Hikmet Kıvılcımlı: Bir ön eleştiri

Hikmet Kıvılcımlı: Bir ön eleştiri

Ölümünün 50. yıldönümünde, 11 Ekim günü, Gerçek sitesinde yayınlanan “Yalnız Komünist” başlıklı yazımızda Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye’de komünist hareketin ilk yarım yüzyılı için ne kadar büyük bir önem taşıdığını ortaya koymaya çalıştık. Şimdi sıra Kıvılcımlı’nın o yarım yüzyıl boyunca yaptıkları ve yazdıkları konusunda eleştirel bir bilanço çıkarmaya geldi. Bu yazıda ve bunu izleyecek bir başkasında bu görevi yerine getirmeye girişeceğiz. Bu, aslında, her ciddi komünist hareketin gerçekleştirmesi gereken bir çaba olmalıdır. Kendi ülkesinin komünist, sosyalist, devrimci gelenekleri üzerinde düşünmeyen, kendisini onlarla olumlu olumsuz biçimde ilişkilendiremeyen bir hareket kolay kolay kök salamaz.

Ne var ki, bu, yazımızın başlığına da yansıdığı gibi bir ön değerlendirme olacak. Bunun nedeni, Kıvılcımlı külliyatına bir bütün olarak hâkim olmanın bayağı aylar hatta belki de yıllar alacak bir faaliyeti gerektirmesidir. Daha önce de belirttik: Kıvılcımlı, önemli bir bölümü hapishanelerde olmak üzere, yüzden fazla kitap, risale, broşür yazmıştır. Bunların içinde bazıları, özellikle Tarih Tezi’nin sergilendiği çalışmaları, kendi başlarına okundukları zaman değerlendirilmesi zor kaynaklardır. Marksizmin klasik metinlerine yeniden dönerek karşılaştırmalar yapmak, başta İslam, Selçuklu, Osmanlı tarihleri olmak üzere kadim uygarlıkların tarihini, hatta İngiltere ve Japonya gibi uzak ülkelerin tarihini bile en azından yeniden, belki de bazılarını ilk kez incelemek gerekir. Öte yandan, Kıvılcımlı pratik politikada da müdahalelerinin çoğunu yazılı olarak, kitapları aracılığıyla yapmıştır. Dolayısıyla o alandaki konumunun tam bir değerlendirmesini yapabilmek için de, binlerce sayfa okumak gerekir. Denebilir ki, Türkiye komünist hareketinin tarihinde mirası en zor değerlendirilebilecek şahsiyettir Doktor. İşte bu yüzden, burada yaptığımız eleştiriyi bir “ön eleştiri” olarak niteliyoruz. Bu, özellikle Tarih Tezi için geçerlidir. Bu noktaya birazdan döneceğiz.

Fuat ve Latife Fegan

Ancak bu yazıya Hikmet Kıvılcımlı’dan önce onunla birlikte çalışmış iki başka komünist kadro hakkında bir çift söz söyleyerek başlamamız gerekiyor. Fuat Fegan-Latife Fegan çifti, Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik ve politik mirasının yeni kuşaklara aktarılmasında sebatkâr, fedakâr ve cefakâr bir rol oynamış iki yardımcısıdır Doktor’un. Hayatının en son aşamasında, yaklaşık son beş yılında, Fuat Fegan Kıvılcımlı’nın yazı ve kitaplarının eski Türkçe el yazmalarından hareketle daktilo edilmesinde tam bir asistan rolü oynamıştır. Bunu Kıvılcımlı’nin Nisan 1971’de sürgüne çıkarken Fegan çiftine bıraktığı iki çuval dolusu el yazması, kitap, belge, şiir, roman vb.’nin korunması ve sonra yurtdışına çıkarılması izlemiştir. Fuat Fegan da Doktor’a yardım için, onunla birlikte değil ama onunla az çok aynı zamanda Türkiye dışına çıktığından, bu aşamada “iki çuval”ın sorumluluğu, 12 Mart haydutluğunun devam etmekte olduğu dağdağalı günlerde tek başına Latife Fegan’ın sırtına kalmıştır. Çuvallar ustalıkla yurtdışına çıkarılmış, içeriği kendileri de mülteci olarak çıkan Fegan çifti tarafından Almanya ve İsveç’te titizlikle muhafaza edilmiştir.

Fuat Fegan uzun yıllar boyunca “ustası”na büyük bir sadakatle Kıvılcımlı’nın çalışmalarını düzenlemiş, yayına hazırlamış, yayınlamıştır. Kendisi 1983 yılında kaybolduktan sonra (bu olay esrarını hâlâ korumaktadır, eşi birtakım delillerden hareketle bunun bir intihar olduğu kanısındadır), Kıvılcımlı evrakının sorumluluğu bir kez daha bütünüyle Latife Fegan’ın üzerine kalmış, o da bir aşamada bütün evrakı Amsterdam’da bulunan ve bütün dünyadan işçi hareketine ve komünist, sosyalist, devrimci akımlara ilişkin belgeler açısından bir hazine olan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ne (USTE) teslim etmiştir. Bu öykü hem bir “usta”ya gösterilen en büyük tâzim (Frenkçesi “homage”) örneklerinden biridir hem de Türkiye sosyalist hareketinin tarihinin yazılmasına ve Doktor’un fikirlerinin (ister kabul görsün ister görmesin) yeni kuşaklara aktarılmasına büyük bir katkıdır. Kıvılcımlı üzerine biz bugün böyle yazabiliyorsak, onun politik pratiğini ve teorik fikirlerini tartışabiliyorsak, bu, büyük ölçüde Fegan çifti sayesindedir. Onlara çok şey borçluyuz.

Tarih Tezi’nin dehlizleri

Kıvılcımlı’nın değerlendirilmesi konusunda yukarıda yazıya girişte değindiğimiz çetin sorunların en ağırı elbette Tarih Tezi’ne ilişkindir. Biz, doğru olduğu takdirde Marksizmin genel tarih kavrayışına çok önemli bir katkı olarak kabul edilmesi gereken Tarih Tezi’ni bütünsel bir değerlendirmeye tâbi tutmaya kendimizi şimdilik hazır hissetmiyoruz. Bunca çalışma arasında konuyu yeterince inceleme fırsatını bulabilmiş değiliz. Ama ilk yazıda da söyledik, hem Doktor’u bu teze götüren saiki, yani kendi ülkesinin somutluğunu kavrama çabasını, hem de bu konuda harcanan büyük emeği çok saygıdeğer buluyoruz. Şimdi yapacağımız eleştirel değerlendirme sadece kısmi ve belki de bir ölçüde geçici olacaktır. Gelecekte başka çalışmalardan fırsat bulduğumuz takdirde bu konuya dönmeye niyetliyiz. Ayrıca uzmanlık alanı tarihçilik olan genç Marksistlerin bu konuya daha da derinlemesine girmesinin bir görev olduğunu düşünüyoruz.

Bizim, şimdilik, biri Tarih Tezi’nin kendisine, ikisi de Doktor’un bu tezi Türkiye politikasına pratik müdahalelerinde uygulamaya koymasına ilişkin üç eleştirimiz var. Bunları çok kısaca özetleyelim.

Tarih Tezi’nin kendisine ilişkin eleştirimiz, Doktor’un, Osmanlı’nın yükseliş deneyimini incelerken iki toplum türünü gereksiz yere özdeşleştirdiğidir. Burada sözünü ettiğimiz iki toplumdan ilki, Marksist tarih terminolojisinde barbarlığın üst aşaması olarak adlandırılan ve komünal yaşamın hâlâ hâkimiyetini sürdürdüğü, uygarlıktan önceki son aşamada bulunan toplumdur. Diğeri ise buna paralel olarak var olan ve komünal hayattan çoktan uzaklaşmış Selçuklu ve Osmanlı hâkim sınıf toplumu. Hatırlanacağı gibi, Kıvılcımlı modern çağın (burjuva ve proleter devrimlerinde cisimleşen) toplumsal devrimlerinden farklı olarak kadim tarihte uygarlıkların barbarların yarattığı çalkantıların, yani savaşların, fetihlerin, istila dalgalarının aracılığıyla kurulduğunu ya da ilerlediğini, bu atılım anlarına onun terimiyle ifade edersek “tarihcil devrim” denilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Osmanlı tarihinin de (kendinden önceki Selçuklu tarihi de dâhil olmak üzere) İslam uygarlığının bir ileri atılımı olduğunu ileri sürüyordu. Burada, hayatiyetini (dinamizmini) yitirmiş bir uygarlığın yerini, Bizans (ve ondan önce zaten çökmüş olan Batı Roma) uygarlıklarının barbar Türkmenlerin dinamizmi aracılığıyla yenilgiye uğratılması yoluyla daha dinamik bir yeni uygarlığa bıraktığı söyleniyordu.

Türklerin İslam’la tanıştıkları ve adım adım onun kılıcı rolünü üstlendikleri çağda (9. yüzyıldan 12. yüzyıla) komünal bir hayat yaşadıkları, geçimlerini esas olarak hayvancılıkla uğraşan göçebe aşiretler olarak sürdürdükleri, henüz yeni yeni devletleşmeye başladıkları tartışmasızdır. Ancak, Osmanlı’nın ön döneminde, Selçuklular çağında (11. yüzyıl ortasından 13. yüzyıl ortasına) tarihin diyalektiği ortaya ikili bir yapı çıkarmıştır: Bir yandan Türkmen aşiretleri eski hayat tarzını sürdürürken, bir yandan da bunun içinden çıkan bir yeni uygarlık sınıflaşmayı ve devletleşmeyi önemli ölçüde geliştirmiştir. Selçuklu devleti, ister “Büyük” Selçuklu aşamasında olsun ister “Anadolu” (ya da Rum) Selçuklu aşamasında, bir imparatorluktur. 11. yüzyılda Nizamülmülk’ün öncülük ettiği büyük atılımla devletleşme ve kent toplumunun örgütlenmesi büyük bir ilerleme göstermiştir. Bu gelenek hızla diğer İslam topraklarına ve sonunda Anadolu’ya da yayılmıştır. Öyleyse, Müslüman Türkler Anadolu’ya daha ilk girmeye başladığında bile Bizans iki ayrı karakterde toplumsal gücün basıncı altında kalmıştır: Bir yanda, kendine yaz ve kış koşullarına uygun ayrı ayrı verimli otlaklar sağlama ve aynı zamanda ganimet peşindeki Türkmen göçebe aşiretleri, öte yanda ise gelişkin bir sınıf toplumu haline gelmeye başlayan Selçuklu devleti. Selçuklu yıkılıp da Anadolu’da 13. yüzyıl ortalarından itibaren yaşanan geçici parçalanmadan sonra Osmanlı’nın bir uç beyliğinden kâmilen devlet haline geldiği süreçte aynı şey Osmanlı için geçerlidir. Fatih (İkinci Mehmed) barbarların şefleriyle karıştırılamayacak kadar sofistike bir tarihsel vizyona sahip bir devlet yapısının doruğudur. Osmanlı’nın 14. yüzyıl başından itibaren Balkanların fethinde gazi dervişleri harekete geçirme becerisi, bu beyliğin, aynen kendinden önceki Selçuklu gibi hızla devletleştiği gerçeğini gizlememelidir. Yani “tarihcil devrim”ler teorisi başka bağlamlarda ne ölçüde geçerli olursa olsun, Osmanlı tarihinin gelişiminde barbarların uygarlığı mahmuzladığı iddiası doğru görünmemektedir.

Mesele sadece iki sosyo-ekonomik formasyonun arasındaki ilişkilerin doğru tanımlanmamasından ibaret de değildir. Aynı zamanda bu iki formasyonun aslında antagonistik (uzlaşmaz) bir çelişki içinde oldukları da böylece gözlerden gizlenmiş olmaktadır. Bunun kaçınılmaz bir sonucu, Tarih Tezi’nin mantığının Anadolu’daki gerçek devrimlerin, birer toplumsal devrim olan 1240 Babaî İhtilali ile 1416 Şeyh Bedreddin İhtilalinin, birer tarihcil devrim olamayacağıdır. Çünkü ezilen ve sömürülen sınıfların hâkim sınıflara karşı (erken komünist, proto-komünist) ayaklanmalarıdır. Biz Hikmet Kıvılcımlı’nın tarih tezini sergilediği çalışmalarına hâkim olmadığımız için bunu ihtiyatla söylüyoruz. Bu yüzdendir ki, Anadolu’daki gerçek devrimler olarak adlandırdığımız Babaî İhtilali ile Şeyh Bedreddin İhtilali’nin “TarihTezi” ile değil “Tarih Tezi’nin mantığı” ile çeliştiğini söyledik. Doktor’un bu iki devrimle ilgilenmemiş olması bize mümkün görünmüyor. Ama Tarih Tezi hakkında epey bir şey okuduğumuz halde hiçbir yorumcunun Doktor’un bu konudaki fikirlerine değindiğini görmedik. Dolayısıyla şimdilik bunu geçici bir eleştiri olarak formüle ediyoruz.

Şimdi Tarih Tezi’nin pratik politikadaki kullanımı sorununa geliyoruz. Doktor, ilk yarım yüzyılın diğer komünistlerine göre Marksizmin bu toprakların gerçeğiyle kucaklaşması, yani yerlileşmesi konusunda en büyük çabayı göstermiş şahsiyettir. Türkiye’yi sanki Marksizmin sınıf kategorilerinin dışında yer alan “sui generis” (kendine özgü) bir toplum gibi gösterme hatasına düşmeksizin, tarihî gelişme özgüllüğünü anlamaya, kültürel oluşum sürecini kavramaya, İslam’ın bu toplum üzerindeki etkilerini deşifre etmeye çalışmıştır. Ancak bu çaba zaman zaman bir adaptasyona ve hâkim ideolojinin unsurları olarak görülmesi gereken ideolojik kalıpları komünist propaganda amaçlarına koşmak gibi bizce beyhude bir çabaya dönüşmüştür. Bunun çok sayıda örneği üzerinde tartışılabilir. Biz yine bir ön eleştiri tutumu içinde tek bir hamlesi üzerinde duralım Doktor’un.

1953 yılını biz küçük bir çocuk olarak karşıladık. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen büyük törenlere bir ilkokul birinci sınıf öğrencisi olarak elimizde trampet katıldık. O dönemde Menderes iktidarı tarafından nasıl şoven bir milliyetçi ruh durumunun kışkırtıldığına o deneyim dolayısıyla (tabii bunu şimdi öyle değerlendiriyoruz) ilk elden tanığız dolayısıyla. Dönem Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs ihtilafının gittikçe sertleştiği bir dönem. Utanç abidesi 6-7 Eylül 1955 olaylarına sadece iki yıl kalmış, deyim yerindeyse. Bu kutlamaların 6-7 Eylül’e katkıda bulunmuş olduğunu söylemek hiç de ileri gitmek olmaz.

İşte tam bu konjonktürde Hikmet Kıvılcımlı Fetih ve Medeniyet başlığını taşıyan broşürünü yayınlıyor. Bu broşürde İstanbul’un kılıç zoruyla alınması gibi bir olay tek kelimeyle yüceltiliyor. Elbette, her yükselen uygarlığın tarihinde böyle sayfalar yer alır. Üstelik bunlar sadece askerî olaylar olarak kalmaz. Ganimet yağması, sivil nüfusa her türlü saldırı, kadınlara reva görülen aşağılık davranışlar, kültürel varlıklara zalimce yaklaşım—bütün bunları ve benzeri başka sorunları da içerir işgaller. Bu tür uygulamalar, son dönemde kendini Türk’ten ziyade Avrupalı görmeyi seven birtakım sözde solcuların sandıklarından farklı olarak bize özgü falan değildir. Biz “Her şey 1453’te başladı” ekolünden değiliz, bunu aptalca buluyoruz. Ama diğer uca gidip kadim tarihte de Ortaçağ’da da olağan olmakla birlikte bugün insanlığın ulaştığı aşamada yüceltilmesi onaylanamayacak bu tür hamlelerin bir komünist tarafından övülmesi kabul edilir bir şey değildir. Hele o şovenizm ortamında. Doktor’un bunu Tarih Tezi’nin bir delilini ortaya koymak için yaptığına kuşku yok: Broşürün alt başlığı “Bir Tarih Tezinin Işığı Altında” olarak konulmuştur. Ama bu bir tarih kitabıdeğildir, bir broşürdür. Yani Tarih Tezi’ni popüler hale getirmek, halk sınıflarına daha yakın kılmak için yazılmıştır. Şayet Tarih Tezi’nin tamamı doğru olsaydı bile, Kıvılcımlı’nın tam 500. yıl kutlamaları yapılırken böyle bir övgü ile tartışmaya katılması önemli bir politik yanlış olurdu. Bazı tarihî gerçekler teori alanında soğukkanlı biçimde tartışılır ama propaganda malzemesi daha dikkatli biçimde ele alınmalıdır. Türk ulusunun övüneceği şeyler başkadır. Başka bir halkı kılıçtan geçirerek başkentini zapt etmek bunlar arasında yer almaz.

Nihayet, üçüncü eleştiri olarak politik açıdan büyük önem taşıyan bir noktaya geliyoruz. Kıvılcımlı’nın bir ülkenin komünist partisinin devrim stratejisini, hatta propaganda ve ajitasyonunu belirleme çabası içinde o ülkenin tarihî özgüllüğünü kavrama çabasını övgüye layık bulduk. Ama Doktor bu tarihî geleneklerin toplum üzerinde bıraktığı izleri fazla büyütmüştür. Bu yüzden de diyalektiğin yasalarının işlediğini unutarak Türkiye toplumundaki değişimi ihmal etmiştir. Önce Doktor’a hakkını verelim: Türkiye’nin tarihi gelişmesinde modern sermayenin tarih sahnesine finans kapital biçiminde çıktığını saptamak bakımından Doktor bir öncüdür. Öte yandan, “Türkiye’de işçi sınıfının toplumsal ağırlığı olamaz” tezini burjuva kuyrukçuluğunun gerekçesi yapanlara ve bunu ta 1960’lı yıllara kadar sürdürüp bu sefer Nasır tipi bir darbeye zemin sağlamaya çalışanlara karşı, Doktor ta 1930’lu yıllardan başlayarak (Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı, bizce Yol dizisinde eksik halka olan işçi sınıfı kitabının karşılığı olarak bağımsız biçimde yayınlanmıştır) proletaryanın maddi varlığını ısrarla ortaya koymaya çalışmıştır. (Bu ikinci konuda Nâzım da politik bakımdan aynı doğrultuda bir mücadele vermektedir.) Bu bakımlardan Kıvılcımlı’ya yöneltilebilecek bir sitem yoktur.

Ama bunlar Doktor’un Tarih Tezi’nin dışında kalan veçhelerdir. Türkiye toplumunun sosyo-ekonomik yapısı konusunda Tarih Tezi’nin özgül katkısı Doktor’un “tefeci-bezirgân sermayesi” kategorisidir. Bu “antika” toplumsal katman 1930’lardan itibaren Doktor’un yaptığı bütün Türkiye analizlerinde merkezî bir rol oynar. 1950’li yıllara kadar buna esaslı bir itirazımız yok. Ama 1950’li v 1960’lı yıllarda, önce kendiliğinden, sonra da devlet teşvikiyle, sadece İstanbul sermayesi değil, Anadolu burjuvazisinin bir bölümü de hızla sanayi sermayesi haline gelmiştir. Doktor hâlâ tefeci-bezirgân takımıyla uğraşırken, o hayattayken ve Türkiye’deyken 2 Nisan 1971 tarihinde TÜSİAD kuruluş dilekçesini vermiştir. TÜSİAD bir sonuçtur, zaten oluşmuş olan modern sanayi sermayesinin siyasi harekete kendi adına, öteki sermaye dilimlerinden ve bu arada tefeci-bezirgân takımından bağımsız olarak müdahale etme hedefinin ürünüdür. Biz Kıvılcımlı’nın hiçbir çalışmasında Türkiye hâkim sınıflarının bu tarihî önemdeki değişimini incelediğini, hatta bunun sözünü ettiğini bilmiyoruz. Kıvılcımlı’da Türkiye kapitalizmi tarihin getirdiği özgüllüklerin kalıpları içinde donmuş gibidir. Bunun bir komünistin sadece teorisinde değil pratiğinde de ne kadar ağır sonuçlara yol açacağını anlatmaya gerek var mı? Aşağıda Kıvılcımlı’nın 12 Mart’ı nasıl yorumladığına kısaca değineceğiz. Doktor, bildiğimiz kadarıyla, bu askerî müdahale ile TÜSİAD’ın kurulmasının aynı tarihî diyalektiğin ürünü olduğuna dair tek kelime söylemiyor. Yaşasaydı, 12 Eylül’ü nasıl analiz ederdi, insan merak ediyor.

Kıvılcımlı’nın büyük çıkmazı: Proletarya partisi

Kıvılcımlı’nın zihninin komünist devrimciler tarafından en çok önemsenmesi gereken ürünlerinden biri, 1971’de yurtdışına çıktıktan sonra günbegün tuttuğu notlardan oluşan Günlük Anılar’dır. Ama bizim gördüğümüz kadarıyla “Doktorcu” olarak bilinen siyasi akımlar da, Doktor’un düşüncesi üzerinde kalem oynatanlar da bu ürün üzerinde çok fazla bir şey söylemek istemezler. Hatta öyle ki, Doktorcu akımlar 1970’li yıllardan itibaren birbirleriyle Doktor’un yapıtlarının yayınlanması konusunda epeyce bir rekabet içine girdikleri halde, Günlük Anılar’ın en önemli bölümü sayılması gereken “Kim Suçlamış? Parti Anılarım” bölümü (kitabın 130 sayfalık en uzun bölümü) yanlış bilmiyorsak Fuat Fegan’ın yayınladığı versiyon dışında diğer baskılardan çıkarılmıştır. Bölümün içeriği o kadar hassastır ki, Doktor’a uygulanan bu sansürün nedenleri bilinmeden bu tutumu kınamak kolay değildir. Yine de Doktor herhalde bunları sadece kendisi için yazmadığına göre, hassas konular ne olursa olsun, bu sansürün bu bölümde (hatırlatalım ki bölümün başlığı “Parti Anılarım”dır) TKP’ye yönelik çok ağır eleştirilerin yayılmasından duyulan korku dolayısıyla partiyi korumak olduğu ölçüde bunun bırakalım yüceltilen bir önderin düşüncelerini sansür etmek gibi bir uygulamanın savunulamazlığını, komünist bir tavır olmadığının altını çizmek gerekir. Komünist bir tavır değildir zira düşüncesine çok güvenilen biri TKP’yi yerden yere vurmaktadır ama kitabı basanlar o partiyi korumak için büyük önderin düşüncelerini bile gizlemektedir!

Ölmekte olan bir devrimcinin hasta yatağından yazdığı günlüklerden oluşan bu kitap neden Kıvılcımlı’nın en önemli ürünlerinden biridir? Çünkü burada Kıvılcımlı kendisi sansürsüz konuşmuştur. TKP konusunda Kıvılcımlı’nın gerçek fikrini bilmek isteyen bu kitaba bakar. O kadar da değil. Kendi hayat süresinde yayınlanan bir başka kitabında (Oportünizm Nedir?) söylediklerinin yanı sıra Kıvılcımlı’nın Stalin hakkındaki gerçek fikirlerini de esas olarak bu günlüklerde keşfetmek mümkündür. O kadar da değil. Kıvılcımlı’nın kendisini çıplak biçimde en çok bu günlüklerde tanımak mümkündür. Bir sonraki yazımızda işin bu son iki veçhesine (Doktor’un Stalin konusundaki fikirleri ve Doktor’un kendi kişisel karakteri) döneceğiz.

Şimdi işin sadece ilk veçhesine değinelim. Kıvılcımlı’nın günlükleri ışığında bakıldığında TKP bir sefahat ve sefalet yuvasıdır. Ayyaşların, keyif düşkünlerinin, ciddiyetsiz kişiliklerin,  yalancıların, sahtekârların, kariyeristlerin, polisin bir fiskesinde konuşanların önder rolüne soyunmuş olduğu bir bataklık. Partiyi böyle tasvir eden herhangi birinin o partide kalması, ona alternatif olacak yeni bir partiyi inşaya girişmemesi anlaşılır gibi değildir. Oysa Kıvılcımlı, 130 sayfa boyunca böyle tasvir ettiği partide kalmakta hayat boyu ısrar etmiştir. Hem de kendisi hayatının çok uzun bir süresi boyunca (pratik olarak 1936’dan sonra) bu partinin üyesi olarak faaliyet göstermemişken. Kıvılcımlı üzerine o kadar yazan çizenlerin, “Doktorcu” olarak bilinen akımların sözcüleri de dâhil, bu konuyu bütünüyle bir kenara bırakmış olmaları, mesela iki günlük bir sempozyumda Kıvılcımlı’nın din konusundaki düşünceleri, üstelik aralarında İslamcı olarak nitelenebilecek birkaç kişi de olan en az beş-altı konuşmacının bildirisine konu olmuşken bir kişinin bile Kıvılcımlı ve parti meselesine değinmemiş olmasını nasıl anlamak gerekir? Bizce kısmen sosyalist aydınların günümüzde pratikle ilişkisinin çok zayıflamış olmasına, kısmen de meselenin Kıvılcımlı’nın zayıf karnı olmasına.

Konuya girerken çerçeveyi çizelim: Kıvılcımlı kendi inanışına göre sağlam bir Leninisttir; Lenin’in komünizminin merkezî öğesi ise proletarya partisinin örgütlenmesidir. Yani Kıvılcımlı’nın Marksizminin çeperinde kalan şu ya da bu sorundan söz etmiyoruz. Kıvılcımlı’nın Marksiziminin kalbi hakkında konuşuyoruz.

Doktor’un bu konudaki pratiği çelişkilerle ve sessizliklerle dolu bir tarih koymuştur ortaya. Hızla gözden geçirelim. 1925’te TKP’nin Merkez Komitesi’ne seçildikten sonra 1929’da hapse girmiş ve o hapislikten Yol dizisiyle çıkmış olduğunu hatırlıyoruz. Doktor henüz partinin yönetimindedir. Hatta Şefik Hüsnü yurtdışında sürgünde olduğundan (daha sonra burjuvazinin kampına iltihak edecek olan) Hasan Ali Ediz ve Eczacı Vasıf ile birlikte partiyi o yönetmektedir. (Nâzım’ın 1929’da kurulmuş olan Muhalif TKP’nin başında olduğu ve “polis” ilan edildiği dönemdir bu.) Ama parti Kıvılcımlı’yı ilk defa bu aşamada kol mesafesinde tutmaya başlamış, Yol dizisi partide tartışılsın diye Merkez Komitesi’ne teslim edildiği halde bütünüyle susuş kumkumasına getirilmiştir.

1936’da ise Kıvılcımlı için parti bahsinde ilk büyük sınav gelmiştir: “Separat” ya da “Desantralizasyon” denen kararla, artık Stalin’in oyuncağı haline gelmiş Komünist Enternasyonal (Komintern) Türkiye’de anti-faşist bir cephe oluşturma gerekçesiyle TKP’nin faaliyetlerini durdurmuş, üyeleri birbirlerinden “ayırmış” (Separat), ilişkileri gevşetmiş (Desantralizasyon), onlara CHP veya kitle örgütleri içinde çalışma görevi vermiştir. Bu, en çıplağından bir likidasyon sürecidir. Parti inşası süreci belirsiz bir süre için tatil edilmiş, yani büyük bir darbe yemiştir. Bunu da Lenin’in kurduğu Komintern yapmıştır. Doktor’un çok kapsamlı çalışmaları arasında biz bu sefil kararın en ufak bir eleştirisi olduğunu duymadık. Doktor, bu karar karşısında, 1933’te hapisten çıktığında Merkez Komitesi’ne sunduğu Yol dizisinde yer alan kitaplardan birinde (Legalitenin İstismarı) savunduğu taktiği kendi inisiyatifiyle uygulayarak 1935’te parti adına açtığı yayınevinin faaliyetine devam eder. Böylece örgütsüz bir yayıncılık faaliyeti Doktor’un uzunca bir süre (bu, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar, yani neredeyse bir on yıl devam edecektir) Marksist pratiği haline gelmek üzeredir—ama 1938 Donanma Davası tutuklaması ile birlikte işler zaten değişir. Parti konusundaki birinci gaflet işte burada yaşanmıştır.

Doktor 1938’den 1950’ye kadar hapiste kalır. O arada 1943’te Komintern Stalin’in bir emriyle ilga edilir. Doktor Leninisttir. Leninistlerin partisi aslında öncelikle (yani daha yüksek otorite anlamında) dünya partisidir. Hatta Kıvılcımlı kendisi 1971’de kaleme aldığı Günlük Anılar’da bir tartışmaları anında Nâzım Hikmet’e şöyle dediğini anlatıyor: “Dünyada bir tek parti var: ‘III. Enternasyonal’ [yani Komintern-ss]. Her parti onun seksiyonu, şubesi.” Bunu söyleyen Doktor’un kendisi! Ama ta 1970’te yayınladığı Oportünizm Nedir? kitabında yaptığı Stalin eleştirisine kadar bildiğimiz kadarıyla bu konuda tek kelime etmemiştir Komintern’in lağvı konusunda. Bu bir Leninist olarak Kıvılcımlı’nın karşılaştığı ikinci likidasyon vak’asıdır. Aynı zamanda Doktor’un parti konusunda ikinci gafletidir. Madem dünyadaki tek partidir, nasıl susuyorsun Doktor?

1950’de hapisten çıkan Kıvılcımlı, her sağlam komünist gibi, 12 yıllık hapis ezasına rağmen kendini mensubu saydığı partiye dönmek için partinin önderi Şefik Hüsnü ile temas kurar. Şefik Hüsnü görüşmesi hakkında Doktor şöyle der: “‘Faaliyet’e gelince, şimdilik ‘hiçbir şey yapmamak’ prensibi ağır basıyordu.” (Günlük Anılar). Anlaşılan, parti daha önce likide edilmiş olduğu için Doktor kuşkulanmaz. Oysa Leninist bir devrimci olarak şaşırmış, “hâlâ mı separat dönemi devam ediyor, faşizm çoktan yenilgiye uğradı” demiş olması gerekirdi. Nazizm Kızıl Ordu’nun ve Avrupa’nın birçok ülkesinde komünist işçi partizanların kahramanca savaşı sonucunda mağlup edilmiştir ama parti hâlâ ortada yoktur. Ve Leninistimiz bildiğimiz kadarıyla buna ağır bir tepki göstermek bir yana kolayca inanmıştır.

Ancak sadece aylar sonra, 1951 yılında, birçok TKP’linin 1946-1950 arasında umut bağlamış olduğu (bu vahim meseleyi de ileride başka çalışmalarda ele alacağız!) Menderes’in yönetimi altında TKP tarihinin en büyük tutuklaması gerçekleştirilir. Partinin bütün organları açığa çıkar. Kıvılcımlı bunları mahkeme tutanaklarından okur, zamanla başkalarından dinler. Böylece, Kıvılcımlı’ya “yok” denen partinin yüzlerce militanı tutuklanan bir aygıtı olduğu ortaya çıkar. Yalan ayan beyandır. Kıvılcımlı gibi bir “Eneski” komünistten gizlenebilen parti, maalesef polisten gizlenememiştir!

Bu yalanı öğrendikten sonra Kıvılcımlı ne yapabilir? Bir Leninist olarak ya başka parti kurması gerekmektedir ya da partiyi önderliğinin elinden koparıp almak. Doktor’un 1954’te legal alanda Vatan Partisi’ni kurmasının bu açıdan anlamını bugün bile keşfetmek zordur. Zira daha üç yıl önce TKP’yi ezmeye girişmiş, 1951’den itibaren Kore savaşında “beynelmilel komünizme” karşı Amerikan emperyalizminin fedailiğine soyunmuş olan Menderes iktidarının adı ne olursa olsun legal bir komünist partisine razı olacağını düşünmek çocukluk olurdu. Gerçi Vatan Partisi 1957 seçimlerine kadar kapatılmaz ama sonrasında işin tabiatına gayet uygun biçimde Kıvılcımlı ve yoldaşları kendilerini (kısa süre için) hapishanede bulur. Ortada bilindiği kadarıyla korunan ya da korunmaya çalışılan bir yeraltı örgütü de yoktur. Dolayısıyla Kıvılcımlı’nın (Tarih Tezi’ne uygun bir parti kurmasının ve dini öğeleri kullanarak işçi sınıfına ulaşmaya çalışmasının dışında) ne yapmak istediğini anlamak mümkün değildir. Vatan Partisi tarihe karışır, Kıvılcımlı, birazdan göreceğimiz gibi, kendi zihninde yeniden TKP’ye dönmüş olur. 1951 Tevkifatından sonra TKP artık bir sürgün örgütü haline gelmiş, Doğu Berlin-Sofya-Budapeşte-Moskova kentler zincirinde faaliyet sürdürür olmuştur. Doktor istese de partiye katılamaz. Zaten partinin başında Kıvılcımlı ile 1929’dan itibaren yıldızı barışmayan İsmail Bilen vardır.

1960’lı yükseliş yıllarında da Kıvılcımlı parti sorununa ilişkin tutarlı bir hat izlememiştir. Bir düzeyde, soyut bir düzeyde, gençlik hareketine en anlamlı öneriyle yaklaşanın o olduğunu geçen yazıda belirtmiştik. Kıvılcımlı, ne MDD adı altında cuntacılık yapan Mihri Belli gibi 15-16 Haziran’ın önemini küçümsemiştir ne de TİP önderleri (Aybar-Boran-Aren) gibi bu büyük işçi ayaklanmasını yalnızca Mihri Belli-Doğan Avcıoğlu ile tartışmasını kazanmak üzere kullanıp pratikte gerçek bir işçi partisi kurmaya girişmekten kaçınanlar gibi dar açıdan değerlendirmiştir. Kıvılcımlı gençliğe adres olarak bir “işçi partisi”ni gösteren ana şahsiyettir. (Mihri Belli’yi parti inşası konusunu “şartların olgunlaşması halinde” diyerek ertelemekle eleştirmiştir.) Ama bir “işçi partisi” yolunda bir çağrı, üstelik adı zaten Türkiye İşçi Partisi olan bir partinin varlığında iyice belirsiz bir hedef olarak kalmaya mahkûmdur.

Daha somut olarak bakıldığında, Kıvılcımlı önce 1966’da İşçi Partisine Teklif başlığıyla yayınlanan kitabında TİP’e nasıl bir “işçi partisi” haline gelebileceği konusunda öneriler yapmıştır. 1970 yılında yayınlanan Anarşi Yok! Büyük Derleniş! kitabında ise perspektif TİP’ten yeniden TKP’ye kaymıştır. Kıvılcımlı çözümü proletarya partisi olarak gösterir. Ama “Çocuk 50 yıldan beri doğmuş, adı konulmuştur.” Bir de ekler: “Proletarya Partisinin Stratejisi 50 yıldan beri ‘doğru’ çizilmiştir. Minima Programlı Demokratik Devrim Stratejisidir.”

Burada artık herhangi bir tutarlılık aramak mümkün değildir. Kıvılcımlı 1933 yılında bin sayfalık bir çalışmayı partiye “Yol”unu doğru yöne çevirsin diye vermiştir ama şimdi Proletarya Partisinin Stratejisini, hem de 50 yıldan beri, doğru çizmiş olduğunu ileri sürmektedir.

Burada acaba “TKP benim” gibi bir halüsinasyon hali olabilir mi? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun Kıvılcımlı’nın Leninizm iddiasının en azından parti konusunda pratiğin sınavında tam anlamıyla sınıfta kaldığı ortadadır.

Kimin kılıcı?

11 Ekim’de yayınlanan ilk yazımızda Hikmet Kıvılcımlı’yı 15-16 Haziran’ın önemini vurguladığı için övmüştük, bu yazıda da bunu tekrarladık. Kıvılcımlı’nın bu konudaki yazısı şöyle başlıyordu: “Türkiye İşçi Sınıfı hepimizden er davrandı: Kılıcını ortaya attı.” Ne var ki, neredeyse günü gününe 9 ay sonra, 16 Mart 1971’de Doktor aynı teşbihi bir başka güç için yapacaktır: “Ordu kılıcını attı” başlıklı bir yazıda Kıvılcımlı 12 Mart Muhtırasını analiz ederek Genelkurmay kadrosunun sonunda idareyi ele alacağı öngörüsünde bulunuyor, bunun da olumlu sonuçlar doğuracağını ima ediyordu!

Dokuz ay arayla ortaya atılan bu görüşlerdeki şaşırtıcı çelişki Doktor’un, Türkiye 12 Mart’a yaklaşırken hazırlanan ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un himayesinde bir dizi üst rütbe subayın da içinde bulunduğu sol cunta ile ilişkisi olup olmadığı sorusunu bile gündeme getiriyor. Öyle ya da değil, “Ordu Kılıcını Attı” yazısında Kıvılcımlı’nın, 12 Mart müdahalesi yapılmadan önce bir ihtimal olabileceği düşünülebilecek sol cuntanın artık Genelkurmay bir bütün olarak işin içine girmişken dahi ordudan ilerici çözümler beklemesi gerçekten onun kıratında bir Marksist için anlaşılmazdır.

Biz her tür askerî darbenin siyasi ve toplumsal bakımdan birbiriyle özdeş kabul edilmesini hep yanlış bulduk; sınıflar mücadelesinde nasıl bir yer tuttuğundan bağımsız olarak hepsinin toptan kınanmasına taraftar olan liberallerden farklı olarak her bir darbenin kendi koşulları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunduk her zaman. Nasır’ın (General Necip ile birlikte) 1952’de yaptığı İngiliz sömürgeciliğine karşı darbe ile Cezayir’de bağımsızlığın hemen ertesinde ilerici Ben Bella yönetiminin sola kayışını durdurmak için düzenlenen Bumedyen darbesi nasıl aynı yere konulur? 1974’te Portekiz’de hem faşizan bir rejimin sonunu getiren hem de ülkenin Afrika’daki sömürgelerinin bağımsızlığının nihayet tanınmasını sağlayan 1974 karanfil devriminin kapısını açan askerî darbe ile Fransa’da Gizli Ordu Örgütü’nün (OAS) Cezayir’in bağımsızlığını engellemek üzere yaptığı darbe girişimi nasıl özdeş olarak ele alınır?

Ama 12 Mart müdahalesinin bir Genelkurmay müdahalesi olması, Kıvılcımlı’nın Türkiye’de kapitalizmin ve devletin geldiği yeri henüz içselleştiremediğini yukarıda TÜSİAD’ın kuruluşu bağlamında söylediğimiz gibi açıkça göstermektedir. Tekelci sermayenin adım adım iktidarı ele geçirmiş olduğu bir toplumda devletin merkezindeki “silahlı adamlar topluluğu” ordunun emir ve komuta zinciri içinde ilerici bir darbeye kalkışacağını umut etmek, en acemi Marksistin bile kolay kolay yapamayacağı bir hatadır. Ve Kıvılcımlı bu tavırla daha önce işçi sınıfı için söylediklerini de, yükselen gençlik hareketine proletarya partisini salık vermesini de birdenbire elinin tersiyle bir kenara itmiş olmaktadır. Düşünün: O dönemin devrimci gençlik hareketi, THKO, THKP-C ve TKP-ML’nin kısa süre içinde ardı ardına kurulmuş ve fiilen harekete geçmiş olmasına rağmen, günümüzde bile zaman zaman hâlâ “cuntacılık” yanılsaması içinde olmakla suçlanıyor. Demek ki bu gençlik 1970 yılında veya 1971 başında Kıvılcımlı’nın arkasına dizilmiş olsaydı o onları cuntacılık olarak anılacak bir yola sokacak, ama sol bir cuntaya değil, Genelkurmay’ın peşinde yürümelerine vesile olacaktı!

Doktor’un bu tutumunun Marksist bir açıklamasına biz rastlamadık. Doktorcu literatürü ayrıntısıyla incelemediğimiz için bu bizim sorumluluğumuz olabilir ama bu tutum açıklanmadan Doktor’un Türkiye işçi sınıfına ve gençliğine geleceğin biricik rehberi olarak sunulmasının mümkün olmadığı kanısındayız.

Bu açıklamayı beklerken şunu söyleyebiliriz: Kıvılcımlı aslında 1960 darbesinde de benzer bir yönelişe girmişti. Önce Cemal Gürsel’e bir telgraf çekmişti: “Tarihimizde daima kuvvetle çarpan kalbimizin; yiğit ordumuzun kötülüğe başkaldırısını selamlarım. İkinci Kuvayı Milliye gazanız kutlu olsun. Gerçek demokraside Allah yanıltmasın.” Bunu Millî Birlik Komitesi’ne (MBK) yollanmış başka telgraflar izlemişti. Ardından MBK’ya Suat Şükrü imzasıyla bir anayasa taslağı sunulmuştu. Suat Şükrü (Kundakçı) Vatan Partisi’nin o sırada yedek subay olarak askerliğini yapmakta olan bir yöneticisiydi. Kıvılcımlı, kendisinin üzerinde en ufak bir etkisi olduğunu kimsenin bilmediği, duymadığı MBK’yı İkinci Kuvayı Milliye’nin önderliğine ve anti-emperyalizme çağırıyordu. (Bu MBK’nın içinde daha sonra sol ile işbirliği yapacak subayların yanı sıra Albay Türkeş’in ve yandaşlarının olduğunu da hatırlamak lazım.)

Bizim bir delile dayanmayan kanaatimiz, Kıvılcımlı’nın, o dönemin birçok solcusu gibi, Mısır’ın 1952 sömürgecilik karşıtı devriminden ve 1954’ten sonra yönetimi ele geçiren Nâsır’dan çok etkilendiğidir. Nâsır’ın anti-emperyalist bir yola girdiği özellikle 1956 Süveyş Kanalı savaşı vak’asında tartışmasızdır. Ama Nâsır’a, olmayan bir “Arap sosyalizmi” payesi veren Sovyetler Birliği yönetiminin, bölge sosyalistlerinin bunun ötesinde yanılsamalara kapılmasında ciddi bir payı vardır. Kıvılcımlı da bu doğrultuyu benimseyerek 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi (1970) başlıklı kitabında eleştirdiği Doğan Avcıoğlu ile Mihri Belli’nin yanına düşmüş olmaktadır.

Üstelik, bu tutum belli ki anlık bir yanılsamanın ürünü de değildir. Doktor’un Cemal Gürsel’e telgrafında ordu için kullandığı formüle (“tarihimizde daima kuvvetle çarpan kalbimiz, yiğit ordumuz”) gerçekten inandığı anlaşılıyor. Doktor, 12 Mart ertesinde böylesine umutlanmışken Nisan sonuna doğru atmosfer sertleşince nihayet 12 Mart’ın gerçek karakterini anlamış görünüyor. Yurtdışına çıkışının sıkıyönetimin ilanının hemen öncesine rastlaması artık umudunu yitirdiğinin açık ifadesi gibi duruyor. Ama yurtdışına çıktıktan sonra da bu sefer olan bitene inanmaz gözlerle bakmaya, generallere bu tutumu yakıştırmamaya devam edecektir. Günlük Anılar generallere sitemle doludur: “Nasıl vicdanları sızlamaz o müthiş Silahlı Kuvvetleri kullanan beş on generalin?” Burjuva ordusunun komuta heyetinden silahlı gerilla hareketi başlatmış devrimcilere karşı vicdan sızlaması beklemek!

Stalinizm tartışmasını geçmişte yapmamış birçok sosyalistin muhasebeyi şimdi bile yapmamak için bulduğu kulp “yorgan gitti, kavga bitti” türü bir argümandır. Onlar Stalinizmin dünya komünist hareketini nasıl zehirlediğini kendileri de bir miktar o zehirden içmiş oldukları için anlamayanlardır. Stalinizmi Sovyetler Birliği’nde “demokrasi” sorunlarıyla sınırlı bir sorun sanırlar. Oysa işte Doktor’a baktığımızda görüyoruz. Gerek parti konusundaki şaşkın yalpalamaları ve yer yer vurdumduymazlığı, gerek ordunun generalleri konusundaki yanılsamaları hep Stalinizmin bu ülkelerde savunduğu, komünistleri düzene bağlayan politikaların acı meyveleridir.

1971 hareketine öfke kusmak

Günlükler Kıvılcımlı’nın, çıplak olarak tanınabileceği zihinsel ürünüdür dedik. Generaller konusunda ifade edilen hayal kırıklıkları ve sitemlerin dışında Günlük Anılar kitabı, 1971 hareketine küfüre varan saldırılarla doludur. Birkaç noktada Kıvılcımlı “zavallı gençler” ruh durumuna girse de geri kalan pasajlarda söz ne zaman 1971 hareketinin önderlerine gelse Doktor tek kelimeyle öfke kusmakta, onları kendilerine büyük teorisyen süsü veren ama içi boş teoriler ileri süren gösterişçi yeni yetmeler olarak suçlamakta, aynı zamanda her şeyi devletin komplosuna indirgemektedir. Mahir Çayan’a yönelik suçlaması, bütün saldırganlığının doruğudur: Mahir, Hüseyin Cevahir ile birlikte 1971 Haziranı sonunda İstanbul Maltepe’de polis tarafından kıstırıldığında “Doğulu” Hüseyin Cevahir 24 kurşunla delik deşik edilmiştir. “Ötekisi: Dev-Genç Başkanı: ‘Vurmayın, çok söyleyeceklerim var’ diyen, bizi ‘Revizyonizm’le suçlayan, sapasağlam hastahaneye kaldırdıkları Mahir Çayan.” Hüseyin, kurban, aldatılmış genç, ne de olsa “Doğulu”. Mahir itirafçı! Kıvılcımlı, burada, Sıkıyönetim Komutanlıklarının “onlar halka yoksulluk edebiyatı yapıyor ama kendileri havyar, istakoz yiyorlardı” diyen düpedüz yalancılığına kanacak kadar geri düşmüştür bilinç olarak!

Kıvılcımlı’ya göre finans kapital Türkiye’deki yükseliş karşısında gençlik aracılığıyla bütün harekete bir tuzak kurmuştur. Amaç Endonezya’da 1965 yılından itibaren bir milyon civarında komünistin katledilmesi ile sonuçlanan tipten bir darbeye zemin hazırlamak için provokasyonlarla gençliği maceralara sürüklemektir. Gençlik önderleri işte bu tuzağa düşmüşlerdir.

Kıvılcımlı bir yandan 16 Mart’ta “Ordu kılıcını attı!” demişken bir yandan da Nisan sonundan itibaren tuttuğu günlüklerde böyle bir senaryoya kendini nasıl inandırmıştır, bunu anlamak güç. Ama Doktor’un burada da Stalinist bürokrasinin komplocu aklının ve dünyayı milliyetçilik gözlükleriyle görmesinin kurbanı olduğunu keşfetmek çok zor değil. Yıl 1971. Fransa 1968’i yaşanalı daha üç yıl olmuş. Bilmeyenler, Fransız 1968’ini gençliğin isyanı sanır. Oysa bu ülke o yılın Mayıs-Haziran aylarında gençlik isyanının yanı sıra kimi fabrikada 45 gün süren, çoğu fabrikada işgal ile birlikte yürütülen bir genel grevle sarsılmıştır. Bu, tarihin o güne kadar gördüğü en büyük ve en uzun genel grevdir. 10 milyon işçi, evet 10 milyon işçi şu ya da bu aşamasında bu mücadelenin parçası olmuştur!

Bu dev işçi hareketini devrime taşımaya ne isteği ne mecali olan, adı komünist kendisi düzenin bir partisi olan Stalinist Fransız Komünist Partisi, kontrol ettiği en büyük konfederasyon olan CGT’nin üst bürokrasisi eliyle Grenelles anlaşmaları olarak bilinen bir süreçte grevi ve devrim dinamiklerini satmıştır. Bu satışa bir kulp bulmak için de gençlik hareketini, uluslararası politika arenasında ABD ile çatışıp NATO’nun askerî kanadından ayrılmış olan cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ü düşürmek amacıyla ABD emperyalizminin düzenlediğini ileri sürmüştür. O de Gaulle ki, Fransa’da daha on yıl önce bir darbe yaparak parlamenter sistemden yarı-başkanlık sistemine geçişi sağlayan Beşinci Cumhuriyeti kuran sağcı ve milliyetçi bir general eskisidir. İnsanın, tarihin o ana kadar görülen en büyük grevi de Amerika’nın oyunu mu idi diye soracağı geliyor!

İşte Kıvılcımlı Türkiye’deki gençlik hareketinin canlılığına ve 1971 hareketinin eylemlerine bu örneği olduğu gibi tekrarlayarak benzetme yoluyla “provokasyon” teşhisi koyuyor. Siz Stalinizmin sersemleştirici etkisini görüyor musunuz? Doktor gibi dâhi düzeyinde yüksek kavrayışlı bir Marksiste bile neler söyletiyor!

Kıvılcımlı’nın 1971 hareketine ilişkin tespitlerinin yanlış olduğu o gün de belli idi. Türkiye’deki gençlik hareketinin de 1971 atılımının da toplumun en derinlerinde yatan sınıfsal, siyasi, ideolojik nedenleri vardı. Bir provokasyon ürünü değildi. Zaten ortada provokasyon falan olmadığı, Türkiye devletinin o aşamada provokasyon yapıp büyük bir katliam düzenleyecek güce sahip olmak bir yana, 12 Mart’ın iki yıllık süresinde dört hükümet kurmak zorunda kalacak kadar zayıf olduğunu da tarih gösterecekti. 1971 hareketi durduruldu. Ama 1970’li yıllar Doktor’un beklediğinin tam tersine, Endonezya tipi bir katliama değil, halkın ve 1971 hareketinde ortaya çıkan siyasi örgütlerin güçlü biçimde fışkırdığı bir büyük sınıf mücadelesine tanık oldu.

Bir Marksist, öngörülerinde ancak bu kadar yanılabilir. Bu Doktor’un kabahati değildir. Bu, onun dünya görüşünü çarpıtan Stalinizmin kabahatidir. Öyleyse bu dizinin son yazısında Stalinizmin Doktor’u nasıl kıskıvrak bağladığını görelim.