Rusya’nın üzerinde bir heyûla dolaşıyor: Trotskiy

Rusya hükümeti, daha doğrusu Putin, Ekim devriminin 7 Kasım 2017’ye rastlayan 100. yıldönümü için göze görünür hiçbir şey yapmadı. Ne bir tören, ne bir kapalı salon toplantısı, ne bir açıklama. 1917’de Bolşeviklerin üç ay boyunca karargâhı olmuş olan Kşesinskaya Malikânesi’ni şimdi dönüştürülmüş olduğu Rusya Siyasi Tarih Müzesi’ndeki devrim sergisi, bunun belki de tek istisnasıydı. Orada da devrime son derecede soğuk bir mesafe ile yaklaşılıyor, Kızıl Ordu ile Beyazlara aynı uzaklıktan bakılıyor, sözde liberal bir alternatifin varlığını ima edebilecek her belirti kırıntısı büyütülüyordu. Bu sergide eski teknoloji ile yeni post-modern sergicilik el ele vermişti. Bir salon baştan aşağıya İç Savaş dönemine (1918-21) ilişkin tanıklıklara hasredilmişti: 1960’lı yılların teknolojisi bir takım kulaklıklardan dedelerin, ninelerin kendilerine anlattığını bize aktarıyordu, bir dizi Rusya vatandaşı. Bizim dinlediklerimizin hepsi Kızıl Ordu’nun kötülükleri üzerineydi. Beyaz ordular anlaşılan tertemiz bir savaş vermişlerdi!

Zaten Putin, belli ki dikkatleri hâlâ tatil günü olan 7 Kasım’dan uzaklaştırmak için, 4 Kasım’ı ulusal bayram haline getirmiş. Birlik ve Barışma Bayramı, ta 1612’de bir aristokratın önderliğinde Polonyalıların Moskova’dan kovulmasını kutluyor. Epeyce uzak bir tarihin, epeyce tuhaf bir dönüm noktası!

Ekim devrimi üzerine konuşmak, tutum almak Putin’in işine gelmiyor. Putin halk arasında popülerliğini, her şeyden önce, ayyaş Boris Yeltsin’in bütünüyle ABD’ye teslim olduğu 1990’lı yıllardan sonra izlediği farklı politikaya borçlu. Ruslar tarih boyunca birikmiş büyük ulus gururunu, Sovyet döneminde ABD’ye dahi kafa tutan bir süper devlet imajıyla pekiştirmişlerdi. Yeltsin’in ABD karşısında boynu eğik politikası bu yüzden tepki toplamıştı. Putin bu büyük ulus merakını kullanarak, Rusya’yı yeniden Batı’nın karşısına dikerek halk arasında büyük bir sempati kazandı. Süper devlet Sovyetler Birliği (SSCB) olduğuna, SSCB de Ekim devriminin ürünü olduğuna göre, Ekim devrimine açıktan saldırmak bu tarihsel sürekliliği yok etmek anlamına gelirdi.

Putin’in Ekim’le uğraşmak istememesinin bir ikinci nedeni var. Halkın belleğinde Sovyet dönemine ilişkin güçlü bir özlem varken, bu yüzden de devrim ve Lenin belki de çoğunluk tarafından yüceltilirken, hele hele gelecek sene başkanlık seçim olacağı hatırlanırsa, Ekim devrimine saldırmanın seçmenleri yabancılaştırması ihtimali siyasi bir yanlış olarak görünmüştür muhtemelen Putin ve danışmanlarına. Tabii, aynı nedenle lehinde de konuşamaz, tabii konuşmak isteseydi bile. Bu yüzden 20. yüzyıl boyunca bütün dünyanın tarihine yön veren koskoca Ekim devrimi, kendi evinde, Rusya’da, 100. yılında devlet ve hükümet için görünmez olmuştur!

Nihayet görmezden gelmenin bir üçüncü nedeni de Putin’in kurduğu siyasi ittifaklardır muhtemelen. Putin’in hâkimiyet sistemi sağdan sola, Avrasyacılıktan sosyal demokrasiye ve sözde komünizme kadar bir dizi cereyan, hatta bunları temsil eden bir dizi siyasi parti ile iyi geçinmeye, onlara kendi iktidarından çıkar, onur, mevki dağıtmaya dayanıyor. Lenin ve Ekim devrimine bu kadar bağlı on milyonların olduğu bir ülkede sahte komünist Rusya Federasyonu Komünist Partisi (KPRF) ile iyi ilişkiler Putin için önemli. KPRF açısından, tabanını ayakta tutmak ve diğer gerçek komünistlere kaymasını engellemek için bile olsa Ekim devrimine önem vermek zorunlu. 100. yılda da bir dizi toplantı ve konserle anmalar düzenlemiş bulunuyor bu parti. Putin bunlara cepheden karşı çıkmaktan da kaçınıyor anlaşılan.

Kşesinskaya Malikânesi’nde devrim sergisi, sinemada Matilda!

Putin’in doğrudan devrime ve Lenin’e saldırmak istememesi, tuhaf birtakım sonuçlara yol açmış görünüyor. Bunlardan biri, iktidara yakın güçlerin 100. yıl planlarının parçası olduğu anlaşılan “Matilda” adlı film. Film devrimle uğraşmak yerine, devrimin devirdiği zalim Romanov Hanedanı’nın son temsilcisi II. Nikolay’ı insani biçimde göstererek devrilen rejimi savunmak gibi bir görevi üstlenmiş. Bu amaçla II. Nikolay’ın tahta çıkmadan önce, ünlü Bolşoy Balesi’nin Matilda adındaki baş baleriniyle yaşadığı aşkı anlatmış. Yani gerçek hayattan esinlenen bir film. Biz filmi görmediğimiz için bilmiyoruz, ama anlaşılan o ki, film hem böyle ısmarlanmış sinema eserlerinde sık sık görüldüğü gibi sekse çok yer vermiş, hem de son çara, aile değerlerine, muhafazakâr yaşam tarzına falan aykırı birçok davranışı atfetmiş.

Film gösterime girince kıyamet kopuyor. Gösterimler sırasında, Ortodoks inanca sahip kalabalıklar ve milliyetçiler tarafından yuhalanma olayları yaşanıyor, filmi gösteren bazı sinemalar kundaklanıyor, yönetmeni ve avukatı ayrı ayrı suikast girişimlerine maruz kalıyor, birtakım belediyeler filmin gösterimini yasaklıyor, film medyada ve ülkenin parlamentosu olan Duma’da kınanıyor. Sonunda, şöyle bir durum doğuyor: 9 Ocak 1905’te yüzlerce işçiyi katleden, Yahudi pogromlarında parmağı olan, ülkeyi emperyalist amaçlarla (bunların arasında İstanbul’u almak da vardır) Birinci Dünya Savaşı’na sokup 3,5 milyon tebaasının ölümüne yol açan bir alçak, bir ulusal kahraman olup çıkıyor. Ortodoks Kilisesi, bu olay üzerine II. Nikolay’ı kanonize ediyor, bir nevi aziz mertebesine yükseltiyor! Yani “Muhteşem Yüzyıl” dizisine AKP’den, Erdoğan’dan, Arınç’tan gelen muhafazakâr tepkilerin, zincirinden boşanmış bir Rus-Ortodoks versiyonu yaşanan!

Bütün bu olayın belki de en komik yanı, sözde komünist KPRF’e mensup bir Duma üyesinin girişimiyle parlamentoda kurulan partiler arası bir komisyonun, Rusya’nın, bu filmin yerle bir ettiği Hıristiyan değerlerini savunmaya soyunması. KPRF’e neden sahte komünist dediğimizi okurlarımız şimdi biraz anlamışlardır.[1]

İşin tuhafı ne biliyor musunuz? “Matilda” filminde anlatılan balerin, Nisan-Temmuz 1917 arasında Lenin’in ve Bolşeviklerin karargâhı olan Kşesinskaya Malikânesi’nin sahibi olan Matilda Kşesinska’dan başkası değil! Zaten malikâne baş balerine bu aşktan dolayı verilmiş. Tabii bazen malikâneler, konaklar, saraylar, o görkemli binalar, tarihin değişimini gayet iyi yansıtıyor. Malikâne bugün devrim sergisi açıyorsa, bunun nedeni, orada üç ay boyunca çalışan Lenin’in, Matilda’nın sevgilisi olan, döneminin kudretli çarından çok daha önemli bir tarihi şahsiyet olması. İlginçtir, biz orayı gezerken konağın hiçbir yerinde Matilda Kşesinska ile geleceğin çarı II. Nikolay’ın aşkının en ufak bir izine rastlamadık. Ama Lenin’in ve eşi ve yoldaşı Krupskaya’nın yan yana olan çalışma odaları aynen 1917’de olduğu gibi muhafaza edilmiş!

“Devrimin İblisi”

Ekim devriminin tarihi önemini Rus halkının gözünde küçültmek için, elinde milyonlarca Rus’un kanı olan katil bir çarı, hem de bir balerinle aşk hikâyesini anlatarak yüceltmekten  daha geleneksel ve daha iyi yöntemler var. Bunların en etkilisi elbette Rus devrimini bir “Alman oyunu” olarak göstermek. Rus aklı aynen Türk aklı gibi çalışır ve ülke içinde olan her şeyi dışarıdan düzenlenmiş komploların ürünü olarak niteler. “Aynen” dedik ama sanırız bizden belki de 10 kat fazlasıyla öyledir. Bu yüzden “komplo teorisi” kurma hastalığından kurtulamayan bir Türk’ün yapabileceği en iyi şeylerden biri, Rusça öğrenip Rus politikasında ileri sürülen komplo teorilerini izlemesidir. Bu teoriler muhtemelen bir Türk’e bile öylesine absürt görünecektir ki, “komplo teorisi” uzmanımız anında iyileşecektir!

Ekim devriminin bir “Alman komplosu” olduğuna dair teori devrim günlerine kadar geri gider. Lenin’in, sürgünde olduğu İsviçre’den Rusya’ya Almanya-İskandinavya yoluyla dönerken Alman devletinin mühürlediği bir trenle seyahat etmiş olması, savaşta Rusya’nın karşısında olan Alman devletinin Lenin’i Çarlık devletini yıkmak amacıyla yolladığı türünden bir teoriye zemin kazandırmıştı. Bu teori, özellikle devrimin yakıcı bir gerçeklik olduğunun anlaşıldığı, bu yüzden Bolşeviklere karşı gerici bir saldırı dalgasının körüklendiği Temmuz günleri ertesi dönemde, halk arasında Lenin’i ve Bolşevikleri gözden düşürmek için yaygın olarak dolaşıma sokulmuştur.

Ekim devriminin tam yıldönümünde gösterime girecek bir televizyon dizisi, çok absürt olduğu için tarihe gömülen bu teoriyi mezarından çıkartmaya yönelmiş. Rassiya (Rusya) adlı özel bir kanal, üç bölümlük bir dizide Ekim devriminin nasıl Rusya’yı parçalamak ve yıkılmasını sağlamak üzere Almanya tarafından finanse edildiğini anlatıyor. Ama eski komplo teorisinden bir farkla. Lenin burada Alman ajanı konumunda gösterilmiyor anladığımız kadarıyla. Ajan başka biri. Diziye “Devrimin İblisi” adını kazandıran da o. Hayır hayır, Trotskiy değil, sabredin, daha oraya gelmedik. Rus asıllı Alman sosyal demokratı, 1905 devriminde yazılarıyla büyük şöhret kazanan Alexander Helphand ya da kod adıyla Parvus. Hem sosyalist militan, hem tüccar. Şu bizim “Parvus Efendi”. 1910-1915 arasında İstanbul’da yaşayan ve ticaretle uğraşan, İttihatçılara akıl hocalığı da yapan, Osmanlı’nın Mali Esareti başlıklı bir kitabı da olan Parvus Efendi.

Bu Parvus, 1915 sonrasında Almanya ve İskandinavya’da giriştiği işlerle dünyalığını iyice doğrultuyor. Marksizmden de uzaklaşıyor. Trotskiy, Rus Devriminin Tarihi’nde onun hakkındaki yargısını şöyle dile getirir: “Gününde öne çıkmış bir Alman Marksist yazar olan, savaş sırasında ise hem bir servet kazanmayı, hem de ilkelerini ve olaylara nüfuzunu yitirmeyi başaran Parvus…”  İşte, bu Parvus filmde Alman devleti ile pazarlık ederek Lenin’i Rusya’ya devrim yapmak ve böylece Çarlığı yıkmak için gönderen adam olarak öne çıkartılıyor. Filmin resmi tanıtımında Ekim devriminin arkasında iki kişinin olduğu söyleniyor. Yine Trotskiy sandınız, yanıldınız. Lenin ve Parvus! Hiçbir tarihçinin saptayamadığı gerçeği bu film kavramıştır! Parvus, devrimin ardındaki iki kişiden biridir, çünkü Alman ajanı olarak para bulmuş, ayrıca Lenin’in Alman emperyalizmi tarafından Rusya’ya ulaştırılmasını sağlamıştır, Lenin ise devrimi yapmıştır.

Burada “Devrimin İblisi” Parvus’un ne işlev gördüğü açıktır. Halk arasında hâlâ çok sevilen, kurduğu devlet çöktüğü halde çeyrek yüzyıl sonra bile Moskova’nın kalbindeki anıt mezarı hâlâ kaldırılamayan Lenin’e ajan demek zordur. O zaman Lenin devrim yapmak istemiş, ama bu, Rusya’yı zayıf düşürmüştür. Eski kategorilerle söyleyecek olursak Parvus “sübjektif olarak” ajandır, Lenin ise “objektif olarak”.

Lenin’in devrimciliğine laf edilmiyor, ama şiddet ve iktidar düşkünlüğü de daha baştan belli. Bu, evet Lenin devrimcidir, ama Rusya’nın çıkarlarına aykırıdır devrimciliği tezini daha önce duymuş olabilirsiniz. Gerçek sitesi Ocak 2016’da Putin’in Lenin konusunda ender olarak açık yürekli olduğu bir anda yaptığı açıklamayı okurlarına aktarmış ve yorumlamıştı:

“Putin’in Lenin’e esas eleştirisi, federal bir devlet kurmasından, bütün ulusların eşitliğini savunmasından, bütün uluslara federasyondan ayrılma hakkını saklı tutmasından dolayı. Böylece Rusya’nın altına bir saatli bomba yerleştirdiğini söylüyor. Hoş geldin büyük Rus şovenizmi, hoş geldin Stalin! (…)

Putin, sadece Lenin’e saldırmakla kalmamış. Stalin’in üniter devlet (bizde fetiş haline gelmiş olan tekçilik) yanlısı olduğunu da kaydederek Stalin’i Lenin’in karşısına koymuş. El hak, durumu anlatması yine birçok Stalinistten daha isabetli. Lenin enternasyonalist, federalist, Stalin milliyetçi, üniterci” (http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/surpriz-putin-lenini-degil-stalini-seviyor).

(“Lenin devrimci ama Rusya’ya iyi değil” tezini unutmayın.)

Trotskiy soldan sahneye giriyor

Trotskiy, sürgüne gönderildikten ve Sovyet devletini ele geçiren bürokratik aygıt tarafından katledildikten sonra uzun yıllar boyunca devrime karşıt olarak gösterildi, şeytan haline getirildi, Hitler’in bile müttefiki olarak sunuldu. Stalin’in ölümünden sonra bu kısmen devam etti. Bazılarının sandığını aksine, Gorbaçov bile parti kongresinde “Trotskiy devrime inanmıyordu” türünden eski yaveleri tekrarlamıştır. Onun döneminde Bukharin, Zinovyev, Radek gibi, Moskova duruşmalarında mahkûm edilerek kurşuna dizilen bazı eski Bolşeviklerin itibarının iade edildiği doğrudur, ama bu isimler arasında Trotskiy yine de yoktur! Ancak Stalin sonrası dönemi ayırt eden şey, Trotskiy’in ölümünden sonra o cenahtan gelecek tehlikenin azaldığı duygusuyla bürokrasinin temsilcilerinin esas çabasının Trotskiy’i tarihten silerek genç Sovyet kuşaklarına unutturmak olmuştur.

Rusya devleti birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Sovyet bürokrasisinin politikasını devam ettirdi. Dolayısıyla, bundan 25 yıl önce yaşı kemale ulaşan kuşaklar bile Trotskiy’i tanımıyorlardı. Şimdiki kuşaklar hiç tanımıyor. Bu durumda, Rus televizyonunun amiral gemisi (deyim New Yorker dergisinin), ülkenin en popüler kanalı (kaynak Independent gazetesi) Kanal 1’in, 100. yılı neredeyse günü gününe (ilk bölüm 6 Kasım’da gösterildi) Trotskiy adlı sekiz bölümlük bir dizi ile karşılamasına ne anlam vermek gerekiyor?

Dizi, hakkında anlatılanlardan anladığımız kadarıyla, Trotskiy’i bir yandan büyük bir örgütçü ve devrimci, gelişkin bir aydın ve güçlü bir hatip olarak gösterirken, bir yandan şehvet düşkünü, küstah ve bencil bir adam olarak aşağılıyor. “Şehvet düşkünü” sevdiğimiz bir terim değil, rastgele kullanmadık. Son yıllarda, daha doğrusu onyıllarda dünya çapında solun gerilemesiyle birlikte tarihi sol karakterler hakkında yapılan biyografik karakterde filmler, sanki bu insanların hayatının önemli olan yanı karşı cinsle ilişkileriymiş gibi, öykülerini büyük ölçüde bu konu üzerine kuruyor. Kimilerinin pek beğendiği “Frida” filmi (Meksikalı büyük kadın ressam Frida Kahlo’yu ve çevresindekileri anlatır), neredeyse bir porno filmini andırıyordu. Bu muhteşem kadının korkunç kronik hastalıklarıyla cesurca boğuşması, dünyanın en zor adamlarından biri ve kendisi de ünlü bir ressam olan kocası Diego Rivera ile başa çıkması, devrimciliği, tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğunda bile sokak eylemlerini terk etmemesi, gerçeği bir kadının gözünden anlatan gizemli resimlerinin içeriği ve tekniği—bütün bunlar dururken film Frida’nın nasıl her fırsatta her bulduğuyla ilişkiye girdiğini anlatıyordu.

Anlaşılan “Trotskiy” dizisi de aynı trendin kurbanı olmuş. Hatta sado-masoşist imalar bile var. Mesela Trotskiy Kızıl Ordu komutanı olarak yerlere kadar uzanan bir deri palto ile zırhlı trenin kapısında beliriyor! Trotskiy’in cepheden cepheye koşarken Sibirya’ya kadar uzanan yolculuklarında uzun bir palto giymesinden olağan bir şey yok, ama bugüne kadar kimse onu deri palto içinde görmedi. Aynen işçi ve köylü erlerin giydiği türden kaba bir çuhadan yapılmış bir palto giydiği bütün resimlerden görülebilir!

Tabii, incelikten yoksunluk kendini başka şekillerde de ortaya koyuyor: Trotskiy 20. yüzyıl pratik devrimci Marksistleri arasında düşünsel birikimi ile diğerlerinin çok önüne çıkan biri olarak Freud’u okumuştur ve çok önem verir. Film bunu da Trotskiy’in sekse düşkünlüğünün bir emaresi sayıyor!

Ama Trotskiy’in en önemli özellikleri (buraya çok dikkat!) gaddarlığı ve kibri. Film Trotskiy’in bir mezarlıkta sivillere karşı gerçekleştirdiği bir katliamla bitiyor. Mezarları işaretleyen haçlar sökülüyor. Buna, “benim oğlumun mezarını tarumar edemezsiniz” diye itiraz eden bir yaşlı anayı Trotskiy kendi elleriyle oracıkta öldürüyor. Filmin fragmanlarında bir dizi sahneyi art arda getiren çok anlamlı bir montajı anlatalım: Trotskiy kaçıncı defadır bir başka kadınla sevişiyor; hemen ardından elleri ve üstü başı kanlar içinde, bir hayvanı kasap tahtasında parçalara ayırırken görüyoruz onu; sonra ellerinin kanını silerek muhatabına “Anlamıyorsunuz, devrim” diyor, bir nefes aldıktan sonra ekliyor: “benim!” Meksika’da siyaseten küçük IV. Enternasyonal örgütü dışında yapayalnız, her an avlanmaya müsait bir şekilde yaşarken hem de! Fransız “Güneş Kralı” XIV. Louis iktidardayken “Devlet benim!” demişti. Trotskiy, iktidardan düşürülüp sürgüne yollanmışken “Devrim benim!” diyerek ondan bile küstah ve özgüvenli biri olduğunu kanıtlıyor.

Filme ne de büyük paralar harcanmış. Tam bir süper prodüksiyon. Oyuncu kadrosu şöhretlerle dolu. “Rusya’nın en ünlü oyuncusu” (kaynak The Guardian gazetesi) Konstantin Khabenskiy, Trotskiy rolünde. Batı basını diziyi günlerdir tartışıp sırrını çözmeye çalışıyor. Olay o kadar önemli bir kültürel olay.

Neden Trotskiy?

Neden? Bu dizi devrimin 100. yılında, Rusya’nın en önde gelen devlet televizyonu olan Kanal 1 tarafından neden yapıldı. Önce şunu söyleyerek başlayalım: Bu kanalın bir numaralı yöneticisi Konstantin Ernst, Rus sistemi içinde çok güçlü biri ve tamamen Putinci bir dünya görüşüne sahip. Dolayısıyla, dizinin bir devlet operasyonu olduğuna dair en ufak bir kuşku duymamalıyız. Ernst kendisi diziyi Batılı gazetecilere lanse ettiği bir toplantıda (aynı zamanda iyi bir tüccar olduğunu kanıtlayarak) Trotskiy’in bir “rock star” olacak kadar renkli bir kişiliği olduğunu, halkın bugün onu bütün ötekilerden daha büyük bir ilgiyle izleyeceğini söylüyor. Ama başka bir soruya verdiği cevapta bu ticari boyutun yanında bir devlet projesi olarak dizinin anlamını da ifşa etmiş oluyor. “Ya” diye soruyor bir gazeteci, “gençler Trotskiy’i beğenecek olursa, bu tehlikeli değil mi?” Ernst basit bir cevap veriyor: “Kişiliğinin ve hayatının çekici yanları dolayısıyla diziyi sonuna kadar izlerler o zaman. Sonunda da ne kadar alçak biri olduğunu öğrenirler.” Hem ziyaret, hem ticaret!

Ama bu, bize Trotskiy hakkında neden dizi yapıldığını değil, Trotskiy hakkında bir dizi yapıldığında onun hakkında ne denmek istediğini anlatıyor. Oysa ilk soru daha önemli. Kendi ülkesinin tarihinde devasa bir rol oynamış olan ama hiç tanınmayan bir adamı tam da 100. yılda sahne ışıklarının altına getirmek neden? Neden katliamlarıyla, baskısıyla, Hitler’le ittifakıyla nam salmış Stalin’in uygulamaları gösterilmiyor da Trotskiy gösteriliyor?

Burada en az iki faktörün rol oynadığı kanısındayız. İlki, Batı basınının biraz üzerinde durduğu faktör budur, Lenin’i cani gibi göstermekten kaçınma kaygısı. Yukarıda da belirttik: Lenin halk arasında hâlâ çok sevilen bir önderdir. Dolayısıyla, ona Trotskiy’e yapıldığı gibi cepheden saldırmak Rassiya gibi özel bir kanalın harcı olsa da, hele seçimler yaklaşırken bir devlet kanalının yapmak isteyeceği bir şey olamaz.

Ama bizce ikinci faktör daha önemlidir. Rusya’nın, oranın politik terminolojisini kullanarak söylersek “oligarşisi”, yeni yetme burjuvazisi, “yeni Ruslar”, işçi sınıfına ve halka “Stalin olmasaydı da aynı şey olurdu” diyorlar. “Bakın devrimin en parlak önderlerinden Trotskiy, daha Lenin hayattayken ne kadar şiddet uygulamıştı” diyorlar. “Trotskiy Stalin’i eleştiriyor, başka bir yol savunuyordu” dendiğinde “o da başka tür bir Stalin’di” diyecekler. Rus toplumunu sosyalizme karşı aşılıyorlar.

Ayrıca Stalin, yukarıda Putin’in değerlendirmesini aktarırken belirttiğimiz gibi, zaman içinde Rus milliyetçisi oldu. Putin için bir değer ifade ediyor. Oysa Trotskiy, bürokrasinin terminolojisinde önemli bir yer tutan deyimle “kozmopolit”ti. Yani Rusluğunu enternasyonalizme “kurban” etmişti!

“Başarılı bir devrimci ama Rusya’nın çıkarlarını düşünmedi”

Yaptığımız yorumun doğruluğunu yine 100. yıl kutlanırken yaşanan başka bir olayla sağlayabiliriz. Pravda gazetesi, 4 Kasım’da (yani maalesef bizim Rusya’ya varışımızdan bir gün önce, o yüzden bunu göremedik, Rus yoldaşlardan dinledik) Trotskiy hakkında bütün sayfa bir yazı yayınlıyor. Bugüne kadar hiç yayınlanmamış resimleri eşliğinde Trotskiy’i değerlendiriyor. Pravda hâlâ çok önemli bir gazete. Hatta nasıl Kanal 1 Rus televizyon kanalları arasında amiral gemisi ise, Pravda gazetesi de yazılı basın alanında aynı konuma sahip denebilir. İşte bu gazetedir, 100. yılı tam sayfa Trotskiy yazısıyla karşılayan!

Yazı Trotskiy hakkındaki eski tahrifata yüz vermiyor. Trotskiy devrimci değildi, devrimden umudunu kesti, Sovyet devletini savunmuyordu, Hitler’le işbirliği yaptı ve benzeri diğer sefil iddialar değil ekseni. Tam tersine, Trotskiy’in başarılı bir devrimci olduğunu, Ekim devriminin gerçekleşmesinde ve ayakta kalmasında rolünün çok büyük olduğunu teslim ediyor. Ama, diyor, işte püf noktası burada, evet devrimin lehine çalıştı fakat Rusya’nın çıkarlarına aykırı biçimde. Bazıları, yazının Trotskiy’in devrimin önderlerinden biri olarak önemini teslim etmesinden belki de Rus oligarşisinin onu Stalin’e karşı güçlendirmek istediğini çıkarsayabilirler. Oysa Trotskiy’in devrimdeki rolü olgudur, tartışılacak bir yönü yoktur. Bugün artık bürokrasinin kendini devrimin gerçek sahibi olarak göstermek için Trotskiy’i devrimden uzaklaştırmaya çalıştığı günlerin koşullarından uzağız. Bugün Rus oligarşisi halkı milliyetçilik üzerinden kazanmaya çalışıyor. Dolayısıyla, Trotskiy “yerli ve milli” değil, beynelmilel olarak gösteriliyor.

Bu yaklaşımın okura bir şeyler çağrıştırması olanaklı. Yukarıda Putin’in Lenin ile Stalin’i değerlendirirken Lenin’i “devrimci ama Rusya için iyi değil” şeklinde değerlendirdiğini görmüştük. Daire kapanıyor: Lenin ve Trotskiy, Ekim devriminde ve sonrasında olduğu gibi yeniden aynı yerde buluşuyor!

Heyula ile erken hesaplaşma

Bu yazının başlığındaki fikir, “Rusya üzerinde bir heyula dolaşıyor: Trotkiy” düşüncesi birçok okura erken gelebilir. Bu ifadenin Marx’ın ve Engels’in Komünist Manifesto’sunun girişinin ilk cümlesinden ödünç alınmış olduğu herkesin malumu. Şayet orada yadırgamıyorsanız burada da yadırgamayın! Manifesto 1848 yılının Ocak ayında yayınlandı. Manifesto yazıldığında ve yayınladığında ortada ne devrim vardı, ne de büyük bir komünist hareket. 1848 devrimleri, önce bir ay sonra Fransa’da, sonra bütün Avrupa’da patlak verecekti. Üstelik bu devrimler de komünist devrimler değil demokratik devrimlerdi,çoğu da yenildi. Manifesto’nun adına yazıldığı Komünist Ligası (Birliği) bile alçakgönüllü bir örgüttü. Uluslararası bir örgüt olmayı özleyen ve hedefleyen ama büyük ölçüde Alman işçilerinden ibaret bir örgüt. Neredeyse bütün faal üyeleri Almanya dışında sürgündeydi. Buna rağmen, tarihi eğilimleri saptayan Marx ve Engels, “Avrupa’nın üzerinde bir heyula dolaşıyor: komünizm” diye başladılar Manifesto’ya.

Biz bugün bu deyimi bir ülke için ödünç alıyorsak, bunun anlamı Trotskiy’e bağlı akımların Rusya’da hızla büyüdüğü falan değildir. Tam tersine, Trotskiy’in Rus olduğu ve devrimin en önemli iki isminden biri olduğu göz önüne alınırsa, Trotskizm henüz Rusya’da zayıftır ve olan gruplar da liberallere meylederek politika yapmaktadır. Mesele bu değildir. Söylenmek istenen başkadır. Günümüz yeniden bir devrimler dalgasına sahne olmanın bütün koşullarını taşıyor. Bu devrim dalgası Rusya’ya geldiğinde bu kez enternasyonalizmin ağır basması gerekecektir. Rusya proletaryası kendi başına kurtulamayacağını hızla görecektir. Çünkü devrim ya dünya devrimi olarak başarıya ulaşacak ya da yenilecektir. İşte bu yüzden Rusya tarihinin proleter enternasyonalizmine bağlı akımı hızla yayılacaktır. Burada, haydi terimi bir de bu bağlamda kullanalım, amiral gemisi elbette Lenin adını taşıyacaktır. Ama yeni işçi sınıfı ve gençlik, tarihte kendine kökler aramaya giriştiğinde Lenin sonrasını da değerlendirerek SSCB devletinin nerede yanlış yola girdiğini anlamak isteyecektir. Yol ayrımı,bir tarafta, milli komünizm yolunu seçen Stalin ile öte tarafta Lenin’le birlikte dünya devrimi yolundan yürüyen Trotskiy arasında olacaktır.

Bu anlamda, milli komünizmin Rus toprağındaki hâkimiyetinin yerini proletarya enternasyonalizminin alması anlamında, heyula şimdiden Rusya’nın semalarını sarmıştır.



[1]Son iki paragraftaki bilgiler büyük ölçüde Lutte Ouvriere adlı Fransız devrimci Marksist gazetesindeki bir yazıdan edinilmiştir.