Tunus devriminin anlamı (1)

Tunus’ta 17 Aralık’ta üniversite mezunu bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan ve 14 Ocak günü cumhurbaşkanı Zeynel Abidin bin Ali’nin Suudi Arabistan’a kaçmasıyla çok önemli bir merhaleden geçen büyük çalkantı, tarihi bir devrimci anlam taşıyor. Her şeyden önce, bu olay 1989’dan bu yana devrimlere sırt çevirmiş olan bütün döneklere ağır bir tokattır. Şimdi liberali, İslamcısı, eski Marksisti hep birlikte ağız dolusu “Tunus devrimi” deyip duruyor, hatta devrim güzellemesi yapıyor. Hani “devrimler çağı sona ermişti”? Tunus devrimi henüz zafere ulaşamamış olmakla birlikte, dünya çapında devrim düşmanlarına ve Marksizm kaçkınlarına büyük kitlelerin sert bir cevabı olmuştur. Üstelik, bu devrim neredeyse klasik Marksist devrim kavramının bire bir doğrulanması olmuştur, çünkü devrimin öznesi, birazdan göreceğimiz gibi, işçi sınıfı ve onun müttefikleridir.

İkincisi, Tunus’ta yaşanan sarsıntı, 2008’de açılmış olan Büyük Depresyon döneminin ilk devrimidir. Dünya kapitalizminin krizinin, gerici nitelikteki bir dizi etkisinin yanı sıra, sınıf mücadelelerini, hatta devrimleri kışkırtacağını başından beri söyleyegeldik. Bu olayların nerede ne zaman patlak vereceğinin öngörülemeyeceğini de ekleyerek. İşte devrim, en beklenmedik bir yerde, Arap dünyasının siyasi mücadeleler bakımından çok zengin bir geleneğe sahip olmayan bir ülkesinde ortaya çıkmış bulunuyor. Devrimin Büyük Depresyon ile ilişkisi, aynı döneme düşmüş olmaları düzeyinde değildir elbette. Devrimin dolaysız nedeninin krizin işsizliği hızla arttırması olduğu açıktır. Buna Kuzey Afrika gençliği açısından bir sigorta işlevi gören Avrupa’ya göçün önünün AB’nin kriz ile birlikte göç politikasını sıkılaştırması sonucunda kapanmış olmasının etkisini katmak gerekir.

Üçüncüsü, Tunus devrimi ile Arap dünyasında onun tetiklediği başka mücadeleler (Cezayir, Ürdün), Büyük Depresyon’un başlangıcından itibaren Akdeniz’in kuzey kıyısında ortaya çıkan büyük sınıf mücadelelerine (Yunanistan, Türkiye, Fransa, İspanya, İtalya, Portekiz) yine aynı denizin güneyinden verilmiş bir yankı olmaktadır. Bu bakımdan, Tunus devrimi Akdeniz’de bir devrimci havzanın doğuşunun şimdiye kadar görülen en önemli göstergesidir.

Nihayet ve belki de en önemlisi, Tunus devrimi, tarihsel olarak devrimlerin yasalarını dikkatle incelersek, Arap dünyasında uzun soluklu bir devrimin başlangıcı olması ihtimali çok yüksek olan bir tarihsel olaydır. “Uzun soluklu” derken kastettiğimiz şudur: Devrim belki hemen bir ya da birkaç ülkede daha çok ciddi sarsıntılara yol açabilir, ama esas önemli olan Tunus devriminin bütün Arap dünyasında kitlelerin ruh durumunu ve iktidar sorununa bakışlarını derinden etkileyerek yıllara ve onyıllara yayılan bir devrimler sürecini başlatacak olması ihtimalidir. Artık her toplumsal dönemeç noktasında işçi ve emekçi kitleler, toplumun önündeki büyük sorunların bir de kitlelerin kendi inisiyatiyle, devrimci yoldan çözülüp çözülemeyeceği sorusunu kendilerine soracak ve bazen, koşullar uygun göründüğünde, bunu denemeye girişeceklerdir. Arap devrimi bu anlamda başlamıştır.

WikiLeaks, sosyal paylaşım ağları, Leyla, “yasemin” ve başka şeyler

Hem dünyada, hem Türkiye’de Tunus devrimine bir ay boyunca sırtını dönmüş olan burjuvazinin güçleri, bin Ali devrilir devrilmez doğal olarak olayı “tanımak” zorunda kaldılar. Ama bir yandan da olayların gerçek karakterini saptırmak, kitle mücadelelerinin önemini sulandırmak, sınıf karakterini gizlemek yönünde kapsamlı bir çabaya giriştiler. Bu çabanın dört ana boyutu var. Birincisi, Tunuslu emekçilerin isyanının hedefinin rejim ve ekonomik sistemin işleyişi olduğunu gözlerden gizlemek için bin Ali’nin eşi Leyla Trabelsi ve ailesinin zenginliğini ve yolsuzluklarını öfkenin esas hedefi gibi göstermek. (Bunun kaynağı aslında New York Times, ama kimse Tunus’a ilk değindiği gün “Leyla isyanı” diye sürmanşet atan Hürriyet kadar ileri gitmedi.) İkincisi, bu yolsuzluk olayının Tunus toplumunun gündemine ABD diplomatlarının bu konuda yazmış olduğu kriptoların WikiLeaks tarafından yayınlanması dolayısıyla oturduğu iddiası. (Burada yine Hürriyet herhalde dünya çapında en komik başlığı atmıştır. Aynı günlük gazetenin iç sayfasında “Wikileaks’in ilk depremi” manşeti kullanılmıştı.) Buna paralel ama onunla özdeş olmayan ve çok daha uzun soluklu bir ideolojik söylemin parçası olan bir vurgu, sosyal paylaşım ağlarının (en başta Facebook ve Twitter) kitlelerin seferberliğinde çok büyük bir önem taşıdığı iddiası. Bu iddia, belli belirsiz Tunus devriminin aslında internete çok düşkün, sabah akşam blog yazan, keyfi yerinde “orta sınıf” aydın ve gençlerinin bir ürünü olduğu türünden bir açıklamaya kayabiliyor. Nihayet, bütün bunları simgeleştiren bir yaklaşım, Ukrayna’daki “turuncu devrim” ya da Gürcistan’daki “gül devrimi” gibi, Tunus devrimine de “yasemin devrimi” adını takıyor ve böylece bu devrimi o ülkelerdeki sahte devrimlerle aynı diziye yerleştirmeye çalışıyor.

Bunların bazıları hepten yalandır, bazıları olayların anlamını çarpıtmaktadır. Bunu görmeden önce, devrimin gerçeğini biraz daha yakından incelememiz gerekiyor.

Tunus’ta yaşanan kelimenin Marksistler tarafından kullanıldığı klasik anlamda hakiki bir halk devrimidir. Yani her şeyden önce halk kitlelerinin kendiliğinden ayağa kalktığı ve artık eskisi gibi yaşamak istemediğini eylemleriyle ilan ettiği bir toplumsal çalkantı. Bu çalkantı, kitleseldir, soluğu tükenmemektedir, sebatkârdır. Kitleler olağan dönemlerin çok ötesinde bir cesaret göstermektedir. Özellikle son döneme yoğunlaşan 100’den fazla ölüye rağmen (bunların yarısından fazlası bin Ali’nin kaçışından sonradır), halk sokaklardan çekilmemektedir. Devrimin esas malzemesi insan bedenidir, katliama uğramaya hazır insan bedeni!

Peki, bu kitle kimlerden oluşmaktadır? Bütün tanıklıklar ve görsel malzeme kantılıyor ki, bu kitleler esas olarak emekçi sınıflar ve ağırlıklı olarak o sınıflardan gelen gençlerdir. İşsizlerdir, düşük ücretle merdivenaltında çalışan işçilerdir, işi her dakika değişen kent yoksullarıdır. Elbette aralarında, devrimin baş şehidi Muhammed Buazizi’nin de olduğu gibi, “diplomalı işsizler”, yani üniversite mezunları da vardır. Ama bunu olayların öğrenci gençliğin bir ürünü olmasıyla karşıtırmamak gerekir. Tunus eğitim sisteminin birçok Arap ülkesinde olduğundan daha çok geliştiği bir ülke olduğundan, işçi ailelerinin çocukları üniversiteyi bitirmekte, ama iş bulamamaktadırlar. Üniversite diploması bunların sınıf konumunu değiştirmemiştir.

Kitleleri işçiler ve emekçiler oluştururken, devrimin yönlendirilmesinde yer alan en önemli örgütlü güç de işçi sınıfıdır, yani UGTT adlı konfederasyona bağlı olan sendikalardır. Tunus’un İslamcılar dışında nispeten zayıf bir burjuva muhalefeti oluşu, ılımlı bir karakter taşıdığı anlaşılan İslamcı hareketin (en önemlisi En-nahda adlı parti) de devrimin gelişmesinde pasif kalması, devrimin çok daha fazla sınıf temellerinde gelişmesini sağlamıştır. Devrim geliştikçe, entelicensiya (sanatçılar) ve küçük burjuvazinin bazı katmanları (avukatlar) devrimci sürece omuz vermeye, baskıyı kınamaya yönelmişlerdir. Sonunda, bin Ali’nin kaçtığı gün İçişleri Bakanlığı önüne toplanan kalabalık bütün halkı temsil ediyordu. Ama burada bulunan zengin küçük burjuvaların meydanlara ilk kez çıktığı da kendi ifadeleriyle basına geçiyordu. (New York Times, 15 Ocak 2011)

Burjuvazi ve zengin modern küçük burjuvazi, eski rejimin savunulamayacağını anladıktan sonra devrimi kontrol altına almak ve durdurmak amacıyla işin içine girmeye başlamıştır. Bunun formülü de muhalefet partilerini de içine alan bir koalisyon hükümetidir. Tunus’un tarihsel olarak Habib Burgiba döneminde Kemalist Türkiye’ye özenmiş bir laik yapıya sahip olması ışığında, Türk basını “laik orta sınıf”ı devrimin ana unsurlarından biri haline getirmeye yatkın davranmıştır. Tabii “sosyal paylaşım ağları” bu yalana epeyi uygun düşüyor. Ama bunu yalan olmaktan çıkarmıyor. İlginç bir biçimde, 18 Ocak Salı günü yeni kurulmuş “milli birlik hükümeti”ne karşı yapılan gösterilerde, New York Times muhabiri sosyal bileşimin bir kez daha değiştiğini gözlüyor. “Orta sınıf” sokaklardan gene çekilmiştir. Hükümete karşı mücadele eden bir kez daha devrimin esas öznesi olan işçi ve emekçi kitlelerdir. (New York Times, 19 Ocak 2011)

Öyleyse, klasik anlamda Marksist bir proleter devrimi dinamiği ile karşı karşıyayız. Yukarıda sözünü ettiğimiz, burjuvazinin sözcüleri tarafından ileri sürülen unsurlar işte esas olarak bunu gözlerden saklıyor. Leyla Trabelsi ve ailesinin yolsuzluklarına tepki öyküsü, Tunuslu genç proleter ve kent yoksullarının kapitalizmin yapısal illeti işsizliğe karşı ayağa kalkmış olduğunu gizlemeye yönelik. Bırakalım kapitalizmi, kitlelerin siyasi rejime bile bütünüyle karşı olmadığı, esas sorununun bir klanın yolsuzluğu olduğu izlenimini yaratmayı amaçlıyor.

WikiLeaks’in yayınlamış olduğu Amerikan kriptoları açıklaması daha komik. Sanki Tunusluların “first lady”nin ve ailesinin yolsuzluklarına kızmak için bu kriptoların yayınlanmasını beklemesine ihtiyaç varmış gibi! Kriptoları okuyan görecektir ki, Amerika’nın Tunus’taki diplomatları orada yeni bilgiler vermiyor, Tunusluların Leyla Trabelsi ve ailesini nasıl gördüğünü, yolsuzlukları konusunda neler anlattığını aktarıyorlar. Yani onlar Tunuslulardan öğrenmiş bunları! Üstelik, olayların Muhammed Buazizi’nin kendini yakması ve Ocak başında ölmesine tepki olarak geliştiği somut olarak bilinen bir şey. Buazizi’yi harekete geçiren ise işsizlik ve zabıtanın baskısı ve hakareti. Her şey ortada ve WikiLeaks açıklaması orijinalite merakı ile yalancılık arasında gezinen bir saçmalık.

Sosyal paylaşım siteleri konusunda söylenenler, elbette 20. Yüzyılın ilk yarısında radyonun, ikinci yarısında televizyonun olduğu gibi, kitlelerin çok daha çabuk haber almasına ve haberleşmesine yarayan internetin 21. yüzyıl başında önem kazanmış olduğuna işaret ediyor. Özellikle sansürün geçerli olduğu bir ülkede, bu siteler ve genel olarak internet bilginin yayılmasında önemli bir rol oynayabilir. Ama sanki internet olmasaydı kitle hareketi olmayacakmış gibi ya da kitle hareketine internet yol açmış gibi bir esas açıklama tavrına girmek işi gülünç sonuçlara taşımak olur. Daha da önemlisi, haberleşme hangi kanallarla yapılırsa yapılsın, devrimin başarıya ulaşabilmesi için örgütlenmek ve baskıya karşı cesaretle koymak gerektiğini gözlerden saklar bu vurgu. Sanki bin Ali’yi sanal dünyadaki yazışmalar ve videolar düşürmüştür iktidardan. Hayır! Göğsünü kurşunlara siper eden genç proleterlerdir devrimi yapan! Tekrarlıyoruz: Devrimin esas hamuru insan bedenidir!

Devrime katılan ve öznesi haline gelen kitlenin karakteri konusunda yukarıda anlatılanlar, aydınlar, “laik orta sınıflar”, internet düşkünü gençler, diyasporadaki okumuş insanlar vb. türü, devrimin işçi-emekçi karakterini saklamaya yönelik uydurma öznelerin çürütülmesini gereksiz kılıyor.

“Yasemin devrimi”ne gelince. Tarihte gerçek devrimlere böyle adlar verilmesi görülmemiş bir şey değildir. Örneğin, 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli devrimlerinden olan Portekiz devrimi (1974), kendi gününde “karanfil devrimi” olarak bilinirdi. Ama halk kitlelerinin isyanının bütünüyle emperyalizm yanlısı, gerici güçleri Sovyet ve Doğu Avrupa coğrafyasındaki çeşitli ülkelerde iktidara getiren olaylarla Tunus devrimini aynı karakterde imiş gibi gösteren “Yasemin devrimi” adı medyanın şişirdiği bir imge olarak reddedilmelidir. Onlardan farklı olarak Tunus devrimi gerçek bir devrimdir. Zafere henüz ulaşmamıştır. Nereye kadar gideceği belirsizdir. Ama şimdiden devrimler tarihine geçmiştir. Şimdi bu daha ciddi sorunlara dönelim.

Devrim mi, değil mi?

Türkiye’de Tunus olaylarının tartışılma tarzı, son dönemde siyasi ve düşünsel yaşama damgasını vuran birçok tuhaflığın laboratuvarı gibi oldu. Medya bir ay sustu, üç maymunları oynadı. Bunun ardında uluslararası alanda yaşanan olayların sadece Batı medyasının bakış açısından algılanması gibi bir illet yatıyor. Ama ne zaman ki bin Ali paldır küldür devrildi, bu sefer de medyada Tunus haberinden ve yorumundan geçilmez oldu. Bu, suskunluktan “tanıma”ya geçişin yarattığı gülünçlükleri ve çarpıtmaları başka bir yazıda ele alabileceğimi umuyorum. Ama insan bazen medya bu konuda sussaydı acaba daha mı iyi olurdu diye düşünmeden edemiyor!

Şaka bir yana, medyanın, özel olarak da yazılı basının Tunus meselesini ele alışında iki ayrı evrenin varlığını saptamak mümkün. Önce herkes, ama herkes, Kemalistinden İslamcısına, liberalinden solcusuna bütün yazarlar ve gazeteler, Tunus’ta bir devrim yaşandığında hemfikir gibiydiler. Bu yaklaşık üç-dört gün sürdü. Durum şaşırtıcı idi. Okuyucu soracaktır: Bir olay bu kadar açıkça devrim karakterini taşırken bunu herkesin teslim etmesi neden şaşırtıcı olsun? Şu basit nedenden: Sağcısıyla solcusuyla Türkiye’nin entelicensiyası, Tunus devriminin patlak vermesinden önceki tam tamına yirmi yılı, devrimler çağının kapanmış olduğu teranesini tekrarlamakla geçirmişti. “Tam tamına” dememizin nedeni şu: Tunus devrimi, 20. yüzyılın sosyalist devriminin anası ve atası olan 1917 Ekim devriminin ürünü olan Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ve dağılışının tam 20. yılında gerçekleşti. İsterseniz Berlin Duvarı’nın çöküşüne (1989) kadar da geri gidebilirsiniz. Önemli olan şudur: Entelicensiya, bütün 1990’lı ve 2000’li yılları “devrim bitti” nakaratı ile geçirmiştir. Arada Arjantin, Bolivya, Ekvador gibi ülkelerde 2000’li yıllarda ortaya çıkan devrimci atılımları da Türkiye entelicensiyası bunlar uzak bir kıtada meydana geldiği için uygun bir tarzda görmezlikten gelmiştir. Ama şimdi İslam dünyasında yaşanan bir devrim söz konusudur. Herkes, sanki hiçbir şey olmamış gibi, mesela takvimler hâlâ, devrimden sözetmenin herkes için olağan olduğu 1979’u (son muzaffer devrim olan Nikaragua devriminin ve çok daha karmaşık sonuçlar doğuran İran devriminin yaşandığı yıl) gösteriyormuş gibi, ağız dolusu “devrim” demektedir. Bunların bazıları devrim olgusuna övgüler de düzmektedir. Bu durumun kolay kolay hazmedilemeyecek bir çelişki olduğu açıktır. Bizim (olaylar hızlı geliştiği için dile getirmeye vakit bulamadığımız) tahminimiz, devrim kavramının Türkiye entelicensiyasının fikir hayatına bu kadar kolay sığmayacağı yolundaydı. Şimdi tartışmanın ikinci evresinde gerçekleşen tam da budur. Bu ikinci evrenin özelliği, Tunus olaylarının bir devrim olmadığının yaygın biçimde ileri sürülmesidir.

Bu evreyi ele alırken,Türkiye’de düşünce hayatının acınası bir özelliğine dikkat çekerek başlamak gerekiyor. Son yıllarda “fikir hayatı”nın yerini, gazetelerde köşe savaşları ve televizyonlarda tartışma programı dalaşları almıştır. Özellikle köşe yazarları, çok ciddi bir okuyucu kitlesine kavuştukları ve kitlelerden büyük ilgi gördükleri için, kendilerini her konuda söz söylemeye yetkili kişiler olarak hayal etmektedirler. Okuyucular da onların fikirlerine önem vermekten geri kalmadıkları için, Türkiye’nin fikir hayatı ciddi bir yoksullaşmaya maruz kalmaktadır.

Birazdan sol kitlenin okuduğu birtakım gazetelerde Tunus’ta yaşananın bir devrim olmadığına dair ileri sürülen fikirlerin anatomisine kısaca gireceğiz. Ama şu soruyu sormakla başlayalım: Bu konuda çok bilmiş bir edayla fikir belirten köşe yazarlarının kaçı devrimler konusunda karşılaştırmalı bir-iki (bırakalım kitabı) makale okumuştur? Kaçı modern tarihin büyük devrimlerinin (örneğin İngiliz devrimi, Amerikan devrimi, Fransız devrimi, 1848 Avrupa devrimi, Meksika devrimi, Rus devrimi, İspanya devrimi, Çin devrimi, Küba devrimi vb.), bırakalım hepsi hakkında, sadece biri hakkında bile bir kitap okumuştur? Devrimci durum, devrimci kriz, devrim, muzaffer devrim, politik devrim, sosyal devrim gibi kavramlar kaçı için tanıdık kavramlardır? Hatta teorik tartışma bir yana, kaçı bir devrimi bırakın içinden yaşamayı, dışından günbegün izleyerek devrimler hakkında hiç olmazsa pratik bir bilgi edinme fırsatını bulmuştur? Muhtemelen hiçbiri! Öyleyse, neye güvenerek böyle ileri geri konuşuyorlar? Hatta biri (Murat Yetkin), Tunus olaylarını devrim olarak selamlayanlara kaba bir dille “az pişmiş siyaset teorisyenleri” deme cüretini nasıl buluyor kendinde (Radikal, 19 Ocak 2011)? Bunu son yılların gerici ideolojik ve kültürel atmosferinden başka hiçbirşey açıklayamaz. Bilgi ve teori Türkiye entelicensiyasında o kadar yerlerde sürünmektedir ki, sosyalist soldan dönme bir liberal gazeteci, bir tarihsel olayın teorik olarak nitelenmesi konusunda kendini yetkili saymakla kalmamakta, bir de başkalarına dil uzatacak kadar burnu büyük bir tutum takınabilmektedir!

Hızla bizim gözümüze çarpanları sayarak tartışmanın içeriğine girelim. Radikal gazetesinde sözünü ettiğimiz Murat Yetkin dışında (“Tunus’ta yaşanan bir devrim mi?”, 19 Ocak 2011), Fehim Taştekin (“Devrimden seraba: Tunus’ta ne değişti?”, 18 Ocak 2011) ve Koray Çalışkan (“Tunus dersi: ‘İslamcı Büyük Ortadoğu’ya hazır mısınız?”, 19 Ocak 2011) ve Cumhuriyet gazetesinde yazı işlerinin marifeti bir sözde haber (“ABD isyandan memnun”) ve Nilgün Cerrahoğlu (“‘Yasemin Devrimi’ ve Demokrasi!”, her ikisi de 20 Ocak 2011), bizim görebildiğimiz kaynaklar. Öngörümüz, Tunus olaylarının bir devrim olduğunun reddedilmesine dayanan fikirlerin giderek daha çok yaygınlaşacağı yönünde.

Teker teker bu insanların hiçbiri bizi ilgilendirmiyor. Dolayısıyla, hiçbiri ile kişisel düzeyde polemik yapacak değiliz. Bizi ilgilendiren yalnızca “devrim” fikrine karşı çıkışın gerekçeleri. Bu yüzden hiç kaynak vermeden bu gerekçeleri teker teker ele alacağız. Okuyucu, aşağıda çürütmek üzere ele alacağımız fikirleri bir önceki paragrafta adı geçen hiçbir yazara bağlamadan ele alırsa bu yazarlara yanlış fikirlerin atfedilmesini de önlemiş olur. Elbette ki hepsi aşağıdaki fikirlerin hepsini savunmaktan uzak. Bu tartışmadan beklentimiz, Tunus devrimi ve genel olarak devrimler konusunda yanlış fikirlerin yaygınlaşması yerine, Tunus olaylarının devrim kavramını toplumun, özellikle gençliğin gündemine doğru biçimde yerleştirmesine katkıda bulunmaktır.

Tunus’ta bir devrimin yaşanmış/yaşanmakta olmadığına dair fikirler, köşe yazarlarının darmadağınık sunuş tarzlarının şifrelerini çözebildiğimiz kadarıyla birkaç gerekçeye dayanıyor:

  • Bin Ali’nin devrilmesi kendi başına sorunları çözmez, eski rejim varlığını devam ettirmektedir. Burada söylenen, devrimin gelişmesinin hangi aşamasında olduğu ile ilgilidir, devrim olup olmadığı ile değil. Bir devrimin henüz zafer kazanmamış olduğu doğru olabilir. Tunus devrimi için de bu doğrudur. Devrim dolaysız görevleri bakımından her şeyden önce Tunus’taki polis devletini devirmeyi amaçlayan bir mücadele idi. Bu gerçekleşmedikçe, devrimin zafer kazandığı söylenemez. Bunun devrimci kitleler de farkında olduğu içindir ki günlerdir yeni “milli birlik hükümeti” ile kitleler arasındaki bilek güreşi devam ediyor.

  • Eski rejim yıkılsa bile yerine bir İslamcı rejim gelebilir. Yukarıdaki argümanda devrimin erken bir aşamada olması devrim olmadığına kanıt olarak gösteriliyordu. Burada ise olası sonuçları aynı amaçla kullanılıyor. Eski rejimi yıkmakta olan, bir İslamcı hareket değildir. Bunu Tunus’u azıcık izleyen herkes biliyor. Ama rejim yıkıldıktan sonra doğan boşlukta İran misali bir İslami cumhuriyet kurulursa, bu, devrimin kendi amaçları açısından yenilgisi anlamına gelecektir. Bu kez eski rejimi yıkmadığı için değil, devrimin öteki dolaysız hedefi olan büyük işçi ve kent yoksulu sınıfların ekonomik sorunlarını çözecek hiçbir şey yapılmamış olacağı için. Ama yenilen devrim de devrimdir!

  • Bir başka gerekçe şudur: Olaylar bütünüyle kendiliğinden gelişmektedir. Bu, bir yandan, ancak kısmen doğrudur: Tunus’ta kitle hareketi kısmen ülkenin sendikal konfederasyonu olan UGTT’nin yönlendirmesi altında gelişmketedir. Örneğin, “milli birlik hükümeti”ne karşı UGTT üç bakanını istifa ettirerek harekete geçmiş olmasaydı, bütün sokak gösterilerine rağmen şimdi hükümet tutunma fırsatı bulmuş, Tunus devrimi muhtemelen durgun bir evreye girmiş olacaktı. Öte yandan, kendiliğindenlik tezinin doğru olan bir yanı da vardır elbette. Bu devrim, daha baştan bir önderliğin kontrolünde gelişen bazı devrimlerden farklıdır. Ama bu, Tunus olaylarını devrim olmaktan çıkarmaz. Tam tersine: Tarihte sınıf temelli isyanların önemli bir bölümü (en önemlileri modern devrimlerin modeli olarak görülen Fransız ve Rus devrimleri) önce bütünüyle kendiliğinden devrimler olarak başlamış, bir devrimci önderliğin kitlelere yol göstericiliği bundan sonra gündeme gelmiştir. Tunus devrimi elbette onlarla karşılaştırılamaz, ama kendiliğinden demek devrim değil demek değildir.

  • Başka bir gerekçe olarak şu gösteriliyor: Ordu olaylarda çok önemli bir rol oynamıştır. Hatta Radikal’de yer alan bir haber bu tezi daha da ileriye götürerek şöyle formüle ediyor: “Eski Fransız Genelkurmay Başkanı ve Tunus Büyükelçisi Amiral Jacques Lanxade Bin Ali’nin devrilmesinde asıl rolü ordunun oynadığını söyledi.” (19 Ocak 2011) İnsan kendini 27 Mayıs darbesi ile karşı karşıya zannediyor! Şurası doğru: Bin Ali olaylar başkent Tunus’a sıçradığında polisin isyanı bastırmaya yetmeyeceğini görerek orduya düzeni koruma görevini vermek istedi, ama ordunun yönetici kademesi ve en başta Genelkurmay Başkanı Raşid Ömer, devrime sempati duyduğu için değil, muhtemelen bu pis işi yaparak düzenin son kalesini de yıpratmaya yanaşmadığı için bu misyonu reddetti. Bu da bardağı taşıran damla oldu, bin Ali’nin iktidarının altındaki toprağı kaydırmış oldu. Ama anlaşılan ya Amiral ya da onun fikirlerini özetleyenler “asıl” ile “ikincil” kavramlarını pek anlayamamış durumdalar. Soru şu: İşçi ve işsiz gençler bir ay boyu ölümü de göze alarak gösteri yapmasalardı, ordu 23 yıldır emrinde çalıştığı bin Ali’yi iktidardan indirir miydi? Tabii ki hayır. Demek ki, ordunun manevrası katiyen “asıl” faktör değildir, “asıl” faktör kitle mücadelesidir. Orduyu vurgulayan daha yumuşak tezler de aynı biçimde yanlıştır.

  • Bir başka şikâyet şudur: İran devrimi gibi Tunus da başarısız olacaktır. Burada Tunus olaylarına devrim dememekten ziyade, bu devrimle bir yere varmanın umutsuz bir çaba olduğuna dair bir fikir vardır. Bu fikir, bir yandan derinden derine devrim düşmanlığını ele veriyor. “Hiçbir şeyi değiştirmek mümkün değildir” umutsuzluğunu taşıyor. Bir yandan da Ortadoğu veya daha genel olarak İslam ya da Arap dünyasına ilişkin önyargılı bir bakışı. Aslında, günümüzün somut koşulları açısından bu ikinci önyargı daha da yaygın ve tehlikelidir. Ortadoğu ve/veya Arap ve/veya Müslüman ülkelerde, sömürgeci devlet geleneğinin ya da İslam’ın ya da emperyalizmin etkisi altında ilerici çözümlerin olanaksız olduğu önyargısıdır bu.

  • Nihayet, durumdan memnuniyetsiz olanlar, tam anlamıyla “öküz altında buzağı arama” yöntemiyle, Tunus olaylarını ABD’nin ya da genel olarak emperyalizmin kışkırtmış olabileceğini ima ediyorlar. Bunun şimdiye kadar görülen en münasebetsiz örneği, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir “haber”di. ABD’nin Tunus Büyükelçisi demecinde “Demokratik ifade süreci işliyor” dediği (yani gazetenin hayalgücüne göre olumlu konuştuğu) için gazete “haber”e “ABD isyandan memnun” başlığını atmıştı! Aman efendim, neden büyükelçinin manasız diplomatik cümlesini çekiştiriyorsunuz? Biz size çok daha iyi kanıtlar sunarız “ABD isyandan memnun”u kanıtlamak için. Yerimizi boş yere harcamamak için sadece en güçlüsünü söyleyelim. Obama Tunuslu kitleleri “alkışladığını” açıkladı. Daha ne istiyorsunuz, adam ABD’nin başkanı! Yalnız bir ayrıntı var: Bir ay boyunca sustu, bu lafı bin Ali kaçar kaçmaz söyledi. Küçük bir pürüz! Bu tür teoriler, sadece ABD’ye veya genel olarak emperyalizme kadiri mutlak bir konum tanımakla kalmaz, kitlelerin bütün hakim sınıf güçlerinden bağımsız, hatta hepsine karşı harekete geçemeyeceğine dair içi boş, ama son derecede zararlı bir yargıyı yayar.

Tunus’ta bir devrim yaşanmakta olduğunu yadsımanın bir tek anlamı vardır. Yadsıyanın devrimden korktuğunu veya nefret ettiğini gösterir.

(Birinci bölümün sonu)