarda yoldaşlarımızın yaptığı konuşmalarda Kürt dostlarımıza anlatmaya çalışıyoruz. İleri sürdüğümüz argümanlar arasında en önde gelenlerinden biri de, Irak Kürtlerinin belirli haklara kavuşmasının Türkiye Kürtlerinin esaretine rıza ile el ele gitmesine ulusal kurtuluş denemeyeceği. Bugün ortaya kaçıncı defadır çıkan şey işte bu. Parça bütünün aleyhine çalışıyor!

Kürt hareketi bu gerçeği gecikerek de olsa keşfetmeye ya da teslim etmeye başlıyor galiba. Oysa biz 2003’ten bu yana bu konuda epeyce eleştiri aldık. Kürt hareketi DİP’in bugün yaptığı uyarılara da kulak asmıyor. Yaptığı yanlışlara ses çıkarmayan sosyalist hareketlerin daha doğru davrandığı izlenimine sahip. Beş ya da on yıl sonra bu sefer de bugünkü uyarılarımız doğru çıkarsa? Gerçek dost acı söyler!