Ömerler

yedi deli kandılar

inandıkları gibi yaşadılar

ateşe can kattılar

                              Sait Almış

 

12 Eylül faşizminin en koyu günleriydi. Faşizm sürek avındaydı. Sokak sokak, ev ev egemenlik kurmaya çalışıyorlardı. Binlerce devrimcinin tutuklanmasına, işkence görmesine, işkencede öldürülmesine ve devrimci örgütlerin dağıtılıp yok olmasına dayanamayan bir avuç devrimci genç, İstanbul’un yoksul bir semtinde bir araya geldiler.

Genç teğmenlerden ve yoksul işçilerden oluşan küçük bir gruptular. 12 Eylül faşizmine karşı direnme kararı aldılar. Örgütlenmeleri ve direnmeleri için para gerekliydi. Davaları adına soygun yapmaya karar verdiler.

Adapazarı’nın Akyazı ilçesindeki kuyumcularda karar kıldılar. 17 Ocak 1981 günüydü. Yedi kişiydiler. El koydukları Playmouth marka bir araba ile gittiler kuyumcular çarşısına. İki gruba ayrıldılar. İlk grupta Ramazan Yukarıgöz, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kanbur vardı.

İlk grup, girdikleri kuyumcunun direnişi ile karşılaştı. Silahına davranan diğer kuyumcular Mehmet Kanbur’u kalçasından yaralamış, çıkan arbedede kuyumcu da ölmüştü. Grup dağılmıştı.

Ömer Yazgan, Metin Adil Toraman ve İsmail Gökalp’ten oluşan ikinci grup ise diğer gruptan gelen silah sesleri arasında, kolay ve sorunsuz bir şekilde gerçekleştirdi eylemini. Ancak kuyumcudan çıkıp arabalarına yöneldiklerinde, arkalarından çıkan kuyumcu sakladığı silahla taramıştı onları.

Ömer yaralanmasına karşın ayakta kalabiliyor ve çatışmaya devam ediyordu. Metin ise beline isabet eden kurşunla ağır yaralanmıştı. Ömer ve İsmail, Metin’i sırtlayarak ve çatışarak, olay yerinden çıkmaya çalışıyorlardı.

Metin ölmüştü. İlk gruptan Mehmet Kanbur kalçasından vurulmuş, çevresi sarılmış ve yakalanmıştı. Çatışarak Ömer’lerin ters yönüne doğru kaçan Erdoğan Yazgan da yaralı olarak yakalanmıştı. Ali kuyumcuların kurşunu ile arabanın yanında öldürülmüştü. Ramazan ise Ömer ve İsmail ile buluşmayı başarmıştı. Teğmen Ömer Yazgan’ı beraberlerinde sürükleyerek izlerini kaybettirmeye çalıştılar. Ancak Ömer ve Ramazan ağır yaralı olduğu için çok uzağa gidemediler. Saklandıkları bir inşaatta kıstırılıp, yakalandılar.

Bilanço ağırdı. İki arkadaşları ve bir polis ile bir de kuyumcu ölmüştü. Beş devrimci genç ise kaçamamış, yakalanmışlardı.

                                                        ***

Bir ay süren polis sorgusu ve işkencelerden sonra Selimiye Askeri Cezaevi’ne getirildiler. Orada kaldıkları gece de yakalandıkları an başlayan işkence devam etti. Eski bir teğmen olması nedeniyle, Ömer’e daha çok işkence yapıyorlardı.

Birkaç gün sonra Gölcük Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne çıkarıldılar ve tutuklandılar. Gölcük Güllübahçe Askeri Cezaevi’ne konuldular.

Mahkeme süresince, idam kararı açıklanıncaya dek koğuşlarda kaldılar. Tıpkı eylem sırasındaki gruplaşmaları gibi, Ömer ve İsmail bir koğuşa; Erdoğan, Mehmet ve Ramazan ise diğer koğuşa yerleştirilmişti.

Mahkemeleri 1981 Mart ayında başladı. Nisan ayı ortalarında verildi karar: İdam! İsmail Gökalp’in cezası yaşının küçüklüğü nedeniyle yirmi yıl ağır hapse çevrildi.

                                                       ***

28 Ocak Ömer’in doğum günüydü. Gardiyanlarla voleybol maçı yaptılar. Aynı saatlerde Generaller idamlarını onaylamıştı. Ancak onların haberi olmadı. Yorgundular. Erken yattılar.

Gece yarısı kalabalık bir asker grubu, Güllübahçe Cezaevi’nin idam hücrelerinin önüne geldi. Mehmet’in mide ağrısı tutmuş uyuyamamıştı. Sadece o ayaktaydı. Cevdet başçavuşa:

Bizi almaya mı geldiler?” diye sordu.

Başçavuş cevap vermedi. Mehmet anladı:

Gelsinler, biz hazırız,” dedi.

İdam koğuşunun kapısı açılmaya başladığında, sloganları yükseldi. Ağızlarını kapayarak susturmaya çalışıyorlar, yerlerde sürükleyerek, tekmeleyerek sırayla dışarıya çıkarıyorlardı.

Koğuşlar bekliyordu. Koğuş nöbetçilerinin de sloganlara katılmasıyla tüm mahkûmlar ayağa kalktı. Cezaevi koridorları, “ Kahrolsun Faşizm”, “Faşist Katiller” sloganları ile inlemeye başladı. Sabaha dek sürdü ayaklanma, kimse uyumadı o gece.

Dört devrimci genç ayrı ayrı araçlarla İzmit Kapalı Cezaevi’ne getirildiler. Daha sonraları, devrimci işçi Mehmet Kanbur’un dokuz yaşındaki oğlu Murat’ın mezarlıktaki ağaçlara bakarak, “acaba hangisi darağacı, babamı hangisine astılar?” diye düşündüğü darağacı orada kurulmuştu.

                                                             ***

Önce Ömer’i aldılar. Doğum günüydü. Ailesine hitaben kaleme aldığı son mektubuna şunları yazdı:

Az sonra son görevimi yapmak üzere darağacına çıkacağım. Sloganlarımı haykıracağım, dizlerim titremeyecek.

Yirmi yedi yaşına bastığım bu gecenin sabahını kimse unutmayacak.

Ellerinizden öperim.”

Darağacına başı dik çıktı.

Sökmeye başlayan yirmi yedi yaşının ilk şafağına bakarak haykırdı son sözlerini:

“Tek Yol devrim!

Kahrolsun Faşizm!”

Dizleri titremedi, kendini boşluğa bırakırken.

27 yaşının ilk gün ışıklarını göstermediler ona.

O şafağı devrimci yoldaşları unutmadı, unutturmayacaklar!

                                                  ***

Erdoğan Yazgan getirildi. Soyadaşı Ömer Yazgan gibi aynı koşullarda ailesine yazdığı son mektubunu şöyle bitiriyordu:

“Yaşamım kısa ve onurlu oldu. Hepinizi candan kucaklar, ayrı ayrı öperim. Soran bütün dost ve akrabalara selamlar. Acele ediyorlar, kısa oldu.

Sizi hep seven, oğlunuz ve abiniz.

Erdoğan Yazgan”

Bu mektup devrimci yoksul işçi Erdoğan Yazgan’ın ailesine 26 yıl sonra ulaştı.

                                                        ***

Sonra Ramazan Yukarıgöz geldi. Kısa bir mektup yazdı anasına. Bu anlamlı mektup da 26 yıl tutuklu kaldı:

“Değerli Anama,

Beni cezaevinde, dışarıda ve her zaman, her yerde yanımda olarak hiçbir zaman yalnız bırakmadın. Sana olan borcum asla ödenmez, burada şereflice yaşayıp şereflice ölerek  sana olan borcumun bir kısmını ödemek istiyorum.

 Seni her zaman canından çok seven oğlun,

Ramazan Yukarıgöz.”

Nişanlısına kavuşur gibi gitti ölüme.

Adı hüzünle anılmayacak.

                                                              ***

Sıra Mehmet Kanbur’a geldi. Karısına yazdığı mektupta şöyle haykırdı:

“Akyazı onurumuz. Yolumuz Akyazı’da düşenlerin yoludur. Devrimciler öldü. Yaşasın devrim.

Mehmet Kanbur.”

Karısına, oğluna ve halkına lâyık bir şekilde çıktı darağacına.

Halkının özgürlüğü için haykırdı mutluluk yolunun sloganlarını, son nefesinde:

“Kahrolsun faşizm! 

Yaşasın devrim!”

                                                               ***

Dört haberci çıktı İzmit’ten. Aynı anda dört ayrı yerde, dört ayrı eve ulaştırdı haberi:

“Oğlunuz infaz edildi. Cenazenizi almak ister misiniz?”

Dört evden acılı yürekler, dört koldan yola çıktı. Cezaevinin kapısında buluştular. Tıpkı ziyaret günlerinde olduğu gibi. Yine bekliyorlardı. Birbirlerine sarılarak sürdü bekleyişleri. Soğuk ve ilgisizdi cezaevi yetkilileri. Tıpkı cezaevinin duvarları ve kapısı gibi. Öğle vakti bir komutan çıktı karşılarına. Çocuklarınız, dedi… Çocuklarınız devleti yıkmaya kalkışmışlardı… Onlar ölümü hak etmişlerdi, dedi. Kararlıyız, devlete karşı çıkan kim olursa asacağız, dedi.

Dayanamadı Aysel Yukarıgöz’ün yanık ana yüreği:

“Benim dört oğlum daha var. Onları da aynı Ramazan gibi yetiştireceğim,” diye bağırdı.

Komutanın gözleri dışarı fırladı, öfkeyle:

“Onları da asarız!” diye cevap verdi.

Baba Şükrü Yukarıgöz için için ağlıyor, gözyaşları yanaklarına süzülüyordu.

Aysel ana ona ve diğer ağlayanlara döndü:

“Ağlamayın, çocuklarınıza lâyık olun, gözyaşlarınızı göstermeyin bu katillere,” diye kızdı.

Kanayan ana yüreğine taş basmış, bir direniş anıtı gibi duruyordu Aysel ana.

Akşamı buldu yakınlarının cansız bedenlerine kavuşmaları…

 

Sait Almış ve Mehmet İnanç Turan’ın yazdıkları 12 Eylül Karanlığında Ölüme Ateş Yakanlar, (Kalkedon Yayınları, 2011) adlı kitaptan özetlenmiştir.

 

Ömer Yazgan hakkında bir başka yazı için bkz. http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/olurken-doganlara.