“Fidel”den “Castro”ya: Devrimci aslanın evcilleştirilmesi

Ben Marksist-Leninistim ve ölene kadar da Marksist-Leninist kalacağım.

Fidel Castro (1 Aralık 1961)

Geçen yıl Kuba'ya gittim. Havana'ya. Prag'tan kalktı uçağımız. 17 saat süren yolculuğumuzun ardından dosdoğru indik Havana'ya. Orada iki şeyi gördüm. Kuba halkını gördüm. Görülecek şeydi yani. Sonra, o halka layık başka bir şey gördüm. O da yani insanı afallatan şey, Fidel Castro'yu gördüm.

Nâzım Hikmet (1962)

20. yüzyıl tarihindeki yerini ister olumlu bulun, ister beğenmeyin, Fidel Castro’nun yüzyılın devlerinden biri olduğunu teslim etmek zorundasınız. Ölümünden hemen sonra Gerçek’in sayfalarında Castro değerlendirilirken belirtildiği gibi, her şey bir yana bırakılsa bile, salt ABD emperyalizmine yarım yüzyıl boyunca kafa tutması ve bu mücadeleden Ortadoğu mitolojisindeki Câlût denen ürkütücü devi yenen Dâvud gibi galip çıkması, bütün dünya halklarına verdiği ilham bakımından hayat bilançosunun olumlu yanı olarak görülmelidir.

Gerçek’in yazısı buna bir ikinci noktayı ekliyor: Castro kendisi başlangıçta Marksist olmadığı ve önderliğini yaptığı devrim esas olarak radikal bir küçük burjuvazinin demokrasi, bağımsızlık ve sosyal adalet ayakları üzerinde yükselen programı ile sınırlı olduğu halde, 1958-59 yılbaşında iktidarı ele geçirdikten sonra iki yıl boyunca ABD ile çatışma içinde tırmanan bir süreçte sosyalist bir programı uygulamaya koyan önderdir. Tarih, 20. yüzyılın başka devrimlerinde de olduğu gibi, devrimi, önderliğinin programına rağmen sürekli devrim haline getirmiştir. Ama buna karşı durmak bir yana, hayatının sonuna kadar Küba’nın sosyalist devrimini savunmanın onuru da Castro’nun büyüklüğüdür. Yukarıda Castro’dan yaptığımız alıntı bir Sovyet, Doğu Avrupa ya da Çin bürokratının ağzından çıkmış olsaydı, alay eder geçerdik. Ama Castro, devrimi yaptıktan sonra Marksist oldu (yukarıda tam tarihini bile görüyorsunuz neredeyse) ve buna, kendi meşrebince, hayatının sonuna kadar sahip çıktı. Unutmayın Castro 2016’da öldüğünde Sovyet bürokrasisi kapitalist restorasyonu başlatalı tam çeyrek yüzyıl oluyordu. Doğu Avrupa Sovyetlerden önce zaten o yolu seçmişti. Çin de aynı yolun yolcusu olduğunu belli etmişti. Fidel işte öyle bir çağda Küba’yı sosyalizm yolunda yürütmek için inat ediyordu.

Fidel’de sembolleşmiş bir gerçek daha var ki çok önemlidir. 20. yüzyılda sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı nice kahramanca savaşlar verildi, devrimler yapıldı. Ama bunların hiçbiri, Küba gibi sonuna kadar anti-emperyalist kalmayı başaramadı. Bu da bize bir başka gerçeği gösteriyor: Yukarıda gördüğümüz gibi, anti-emperyalizm ancak sürekli devrimle, yani proletaryayı iktidara getirerek hakiki bir içeriğe kavuşturulabildiği gibi, ancak sosyalizmin inşasına girişen bir toplum gerçek bir anti-emperyalizm yolunda yürüyebilir. Küba anti-emperyalizmin ne “milli burjuvazi”nin, ne de “demokrat”ların işi olmadığını, sonuna kadar ancak sosyalistlerin anti-emperyalist kalabileceğini göstermiştir. Önümüzdeki dönemde anti-emperyalizm devam edecekse, Küba’nın sosyalist kalması bunun önkoşuludur.

Castro ve dünya devrimi

Birçok sosyalist buraya kadar bizimle mutlu mesut hemfikir olacaktır. Ama Castro’nun dünya devrimi ve enternasyonalizm karşısındaki tavrının eleştirisine giriştiğimizde kimileri kulak verse de kimileri derhal tırnaklarını çıkartmaya hazırlanacaktır. Sitemi duyuyoruz: Hayatının sonuna kadar sosyalizmi savunmuş, önderi olduğu devrimin ürünü olan sosyalist rejimi de korumayı bilmiş bir devrimciyle ne diye uğraşıyorsunuz? Bu arkadaşlarımıza bir küçük gerçeği hatırlatalım: Fidel 2008’de sağlık sorunları nedeniyle yönetimi Raúl Castro’ya devredeli beri Küba’da olan bitenler, ülkedeki sosyalist inşa çabasının kapitalist restorasyon tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Raúl’un aldığı ekonomik tedbirler restorasyonun yolunu açmıştır bile. Papa’nın ve Obama’nın adaya yaptığı gösterişli ziyaretler ise Küba’yı yöneten kadronun ülkeyi yutmaya hazırlanan emperyalist sisteme nasıl da kucak açtığını ortaya koyuyor. Anlaşılan efsanedeki Câlût’tan farklı olarak bu dev yedi canlıdır. Yarım yüzyıl boyunca Fidel önderliğindeki Küba halkından yediği darbelere rağmen ayakta kalmıştır, şimdi ahtapot kollarını adaya uzatıyor. Miami’deki gusanos (“kurtçuklar”), aynen Çin’in (Hong Kong başta olmak üzere) diaspora sermayesi örneğinde olduğu gibi, kapitalizmin restorasyonunda büyük rol oynayacaktır. Hakikatlere gözünü kapatmayanlar, şimdi Fidel ölünce restorasyonun önündeki en önemli engellerden birinin ortadan kalktığını ve tehlikenin büyüdüğünü görecektir.

Bu yazıda ne Küba’da sosyalizmin inşasının çerçevesini oluşturan rejimin özellikleri, ne de Raúl Castro döneminde uygulamaya konulan ve kapitalizmin restorasyonunun yolunu açan ekonomi politikaları ele alınacak. Ama Küba’nın bir işçi devleti olduğu ve kapitalizmin ötesine geçerek sosyalizmin inşası yolunda bir mesafe ket etmiş olduğu temel görüşü bu yazının varsayımı olacak.

Küba’da kapitalist restorasyon yolunda adımlar atılmaya başlandığı fikrine [i] itiraz yoksa, yani hayal dünyasında yaşamayı seçmiyorsanız, şu soruya cevap vermeniz gerekir: Küba, líder máximo (büyük önder) Castro, sosyalizmi sonuna kadar savunduğu halde neden buraya gelmiştir? Bu soruya cevap verme çabasına girişmezseniz, o zaman siz sadece konuşmayı seven, sosyalizm davasını Küba’da ve dünyada ilerletme yolunda parmağını bile kıpırdatmadan uzaktan gelen müzikle oyalanmayı seçen birisinizdir demektir. Ama bizimle birlikte sosyalizmi Küba’da korumayı, dünyada da yaymayı amaçlıyorsanız bu soruyu sormak zorundasınız. Çünkü sorunun nedenlerini anlamayan doğru çözüm öneremez. Şayet Küba’nın buraya gelmesinde Castro’nun yarım yüzyıl boyunca izlediği politikalar rol oynadıysa, bunu görüp yeni politikalar benimsemek gerekir. Hem Küba’da, hem yeni sosyalist devrimler yaşandığında. Bizim iddiamız şudur ki, Castro’nun devrimin ilk on yılından sonra izlediği politika, özellikle dünya devrimi karşısındaki tavrı, Küba devriminin bugün çözülmenin eşiğine gelmesinde temel bir rol oynamıştır.

Derdimizi anlatmaya girişmeden önce, bazı Trotskistlerin tüylerini ürpertecek bir saptama yapalım: Fidel, devrimi izleyen on yıl boyunca, bazı taktik geri çekilmelere ve hatta yalpalamalara rağmen, ana hat olarak proletarya enternasyonalizminin gerektirdiği yönde hareket etmiştir. Bu bakımdan 20. yüzyılın öteki devrimlerinin önderlerinin hepsinden farklıdır, bir kez Marksist olduktan sonra devrimci Marksizme en fazla yaklaşan devrimci önder olmuştur. Bunun istisnası, Fidel’in devrimci Marksizme ve proletarya enternasyonalizmine yaklaşmasında da en önemli etkiyi yaratan Che’dir. Bu ikili, Küba devriminin 1958-59 dönümünde zafere ulaşmasından Che’nin Ekim 1967’deki ölümüne kadar, ama daha sonra Fidel’in Che’siz aynı çabayı sürdürmesiyle 1968 Ağustos ayına kadar devrimci enternasyonalist bir politika izlemiştir. Bizi başka Trotskistlerden ayıran, tarihi gelişmenin ve Marksist pratiğin içinden süzülüp gelen ve bir bütün olarak doğru olan teori ve programımızın gerçek dünyada arı, saf, katıksız biçimde gerçekleşmeyeceğini bilmek, tarihin ortaya koyduğu fiili gelişmelerin içinde nasıl cisimleştiğini araştırmak ve bu deneyimden gelecek için dersler çıkarmaktır. Marksizm budur. Bir teori ve programı, gerçek dünyadan bağımsızlaştırarak sürekli tekrarlamak değil. Bizim kanaatimiz, IV. Enternasyonal geleneğinden kaynaklanan hareketlerin çoğunun Küba devrimi konusundaki politikalarının yanlış olduğudur.

Hemen ekleyelim: Mesele gerilla savaşı ile ilgili değildir. IV. Enternasyonal geleneği içinde Küba ve Castro tartışması gerilla savaşı zemininde yapılmıştır. Bu konuda söylenecek açıktır. Gerilla savaşı, Leninizmin proletarya ile birlikte yürüyen ve onu günlük mücadeleler aracılığıyla devrimcileştiren çizgisine aykırıdır.  Ama 20. yüzyıl devrimlerinde, gerek köylü ağırlıklı toplumlarda, gerekse işgal altındaki ülkelerde gerilla savaşı (ya da öteki adıyla partizan savaşı) zaman zaman başarılı olmuş ve proletaryanın iktidara gelmesini sağlamıştır. Bu deneyimlere sırt çevirmek çocuksu bir doktrinerliktir. Buna karşılık, gerilla savaşının sınırlarına dikkat çekmek, proletaryanın yöntemi olarak sorunlar taşıdığına işaret etmek, ama en önemlisi proletaryanın emekçi nüfus içinde belirleyici hale geldiği toplumların olağan dönemlerinde en ufak bir başarı şansı olmadığının altını çizmek Leninistler için vazgeçilmez bir görevdir. Bu yüzden, Fidel ve Che’nin gerilla savaşını bir strateji haline getiren çizgisini sonuna kadar eleştirmek gerekir.

Ama iktidar stratejisi konusu böylece ele alındıktan sonra ortada bir gerçeklik kalıyor: Küba devriminin önderliği, devrim sonrası ilk on yıl boyunca devrimi fiilen başka ülkelere yaymaya çalışmıştır. Stalinist bürokrasinin 1930’lu yıllardan itibaren devrimci Marksizmin dünya devrimi programı, başka bir şekilde söylendiğinde proletarya enternasyonalizmi yerine “tek ülkede sosyalizm” safsatasını ve milli komünizm yaklaşımını dünya arenasında bir dogma düzeyine yükseltmiş olduğu bir ortamda, bu yaklaşım pırlanta değerindedir. Devrimci Marksist politika, Castro’nun Sovyetler Birliği ile yakın ittifakı dolayısıyla Trotskistlere düşmanca tavrını aşmayı ve Küba devrimi ile bağ kurmayı, en azından bu devrim sosyalizm yolunu tuttuğu andan itibaren önüne koymalıydı. IV. Enternasyonal geleneğinden gelen hareketler arasında yüzünü Küba devrimine dönmüş olanlar vardır. Ama bunların çoğu onu devrimci Marksizmin programına kazanmak amacıyla değil, onun kuyruğuna takılmak, hatta onun aslında en zayıf alanında, gerilla stratejisini Trotskizme ithal ederek yapmıştır bunu. Biz burada farklı bir şey söylüyoruz: IV. Enternasyonal adına konuşanların Küba devriminin gerillacılığı ile değil, enternasyonalizmi ile ittifak kurarak devrimin önderliğini devrimci Marksizmin tarihi programın bütününe kazanmak üzere mücadele etmesi gereğinden söz ediyoruz.

Şimdi kısaca Fidel’in devrim sonrasındaki ilk on yıl nasıl enternasyonalist bir politika izlediğini, ama sonra bu politikadan nasıl koptuğunu özetleyelim. İki not düşerek. Birincisi, bu önemli konuyu ayrıntılarıyla ve bütün delilleriyle ele almak, belki uzun bir dergi makalesini, belki de bir kitabı gerektirir. Burada delillere en yalın haliyle değinerek özet bir anlatımla yetinmek zorundayız. Ama bu konunun gelecek için taşıdığı önemi göz önüne alarak ileride daha ayrıntılı çalışmalar yapmaya niyetliyiz. Başka çalışmalar buna izin vermezse, genç kuşak Marksistlerin bu konuyu derinlemesine incelemesinin çok büyük önem taşıdığı kanaatindeyiz.

İkincisi, burada anlatacağımız öykünün bir bölümünü, sadece Che ile ilgili yönüyle daha önce yazdığımız bir makalede anlatmış bulunuyoruz.[ii] Che ile Fidel arasında, Marksizme gelişleri, teori ile politika arasında kurdukları ilişkinin karakteri, Küba devrimiyle ilişkilerinin (Che Arjantinli olduğuna göre) işin doğası gereği farklı olması, kişisel eğilimleri ve benzeri nedenlerle dağlar kadar büyük farklar vardır. Che, erkenden Marksist olmuştu, bükülmez bir enternasyonalistti. Fidel Marksizme geç geldi, Che kadar teorik derinliği asla olmadı, Küba devriminin sorumluluğunu sırtında hep çok daha ağır bir yük olarak hissetti, en önemlisi de politik taktik anlayışı Che’den çok farklı idi. Bütün bu farklara rağmen, ilk on yıl, Fidel ile Che’nin politikası temelde aynı hat üzerinden yürüdü. Aşağıda, bu hatta Fidel’in katkısını ve sonra onun Küba devrimini bu hattan nasıl ayırmış olduğunu ele alacağız.

Sovyetler Birliği ittifakı ile enternasyonalizm arasında Fidel

Küba devrimi, o dönemde 6 milyonu biraz aşan nüfusu, esas olarak tek ürüne (şeker kamışı) dayalı ekonomisi, emperyalizmin merkezi olan ABD’ye 100 kilometre mesafede askeri bakımdan tehdit altında bir ada konumu dolayısıyla, erkenden Sovyetler Birliği (SB) ile bir ittifaka yönelecekti. Bu ittifakta en önemli nokta SB’nin Küba’ya ekonomik desteğiydi. Bu ekonomik desteğin en önemli biçimleri, SB’nin Küba şekerini avantajlı koşullarla ve garantili olarak satın alması ve Küba’ya petrolü sübvansiyonlu bir fiyatla satması idi. Küba başka her bakımdan SB desteği olmaksızın ayakta kalabilirdi. Ama özellikle ABD’nin 1961 başında koyduğu ağır ekonomik ambargo koşullarında (bu ambargo Obama’nın ziyaretine rağmen yarım yüzyıldan daha uzun bir süre sonra bugün bile devam ediyor) ekonomik destek vazgeçilmezdi.

Küba devrimci önderliği bunun gayet iyi farkındaydı. Castro erkenden Che’yi SB’ye gönderecek, sonra 1963, 1964 ve 1972’de kendisi SB’ne görkemli birtakım ziyaretlerde bulunacaktı. Buna rağmen, Fidel 1968’e kadar SB’ne bağımlı bir politika izlemek bir yana, onu açıkça eleştiriyor, hatta onun çıkarlarına bütünüyle aykırı politikalar izliyordu. SB ile ittifakın, ona ekonomik bağımlılığın ne anlama geleceği açıktı: “Barış içinde bir arada yaşama” stratejik bir çizgi olarak benimsenecek, yani ABD-Sovyet ilişkilerinin yumuşak ve kontrollü biçimde yürümesi amacıyla, SB’nin müttefiki Küba ABD’nin ayağına basmaktan kaçınacaktı. Sovyetler’in beklentisi buydu. Fidel belirli taktiklerle Sovyet bürokrasisine tavizler vermiyor değildi. Mesela Che ile birlikte izledikleri politik hatta bütünüyle aykırı biçimde Küba’nın “Barış içinde bir arada yaşama” ilkesini benimsediğini ilan ediyordu. Ama pratikte bambaşka bir hat izliyordu!

Bu hattı ayrıntıya girmeden ve taktik karmaşıklıklardan arındırarak şöyle özetlemek olanaklıdır. Birincisi, Küba istihbaratının gizli bir servisi, Latin Amerika devrimini silahlı tarzda desteklemek üzere örgütlenmiş, birçok ülkede faaliyetler yürütüyordu. Bu servis, Che’nin enternasyonalist faaliyetinde ana üssüydü. Che başlangıçta başka görevlerinin (ekonomi, tarım, kültür vb.) yanı sıra Latin Amerika’da silahlı kalkışmaların koordinasyon ve sevk ve idaresini de üstlenmişti. Ama zamanla Küba devleti içindeki öteki bütün faaliyetlerini terk edecek ve devrimci çabasını bu amaca hasredecekti. Üstelik Latin Amerika’ya Afrika’yı da katarak: Önce Kongo’da, sonra da Bolivya’da bizzat kendisi devrimci savaşa girişecekti. Küba devletinin bu faaliyetinin Fidel’den habersiz ya da onun iradesine aykırı biçimde yürütülebileceğini düşünmek saflık olur.

İkincisi, askeri faaliyetin yanı sıra, Küba devrimci önderliği, siyasi alanda “üçüncü dünya” olarak anılan yoksul ülkeler bütününde örgütlenmeye girişiyordu. Bunlar arasında en önemlisi Tricontinental (üç kıta) hareketi olarak bilinen örgütlenmedir. Bu örgütün ilk ve tek kongresi 1966’da Havana’da toplandı. Bu kongrede 82 ülkeden 512 delegenin yanı sıra 21 de gözlemci örgüt vardı. Minicik Küba dünya hareketini kendi etrafında yeniden saflaşmaya sevk etme çabasındaydı!

Bu hareket elbette bir Komünist Enternasyonal değildi! Bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler ile hâlâ sömürge statüsünde olan topraklarda mücadele eden kurtuluş hareketlerinin çoğu melez bir ideoloji ve program temelinde mücadele ediyorlardı. Üstelik Sovyet ve Çin bürokrasileri de kongrede temsil ediliyordu. Ama hegemonya ve inisiyatif açık biçimde Kübalılardaydı. Che bu sırada Küba’da değildi. Onun Havana’da olmayışı, aslında Fidel’in de bu politikaya ne denli angaje olduğunu gösteren ilave bir faktördür. Tricontinental’i küçümseyecek olanlara Bolşeviklerin düzenlediği Bakû Doğu Halkları Kurultayı’nı hatırlatırız. Oradaki delegasyon ideolojik ve politik olarak 1966 Havanası’ndan bile daha geriydi. Küba önderliğinin amacı, emperyalizmin karşısında bir devrimci cephe inşa etmekti.

Tricontinental, Latin Amerika çapında devrimci ve anti-emperyalist örgütleri bir araya getiren bir başka örgüte örnek olacaktı: OLAS. Latin Amerika Dayanışma Örgütü adının kısaltmmması olan OLAS, 1967 yılının Ağustos ayında Tricontinental ilk kongresini tamamladıktan sonra çalışmaların Latin Amerika’da yoğunlaştırılması amacıyla kuruldu. Üç kıtayı kapsayan Tricontinental, hem çok çeşitlilik arz ediyordu, hem de SSCB ve Çin de örgütün bir parçası olduğundan devrimci faaliyet bakımından önünde engeller vardı. OLAS, Kübalıların esas kendi av alanında, yani Latin Amerika’da örgütlü olduğu için bu engellerden en fazla kurtarılabilecek coğrafyayı örgütlemek üzere kurulmuştu.

Üçüncüsü, Tricontinental’de Sovyet ve Çin bürokrasilerinin varlığını Küba önderliğinin enternasyonalist çabalarının karşısına çıkartmaya heves edeceklere pratikte bir cevaptır. Fidel ve Che Şubat 1965’te ABD Vietnam’da savaşı tırmandırmaya başladıktan hemen sonra, her iki dev ülkeye de Vietnama’a açıktan sahip çıkmadıkları için cepheden eleştiri yöneltmeye başlamıştır. Che kamu önünde, legal bir ortamda yaptığı son konuşma olan Cezayir’deki bir hitabında (Şubat 1965) SB’ne öfke dolu eleştiriler yöneltmiştir. Che herhangi biri değildi: Küba delegasyonunun başkanıydı. Üstelik Fidel onu yalnız bırakmayacaktı: Küba’ya dönüşünde havalimanında karşıladı onu, konuşmasını kendi konuşmalarının da sürekli olarak yayınlandığı Política Internacional dergisinde yayınlattı. Bununla yetinmedi, 13 Mart 1965’te Havana’da büyük bir kalabalık önünde yaptığı konuşmada hem SB’ne, hem de Çin’e Vietnam’a destek olmadıkları için ağır bir eleştiri yöneltti. Che’nin ünlü “Tricontinental’e Hitap” konuşması (1967) SB ile neredeyse köprüleri atarken, Fidel de Mao’ya “Marksist maske altında faşist” gibi davranma suçlamasını yöneltiyordu. 1965 dolaylarında SB’de, Macaristan’da, Bulgaristan’da ve Çekoslovakya’da piyasa reformları uygulamaya konulduğunda, Fidel bir yıl önce yapılan ve “Büyük Tartışma” adıyla anılagelen tartışmada Che’nin ana sözcüsü olduğu, sosyalizmin inşasında manevi teşvikin piyasa yöntemlerine göre çok daha fazla ağırlık taşıması gerektiğini savunan yaklaşımı uygulamaya koyacaktı. Küba adım adım SB’den kopma yoluna girmiş gibi görünüyordu. Konu da gerilla savaşı stratejisi değildi!

Fidel’in tarihi ricatı

Bütün bunların dünya devi SB’nin güçlü bürokrasisini öfkelendirmemesi elbette mümkün değildi. Sovyet bürokrasisi Küba’yı adım adım sıkıştırmaya başladı. Bunu en az üç cephede yaptı. İlki Che’nin Bolivya’da başlattığı gerilla savaşını sabote ederek. Bolivya Komünist Partisi başkanı Che’yi sahte vaadlerle oyaladı ve verdiği sözleri tutmayarak yalnız bıraktı. Bunun Küba önderliğinin dünya devrimi yönelişi bakımından ağır sonuçları olacaktı. Che’nin yenilgisi ve öldürülmesi Küba’da enternasyonalist yönelişin en inançlı, en ısrarlı önderinden yoksun kalması anlamına geliyordu. Fidel’in bu alanda yaslanabileceği hiçbir Kübalı devrimci, politik birikimi, askeri kapasitesi ve dünya çapında statüsü ve prestiji bakımından Che ile karşılaştırılabilecek durumda değildi. Enternasyonalizmin aktif bir şekilde sürdürülmesi basbayağı güçleşmişti.

İkincisi, SB Küba’ya ekonomik desteğini zora koşmaya başladı. Özellikle 1967-68 dönümünde ayak sürümeye, anlaşma koşullarını zorlamaya, anlaşmaları geciktirmeye başladı. Aynı dönemde Küba’da şeker kamışı hasadı gerilemiş, bu da ekonomiyi zorluğa sürüklemişti. Bu iki yıl, sadece Küba’nın ekonomik durumunun değil, aynı zamanda buna bağlı olarak halkın moralinin ciddi şekilde bozulmasına da tanık oldu. Fidel bu döneme kadar Sovyetler’le ittifakı ile uluslararası devrime desteği arasında kendine özgü bir ustalıkla manevralar yapmayı bilmişti. Tabii bu konuda Küba’nın SB açısından çok değerli jeostratejik konumu da ona yardımcı olmuştu. Ama artık yolun sonu görünmüştü. SB Fidel’i ya birini ya da ötekini seçmeye zorluyordu.

Üçüncüsü, tesadüf bu ya, tam bu dönemde Küba Komünist Partisi’nin içinde bir “mikro hizip” keşfedildi. Küba Komünist Partisi (İspanyolca kısaltmasıyla PCC) Fidel’in 26 Temmuz hareketinin bir başka devrimci hareket olan Directorio ve Küba’nın Stalinist partisi PSP’nin  (Sosyalist Halk Partisi) birleşmesiyle 1965’te birleşik bir parti olarak kurulmuştu. “Mikro hizip” suçlaması tam da Sovyet taraftarlarına yöneltiliyordu. İki Merkez Komitesi üyesi görevlerinden alınıyor, biri partiden atılıyor, 34 kişi 3 ila 15 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılıyordu. Bu kişiler çok ciddi fiillerle suçlanıyordu: En önemlisi Havana’da görevli Sovyet ve Doğu Alman diplomatlarıyla gizli toplantılar yapmışlardı. Burada bir casusluk faaliyeti bile söz konusu olabilirdi. Olay gerçek olmasa Küba yönetimi bu suçlamayı SB ve Doğu Almanya ile ilişkileri tehlikeye atmayı göze alarak açıklayamazdı. Kısacası, SB olanaklı her cepheden harekete geçmiş, Fidel’i teslim almak için bastırıyordu.

Güçlü kişiliği ve halkının desteği, Fidel’in hâlâ direnmesini sağlıyordu. Küba, 1968 Ağustos ayında Sofya’da toplanacak olan Gençlik Festivali’nden “silahlı mücadele” konusundaki anlaşmazlık dolayısıyla çekildi. Ama asıl mesele Çekoslovakya’da olan biten karşısındaki tavırdı. Ocak ayında eski genel sekreter Novotni’nin istifası ve Alexandre Dubçek’in göreve getirilmesiyle “Prag Baharı” olarak anılan, parti içinde ve ülkede demokrasiye çok daha büyük yer veren ve Çekoslovakya’nın SB’den bir ölçüde bağımsızlaşmasını öngören süreç başlamıştı. Ağustos ayında gerilim doruğuna çıkarken, PCC’nin resmi yayın organı Granma olayları neredeyse Dubçek taraftarları açısından aktarıyordu. Fidel, Moncada kışlası baskının yıldönümü olan 26 Temmuz 1968’de konuşmasını anlamlı biçimde Che’nin Küba’dan ayrıldığı (ve bugün anıt mezarının bulunduğu) Santa Clara’da yapıyor, yüz binlerce Kübalının önünde her ülkenin sosyalizme gidişte kendi yolunu seçme hakkını savunuyordu!

Sonra 20 Ağustos’ta Sovyet tankları Varşova Paktı’nın öteki üyelerinin birlikleriyle beraber Prag’a girdi. Bütün dünyada “komünist” denen hareket ikiye ayrıldı. SB müttefiki ülkelerin hepsi işgali haklı buluyor, Çekoslovak sosyalizminin kurtarılmasının gerekli olduğunu söylüyordu. Batı Avrupa komünist partileri ise işgali kınıyordu. Fidel ve Küba sözcüleri üç gün ortada görünmedi. Nihayet 23 Ağustos gecesi açıklama geldi. Küba işgali olumluyordu. Fidel tarihi bir geri adım atmıştı.

Latin Amerika ve Afrika

1968’deki bu tarihi geri adımdan sonra Fidel artık ne SB’ni ulu orta eleştirdi, ne de onun genel çizgisine aykırı bir devrimci çabaya ortak oldu. Devrimci aslan, nihayet Sovyet gücü tarafından evcilleştirilmişti. 1968 ile Castro’nun yönetimi Raúl’e aktardığı 2008 arasında geçen 40 yıl boyunca Küba uluslararası alanda bütünüyle hareketsiz kalmadı. Dünyanın dört bir köşesine doktor yolladı, gıda yardımı yaptı. Bunun da ötesinde, Afrika’da ezilen halklar için büyük önem taşıyan askeri çabalara girişti. Etyopya devrimini Somali tasallutundan korudu. Daha önemlisi, 1974 Portekiz devriminden sonra Portekiz sömürgeciliğinden bağımsızlığını kazanan Angola’da ABD, apartheid Güney Afrika’sı ve Çin (evet Çin!) tarafından, Portekiz’den özgürlük elde etmek için yıllardır çarpışmış olan MPLA’ya karşı çıkartılan iç savaşta haklı tarafa, SB tarafından desteklenen MPLA’ya on binlerce askerle destek verdi. Küba’dan 11 bin kilometre mesafede okyanus aşırı bir ülkede Afrika’nın en zengin ülkesi Güney Afrika’ya karşı Angola birlikleriyle birlikte verdiği savaşı kazandı! Bu zafer, Güney Afrika’da apartheid’in sonunu hazırlayan en önemli faktörlerden biri oldu!

Ne var ki, Küba’nın Afrika’daki bu çok önemli enternasyonalist desteği, Castro’nun Sovyet politikasına boyun eğmediği anlamına gelmez. Neden gelmez? Çünkü Soğuk Savaş döneminde Afrika, emperyalizm ile SB arasındaki mücadelede herkes tarafından meşru bir savaş alanı olarak görülmektedir. O kadar ki, ABD’nin kendisi bile sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerde zaman zaman sömürgeci emperyalist ortaklarının karşısında yer almıştır. (1956’da Nasır ile Britanya-Fransa ikilisini karşı karşıya getiren Süveyş krizi sırasında ABD’nin emperyalist NATO ortaklarının yanında yer almaması bunun çarpıcı bir örneğidir.) Gerçi Angola’da durum farklıydı. ABD Afrika’da “komünizm”in gelişmesini durdurmak için taraf tutmuştu. Ama bu coğrafya ABD için en hassas alan değildi.

ABD için daha en başından Küba’nın devrimi yayma çabasında hassas alan Latin Amerika olmuştur. ABD emperyalizmi, Latin Amerika’yı 19. yüzyılın başından, “Monroe doktrini”nin kabul edilmesinden bu yana kendi özel av alanı kabul ediyor, Latin Amerika’da devrimci atılımları doğrudan doğruya kendi ulusal güvenliğine tehdit olarak görüyor ve çoğunu bizzat kendisi askeri yöntemlerle bastırmaya girişiyordu. Oysa Che ve ilk dönemde Fidel tam da Latin Amerika üzerinde çalışıyor ve doğal olarak en büyük etkiyi orada yaratıyorlardı. İşte Sovyet baskısı altında Fidel’in evcilleşmesi öncelikle ve esas olarak Latin Amerika devrimine destek vermekten vazgeçmesi biçimini almıştır.

Bunun sonuçları ciddidir. Bir kere 1970-73 arası Salvador Allende yönetimindeki Unidad Popular (Halk Birliği) hükümeti döneminde Şili’de bir devrimci kriz doğduğu halde, Küba reformist Allende hükümetini desteklemiş, sonunda Augusto Pinochet cuntasının zalim baskısı altında Şili solunun paramparça olmasında dolaylı bir sorumluluğu üstlenmiştir. Che’nin ölümünden sadece üç yıl sonra doğan bu devrimci durum sadece Castro’nun Sovyet politikasına teslim olması açısından üzerinde durulacak bir nokta değildir. Aynı zamanda gerilla savaşının en değerli kadroları kırıp geçirmesinin yarattığı çok ciddi sakıncaların da düşünülmesi için elverişli bir referans noktası olabilir.

Ama çok daha ciddi bir mesele 1979’dan itibaren Orta Amerika’da doğmuştur. O yıl Nikaragua’da Sandinistalar (Küba’da Batista’ya benzer bir diktatör olan) Anastasio Somoza’yı devirerek iktidarı ele geçirince devrim dinamiği bütün Orta Amerika’ya yayılmış, Salvador ve Guatemala’da da askeri devrimci hareketler iktidarı ele geçirebilecek bir güce kavuşmuştur. Orta Amerika (kıtanın uzak ucunda olan Şili’den farklı olarak) Küba’nın komşusu sayılır. Orta Amerika devriminin bu üç ülkede zafere ulaşması, sosyalizmin Latin Amerika’da kapitalizmi bütünüyle tehdit edecek bir güç haline gelmesi anlamını taşırdı. ABD Nikaragua devriminin başına ünlü “Kontralar”ı (karşı devrimcileri) sardı. Sandinist iktidarın iç savaşla uğraşmasından yararlanarak öteki iki ülkede de “itfaiyeciliğe” soyundu, hükümetle devrimci cepheleri müzakere masasına oturtarak her iki ülkede de devrimin eritilmesi için çaba gösterdi.

Bu yöneliş başarıya ulaşmayabilirdi. Küba bu ülkelere gerçek bir siyasi ve/veya askeri destek vererek devrimi derinleştirmeye çalışsaydı bambaşka bir sonuç doğabilirdi. Oysa Castro Sovyet politikası icabı Nikaragua’da politik devrimin sosyal devrime dönüşmesine engel olacak bir hat izledi, Salvador ve Guatemala’da da sözde “barış süreçleri”ne destek verdi. Nikaragua’daki politika en vahimiydi. Castro Sandinist yönetimin Sovyetler Birliği’nin baskısı altında kabul ettiği üçlü sınırlamayı bütünüyle destekledi: “çoğulcu demokrasi, karma ekonomi, tarafsızlık”. Bunların hiçbiri masum değildi. Her biri Sandinistaları burjuva politikalarına hapsediyordu. İlki burjuva demokrasisinin ötesine geçilerek proletarya iktidarının kurulmayacağı, ikincisi planlı bir sosyalist ekonominin inşa edilmeyeceği, üçüncüsü ise Nikaragua’nın ABD’ye karşı Sovyet kampında yer almayacağı taahhüdünü içeriyordu. Castro, Nikaragua devriminin kendisinin Küba devriminde yaptığı şeylerin tam tersini yapmasını istiyordu!

Sonunda Salvador ve Guatemala’da devrimciler barış anlaşmaları aracılığıyla düzenin bir parçası haline getirildi, Nikaragua’da savaş yorgunu, ekonomik kriz kurbanı kitleler 1990 seçimlerinde Sandinistler’i iktidardan indirdi. Orta Amerika devrimi 10 yıl içinde tasfiye edilmişti!

Yayılmayan devrim yenilir

Böylece Küba devriminin bugün uçurumun kenarına gelmesinde Castro’nun politik yönelişinin nasıl rol oynadığını görmüş oluyoruz. Bazıları Küba gibi bir ada ekonomisinin daha fazla dayanamayacağını, asıl nedenin bu olduğunu söyleyecektir. Tam tamına! Bu bizim söylediğimizin karşıtı değil doğrulanmasıdır. Tam da Küba tek başına sosyalizm yolunda sonsuza kadar direnemeyeceği için devrimci bir önderliğe devrimi başka ülkelere ve kıtalara yaymak görevi düşer. “Tek ülkede sosyalizm” SB gibi devasa bir ülkede bile olanaksızdı. “Tek adada sosyalizm”in hiç şansı yoktu. Küba’nın bugün uçurumun kenarına gelmesini engelleyecek tek şey, geçmişte devrimin Orta Amerika’ya yayılması ve sonra bir Latin Amerika devrimi haline gelmesi olurdu.

Fidel Küba’da hep halkın sevgilisi olarak kaldı. Çünkü ABD’ye kafa tuttu, adada kapitalist sömürüye son verdi, en önemlisi “herkes Mersin’e gider” iken o tersine gitti! SB Gorbaçov döneminde Perestroyka politikasıyla yüzünü planlamadan piyasaya dönerken Castro Küba’da “rectificación” (düzeltme) adı altında tam tersi yönde planlamayı ve manevi teşvikleri güçlendirdi. Castro sonuna kadar halkı nezdinde Fidel olarak kaldı.

Ama bir de uluslararası alanda bürokratların dostu, milli komünizm adı altında kendi hayatlarından kâm alanların, ayrıcalıklı bir bürokratik katmanın sözcüsü olanların Castro’su vardı. Onun adı Fidel değildi, bürokrasinin bütün soğuk resmiyetiyle Castro idi. Kendisi onlar gibi daçalarda oturmadı, çocuklarını İsviçre’de okutmadı, ama onların politikasına boyun eğdi.

Fidel Küba halkı nezdinde hep devrimci lider Fidel olarak kaldı. Dünya halklarının yüreği solda olan kesimleri için de. Bu anlamda, evet kendi meşrebinde, ama sözünü tuttu, Marksist-Leninist olarak öldü. Ama uluslararası politikanın resmi doruklarında 1968 sonrasında Castro oldu. Devrimci Marksist, yani proletarya enternasyonalisti olamadı. Che’nin mirasına sırt çevirdi. Bu yüzden Küba devrimini de çöküşün eşiğine getirdi. Kendisi bunu istemese de.

Bugün Castro’nun hatalarını, Fidel’in devrimciliğinin kazanımlarına basarak aşmanın günüdür. Küba’da sosyalizmi korumak, ama aynı zamanda Latin Amerika’ya ve dünyaya yaymak için. Zaten Küba’da sosyalizmi korumanın da başka yolu yoktur.



[ii] Sungur Savran, “Che Guevara’nın Marksizm İçindeki Yeri”, Devrimci Marksizm, sayı 5, Kış 2007-2008, s. 102-143, özellikle 112-125.