3 Mart 1924’ün tarihî anlamı

3 mart

Yüz yıl önce bugün, 3 Mart 1924’te Osmanlı hanedanının mensupları için toplu halde Türkiye’den sürülme kararı alındı. Bugün hâkim sınıfların “cumhuriyetçi” ya da “Kemalist” kanadında bile bunun aslında doğru olmadığı, bu insanların yurtlarından uzaklaştırılmasının insani bakımdan haklı gösterilemeyeceği türünden görüşler öne sürülüyor. Türkiye’nin burjuva ve küçük burjuva fikir önderlerinin Osmanlı hanedanının nezaketini, zarafetini, kültürünü öve öve bitiremediğine her geçen gün daha fazla tanık oluyoruz.

Bu tutum bütünüyle yanlıştır. Bu toprakların ve koskoca bir imparatorluğun halklarını altı yüzyıldan uzun bir zaman dilimi boyunca hâkim sınıfların çıkarları uğruna ezen ve sömüren, tımar sahiplerinin, mültezimlerin, köle tüccarlarının ve sahiplerinin, derebeylerinin, ayanın, eşrafın, vakıf kılığı altında üretici güçleri özel mülkiyeti altına alanların, eşrafın, çiftlik sahiplerinin, tüccarın, ulemanın, seyfiyenin, sömürüden ve zulümden yarar gören bütün toplumsal sınıf ve katmanların çıkarlarını ülkenin yasası haline getirmiş olan bu hanedanın övülmesi, korunması, onurunun iade edilmesi için çaba gösterilmesi, hangi insani saiklerin ardına gizlenirse gizlensin düpedüz gericiliktir. Bu toprakların insanı şöyle ya da böyle bu gaspçıları sırtından atmıştır ve bir daha onlara en ufak bir taviz vermemelidir, vermeyecektir.

Mesele Türkiye’ye özgü de değildir. İster Batı’da olduğu gibi kral densin, ister Doğu’da olduğu gibi melik, emir, kağan, şah, padişah densin, kraliyet ailelerini, imparatorluk hanedanlarının, burjuva çağının şafağında yeni dünyanın güçleri ayağa kalktığında çok mutlu bir geleceğin beklemediği tarihî örneklerinden açıktır.

Büyük Fransız Devrimi’nde (1789) Kral XVI. Louis’nin 21 Ocak 1793’te başını giyotinde yitirdiği biliniyor. Onu bir süre sonra eşi, “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” özlü sözü ile ünlü Kraliçe Marie Antoinette ve oğlu veliaht XVII. Louis izleyecektir. Hanedanın eski krallarının, özellikle “devlet benim” sözüyle ünlü XIV. Louis’nin baskısı ve gaddarlığı ünlüydü. Ama Fransız devriminin Kurucu Meclisi’nin Kral’ı idama mahkûm eden kararının gerekçesi “Hıyanet-i Vataniye” idi, Avusturya’yı Fransız devrimini yenilgiye uğratmak amacıyla ülkeyi işgale davet etmesiydi.

Büyük Rus Devrimi’nde II. Nikola Romanov, eşi ve beş çocuğu ile birlikte tahttan çekildiği Mart 1917’den 16, Büyük Ekim Devriminin zafere ulaşmasından 8 ay sonra kurşuna dizildi. Nikola ve ailesi Urallar bölgesinde Yekaterinburg kentinde Ural Sovyeti’nin gözetiminde tutsak tutuluyordu. Ama İç Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1918 yaz aylarında yeni Sovyet devletine karşı savaşan 14 emperyalist devletten birinin, Çeklerin ordusu Yekaterinburg’u ele geçirmek üzereyken yerel Sovyet emperyalistlerin elinde büyük tehlike yaratacak Çar ve ailesinin imha edilmesinin devrimin çıkarları açısından gerekli olduğuna karar veriyordu.

Türkiye Cumhuriyeti, bu örneklerden farklı olarak eski rejimin hanedanına çok yumuşak davrandı. Onları sadece yurtdışına yolladı. “Ah vah” edenler, bu hanedanın son padişahı Vahdettin’in işgalci İngiltere’nin kanatları altına sığınmış bir hain olduğunu pek çabuk unutuyorlar.

Kral ya da padişah, ülkeyi bir kutsal hakka dayanarak yöneten bu tür aileler bütün halkın eşit haklara sahip olmasına doğaları gereği düşmandırlar. Ülkeyi yönetme yetkisine uzun dönemdir sahip oldukları için de devrime ve cumhuriyete karşı çok tehlikeli birer rakiptirler. Bu yüzden cumhuriyet rejimleri genellikle bu aileleri tasfiye eder, ülke dışında ikamete mecbur eder. Cumhuriyetin ilk koşulu ülkeyi tek başına yönetme hakkını kendinde gören bu aileleri tasfiye etmektir. Bu açıdan bakıldığında, 3 Mart’ta Osmanlı ailesinin yurtdışına sürülmesi kararı son derece doğrudur, halkın büyük kazanımıdır.

3 Mart 1924’te ne oldu?

3 Mart 1924 Türkiye tarihinde çok önemli bir gündür. Devlet yapısında o gün gerçekleştirilen değişiklikler Osmanlı’dan cumhuriyete geçişte çok önemli adımlar olmuştur. Ama bu değişiklikler arasında Osmanlı hanedan mensuplarının ülkeden kovulması genellikle ikinci plana itilir. Oysa bu, öteki önlemler kadar önemlidir, hatta onlardan daha önemlidir. Bu önlem, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin vatandaşı statüsüne yükselmiş olan halk kitlelerinin yeniden kul haline gelmelerinin önüne en önemli engeli koyan adımdır. O yüzden 3 Mart 1924’te gerçekleştirilen dev değişiklikler arasında bunun diğerlerinin gölgesinde kalmasına izin vermek doğru değildir. Her devrim, diyalektiğin kuralları icabı, kendi karşıtını, yani karşı-devrim hareketlerini içinde taşır. Devrim yaşayan her toplumda eski düzeni özleyen, çıkarlarını orada gören büyük toplumsal güçler vardır. Saltanat hanedanları karşı-devrimin en büyük kozlarıdır.

Biz karşı-devrime darbe vuran hanedanın sürgüne yollanmasının önemini vurguladığımıza göre artık, 3 Mart’ın diğer önemli adımlarına geçebiliriz. O gün Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen yasalarla şu önemli adımlar atılmıştır:

  1. Hilafet kaldırılmıştır.
  2. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, yani Eğitimin Birliği Yasası kabul edilmiş, eğitim konusunda görev Millî Eğitim Bakanlığı’na verilmiş, dinî eğitimin okul sisteminin zorunlu bir unsuru olmasından uzaklaşılmıştır.
  3. Şeriye ve Evkaf Vekâletleri ilga edilmiştir. Ayrıca, Genelkurmay’ın hükümet düzeyinde temsili gereksiz addedilmiştir, buna da son verilmiştir.

Bu, tarihî olarak yükselmekte olan Türkiye burjuvazisinin emperyalist işgale karşı yürütülen savaşta muzaffer siyasi kadrolarının, Kemalist temsilcilerinin, 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca her türlü kamu işlerinin, devletin, hükümetin, hukukun, eğitimin, kadının özgürlüğünün, kız çocuklarının korunmasının, ekonominin, sosyal hizmetlerin dinin kontrolü altından çekilip alınarak dünyevi bir yönetime aktarılması yolunda yapacağı kapsamlı atılımın ilk büyük salvosudur. Bu üç hamlenin teker teker önemini değerlendirmenin yanı sıra 3 Mart 1924 günü gerçekleştirilen bu önemli değişikliklerin cumhuriyetin ilk yüzyılına damga vurmuş olan laikleşme hareketinin başlangıcı olduğunu dikkatli biçimde saptamak gerekir. Türkiye’nin bugün hâlâ ekonomi alanında hâkim konumda olan Batıcı-laik burjuvazisinin DNA’sında bu doğrultu belirleyici bir rol oynamıştır.

Bu topraklarda hâkim sınıflar içindeki diğer güçlü akım olan İslamcılık ise ta II. Abdülhamid’den beri tarihî çıkarlarını bağladığı bütün İslami kurumların kamu işlerinden adım adım uzaklaştırıldığını görmekten ve en önemlisi Türkiye’nin yükselmekte olan burjuvazisinin dünya çapındaki rolünde kilit bir rol oynayacağını hayal ettiği Hilafet’in kaldırılmasından çok ağır bir rahatsızlık duyacaktır. İslamcı akımların Kemalizm’e karşı duyduğu tarihî nefrette saltanatın ilgası ve cumhuriyetin ilanından çok Hilafet’in kaldırılması rol oynamıştır.

3 Mart hamlesi karşısında emekçi sınıflar

3 Mart muzaffer bir burjuva devriminin, hâkim sınıfların diğer kanatlarına rağmen kendi yolunu çizmesinin cumhuriyetin ilanı sonrasındaki ilk büyük adımıdır dedik. Ancak toplum hâkim sınıflardan ibaret değildir. Tam tersine, toplumun ezici çoğunluğu, insanlığın hayatta kalmasını sağlayan, üretimin bütün yükünü sırtlanan emekçi sınıflardan, işçilerden, köylülerden ve diğer katmanlardan oluşur. Yüz yıl önce toplumun yüzde 80’i köylüydü. Bugün ise o köylülerin torunlarının torunları işçi sınıfının ana gövdesini oluşturmaktadır. Türkiye’de laikliğin trajedisi bu emekçi sınıfların burjuva devriminin bir parçası haline gelmesinin engellenmiş olması, bu yüzden onların eski rejimin kurumlarına karşı hamleleri İslam dininin kendisine karşı bir saldırı olarak yaşamalarının sosyal ve ideolojik temellerinin atılmış olmasıdır.

Bu toprakların ilk burjuva devrimi olan 1908 Hürriyet devrimi, sadece Anadolu ve Trakya’nın değil, Balkanlar’dan Arap topraklarına kadar bütün imparatorluğun halkına, emekçilere, işçilere ve köylülere yaslanmıştı. Devrimin ikinci dalgasını oluşturan Millî Mücadele de böyle başladı. Emperyalizmin vekalet savaşını vermek üzere Anadolu’nun batısını işgal eden Yunan güçlerine karşı oluşan köylü çeteleri, yani Kuvayı Milliye’nin ana damarı, sadece Yunan ordusuna karşı değil, 1919’un başından 1920’nin sonuna kadar padişahın kışkırtması ve beslemesi ile harekete geçen ve İslam’ı da bir bayrak olarak kullanan karşı-devrimci güçleri tek başına yenilgiye uğratan güçlerdi. Köylülük bu iç savaşta zaferi sağlarken işçi sınıfının Ekim devriminin etkisi altında yükselmekte olan komünist hareketi de ülkenin emperyalizmin doğrudan işgali altındaki başkentinde emperyalist ordulara karşı en faal toplumsal güçtü. Komünist hareketin kendisi 1919 Nisan-Mayıs aylarından itibaren Anadolu hareketini bir müttefik olarak bellemiş, Millî Mücadele’ye omuz vermek için hazırlanmıştı.

Mustafa Kemal’in önderliğindeki Ankara hareketi, hem köylü Kuvayı Milliye çetelerini, hem komünist hareketi bastırarak devasa köylü kitlelerini ve başta İstanbul olmak üzere belirli merkezlerde önemli bir güç olan işçi sınıfını devrimin saflarından zorla kopardı attı. Anti-emperyalist savaştan zorla uzaklaştırılan, köyüne çekilen ya da eşkıya olarak dağa çıkan köylüye hiçbir şey vermezseniz karşılığında alacağınız muhafazakâr bir dindarlıktır. Laiklik köylünün ve kentin küçük burjuvazisinin, esnafın ve zanaatkârın gözünde uzun onyıllar boyu dinine saldırı olarak görülmüştür. Bu, 1960’lı ve 1970’li yıllarda işçi sınıfı neredeyse göğü fethetmeye çıkmış gibi dev bir mücadele dalgası yükselttiğinde onun yanına yanaşan, kendisi de toplumsal mücadelenin parçası haline gelen köylülüğün, 12 Eylül karşı-devrimci darbesiyle yeniden İslamcı hareketlerin av alanı haline getirilmesiyle bugünün siyasi tablosunu doğurmuştur.

Proletaryanın dünyevi sınıf mücadelesi gelecekte dinin ait olduğu yere, öyle inanıyorsa her kişinin ruhani dünyasına dönmesinin temeli olacaktır. Kendi sınıf çıkarlarını dinî kisve altında bütün toplumsal hayatı dinî inançlara göre düzenleme sahtekârlığını yapan burjuva İslamcılığı ise böylece hâkim konumunu yitirecektir.

Devrimci proletaryanın laikliğe bakışı ne olmalı?

Türkiye’nin işçi ve köylüleri savunan sosyalist hareketi geçmişte Kemalist burjuvazinin dünyaya bakış tarzına o kadar teslim olmuştur ki laiklik konusunda bağımsız bir proleter bakış açısı geliştirme olanaklarından neredeyse tümüyle yoksundur. Geçmişin bu sorunu, bugün başka bir soruna dönüşüyor: Sosyalist hareketin en güçlü bölüklerinin çoğu geleceğini işçi sınıfının bağrında değil yüksek eğitim görmüş, emperyalist ülkelerle ekonomik çıkar ilişkileri ve kültürel bağlar kurmuş modern küçük burjuvazinin (serbest meslekler olarak da anılıyor) içinde görmeye başlamıştır. Bu durumda geçmişin ideolojik zaaflarının yerini şimdi politik, ideolojik ve sosyal sorunlara modern küçük burjuvazinin çıkarlarıyla sınırlı bir bakış açısı almaktadır. Bu durumda, işçi ve köylü kitlelerinin duyarlılıkları bütünüyle görünmez hale gelmekte, Kemalist dağarcıktan alınmış bir dille Kemalist tedbirlerin hiç gerekçelendirilmeden ezbere tekrarlanması laikliğin savunulmasında tek geçerli yol olarak görülmektedir. Sosyalist hareketin birçok akımı Kemalizm’i kendi dili yapmıştır.

Buna karşılık, liberalizmin bütünüyle hâkimiyetine girmiş Türk ve Kürt sol hareketlerinde ise “özgürlükçü laiklik” türünden hazmedilmeden öne sürülmüş kavramlar dinî hayatın toplumsal düzenlemesini tarikatlara teslim etme riskini bile yaratmaktadır.

Bu ortamda bir noktanın altı dikkatle çizilmelidir: Devrimci proletarya açısından önemli olan, dinin, bütün tarih boyunca olduğu gibi bugün de hâkim sınıfların çıkarlarını sağlamlaştırmak, sömürülen sınıfları ise bölmek ve uyuşturmak amacıyla kullanılmasının karşısında proletaryanın ve müttefiki olacak toplumsal güçlerin dinî kisveli manipülasyonunun engellenmesidir. “Dini dindarlara bırakalım” anlayışı, bütün tarih boyunca ve dünyanın her köşesinde dinin sınıfsal sömürüyü, ulusal zulmü, kadın cinsinin ezilmesini meşrulaştırmak için kullanılmış olduğunu gözlerden gizlemektedir. Burjuva aydınlanma ideolojisinin budalaca sarıldığı “bilim ve teknoloji geliştikçe dinin temeli ortadan kalkacaktır” safsatasının temelsiz bir yanılsama olduğu günümüzde çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştır: Dinî ideolojiye sarılmış gerici hareketler dünyanın her yerinde faşizmi ve ırklar, uluslar, etnik gruplar arasında çatışmayı körüklüyor, dünyayı bir yangın yerine çeviriyor. Kuzey ve Güney Amerika’da Hıristiyanlığın özellikle evanjelizm kolu, Hindistan’da Hindutva milliyetçiliği, İsrail’de Yahudi köktendinciliği, Müslüman dünyanın birçok coğrafyasında bin bir türden İslami hareket bu doğrultuda yükseliyor. Proleter bir laiklik işte bu gerici yükselişi önlemek için hem tek tek ülkelerde hem enternasyonalizm için gereklidir.

İşçi sınıfının gözünden Hilafet sorunu nasıl tartışılmalıdır?

İşte bu bağlamda Hilafet sorununun da dinî bir kurum olmanın yanı sıra ve ondan çok daha fazla politik bir mesele olduğunu görerek değerlendirilmesi gerekir. Solda birçokları artık gündeme iyice yerleşmeye başlayan Hilafet’in yeniden kurulması tartışmasında “Osmanlı padişahlarının halifeliği zaten meşru değildi” düzeyinde tartışıyor. Bu mesele hiç konuşulamaz demiyoruz. Hilafet kurumuna İslam uleması tarzında yaklaşmak ve bu gerekçeyle karşı çıkmak sefil bir yaklaşımdır diyoruz. Açıkça belirtelim: Osmanlı ve Türkiye hâkim sınıfları açısından Hilafet kurumu dün de bugün de bir uluslararası hâkimiyet emelinin zor gizlenen bir çirkin silahı olarak görülmüştür. Dün Osmanlı’nın Arap, Kürt, Çerkes, Tatar, Boşnak, Arnavut ve diğer Müslüman ya da kısmen Müslüman toplumlar üzerindeki hâkimiyetinin aracı idi. Bugün Türkiye’nin açgözlü burjuvazisinin Ortadoğu (Batı Asya) ve Kuzey Afrika’nın Arap toplumları, Sahra altı olarak anılan kara Afrika’nın halkları, Kafkasya ve Orta Asya’nın Müslüman ulusları üzerinde hâkimiyet ve sömürü mekanizmaları kurmanın aracı olarak gündeme getirilmektedir.

Osmanlı padişahlarının halifeliğinin meşru tarihî temelleri olmadığı argümanı ancak halifeliğin kendisinin bütün tarihi boyunca tartışmalı ve ağır sorunlarla malûl bir kurum olduğunu ortaya koyarak tamamlanırsa anlamlı olur. Tek bir örnek verelim: 1258 yılında Moğol istilasının Bağdat merkezli Abbasi halifelerinin şanlı hâkimiyetlerine son vermesinden Osmanlı padişahı I. Selim’in 1517’de Mısır’ı ele geçirmesine kadar yaklaşık 250 yıl boyunca köle kökenli askerler olan Memlûkların sarayının kuklası ve hık deyicisi olarak davranmış olan halifelerin elinde Hilafet kurumu daha mı iyi durumdaydı? Dikkat edilsin: öyle bir tek halifenin ya da birkaç kuşağın yozlaşmasından falan söz etmiyoruz. İki buçuk asır boyunca son Abbasi halifesinin kuşak kuşak torunlarının bütün işi, saray darbeleriyle kanlı biçimde Memlûk tahtını ele geçiren maceracı unsurların emirliğinin meşrulaştırılmasından başka bir şey değildi! Bu mu “ümmetin kutsal önderliği” görevi? Sürenin uzunluğunu anlamak için Sanayi Devrimi ve Adam Smith’ten günümüze kadar bütün bir modern kapitalizm çağına eşit bir süreden bahsettiğimizi hatırlatırız.

Hilafet kurumunu kimin temsil edeceğini belirleyen tek bir kıstas olduğunu bütün dürüst tarihçiler teslim edecektir. Her kim askerî ve dolayısıyla ekonomik gücüyle “Haremeyn”i, yani “kutsal topraklar”ı, Mekke ile Medine’yi İslam dünyasının dışından güçlere karşı koruyabilecekse, her kim İslam’ın kutsal topraklarında bulunan kabilelerin yaşaması için gerekli Mısır ve Suriye tahılının bölgeye aktarılmasının koşullarını sağlayabilecekse, her kim Hac kafilelerinin güvenlikli şekilde Mekke’ye ulaşmasını garanti edebilecekse ve her kim gerek Emevi, gerek Abbasi, gerek Osmanlı dönemlerinde olduğu gibi Hilafet kurumunu elinde bulunduran devletin gittikçe daha geniş topraklara yayılmasını sağlayabilecekse, o halifeliği hak etmiştir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi Hilafet bütün çağlar boyunca İslamî kisveye bürünmüş bir dünyevi kurum olmuştur.

Hilafet dünyevi bir kurum olma özelliği ile sadece ülke içindeki hâkim sınıfların dünyevi çıkarlarını temsil etmemiş, emperyalist güçlerin İslam dünyasını kendi çıkarları doğrultusunda etki altına almasının da aracı haline gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında 14 Kasım 1914’te Osmanlı Halifesi Padişah V. Mehmet Reşat, üç yüz milyon ehl-i İslamın hayat ve bekasını Alman emperyalistlerinin çıkarlarına bağlayarak Cihat çağrısı yaptı. Savaş bitip de İngiliz emperyalizmi galebe çalınca Mehmet Reşat’tan sonra tahta çıkan diğer Osmanlı Padişahı Vahdettin, elinde tuttuğu Hilafet makamını yine dünyevi gücün hizmetine sunacaktı. Anadolu’da işgal karşıtı mücadeleye katılanlar hakkında din namına katli vaciptir fermanları yayınladı. Anadolu’da başlayan milli mücadeleyi bastırmak için İngiliz işgalcisinin himayesinde kurulan Kuvay-ı İnzibatıye’nin bir diğer adı “Hilafet Ordusu” idi.

Bugün de durum farklı değildir. Türkiye her fırsatta Osmanlı’ya öykündüğünü açık açık gösteren bir istibdad rejimiyle yönetilmektedir. İstibdadın yayılmacı politikalarına damgasını vuran mezhepçi ve tekfirci tonlar taşıyan koyu İslamcılık, Batı Asya ve Afrika’da hakimiyetini korumak isteyen Amerikan ve İngiliz emperyalistleri tarafından büyük bir hoşnutlukla karşılanmakta ve himaye görmektedir. Bu güçler Türkiye’de hilafeti ihya etmek isteyen güçleri de perde gerisinden desteklemekte ve böyle bir şey olursa yine bir dünyevi kurum olacak olan hilafeti kendi silahları olarak kullanmak istemektedir. Dolayısıyla hilafet de hilafetin ihyası planları da dini değil dünyevidir. Bu planlar bir milletin dirilişini değil emperyalizm tarafından köleleştirilmesini temsil etmektedir.

Türkiye işçisi emekçisi için Hilafet’in ilgası kayıp mıdır?

Yukarıdan beri uluslararası boyutu bakımından anlattığımız gibi, Hilafet Türkiye’de salt ruhani bir kurum olarak düşünülemez. Ama Osmanlı halifesi, bunun daha ötesinde Türkiye’nin siyasi yaşamı için çok özel bir anlam taşır. Osmanlı halifesi, Katoliklerin Papası ya da Ortodoks Hıristiyanların Patriği gibi değildir. Bunlar çok güçlü ve dünyevi emelleri olan birer kurum olsa da bulunduğu ülkeyi (Papa için İtalya, Ortodoks Patrikleri için başta Rusya olmak üzere çeşitli ülkeler) bir hükümet gücü olarak yönetme yetkisine hiç sahip olmamıştır. Oysa Osmanlı halifesi aynı zamanda sultandır, padişahtır, herkes onun kuludur.

İşte bu yüzden Hilafet’in ilgası, bir dinin ruhani liderliğini üstlenmiş bir kurumun ortadan kaldırılması olarak nitelenmemelidir. Saltanatın ilgasının (1 Kasım 1922) ve bunun mantıksal sonucu olarak cumhuriyetin ilanının (29 Ekim 1923) ardından Hilafet’in de kaldırılması siyasi bakımdan kilit bir adımdı. Bir hanedan ne kadar vahim uygulamalara kalkışmış olsa bile, toplumun önemli bir bölümünün hayal dünyasında o ülkenin kralı ya da padişahı, şahı, meliki olarak kalır. Koşullar değişince toplumun hâkim sınıflarının bir bölümü, kendi amaçlarını gerçekleştirebilmek için bu hanedanın yeni unsurlarını yeniden tahta çıkarmak isteyebilirler, bu da sözünü ettiğimiz toplum kesimi tarafından desteklenecektir. Devrim dönemlerinde teşhir edilen suçlar daha durgun anlarda unutulur. Modern tarih kralların kurulmuş cumhuriyetlerin sonunu getirdiği örneklerle doludur. İspanya’da 20. yüzyılın orta yerinde 1936’da patlak veren devrim kraliyeti kaldırmış ve cumhuriyeti kurmuş, ama İspanya burjuvazisi ta 40 yıl sonra, 1975’te kraliyetin İspanya’daki sınıf çelişkilerini yatıştıracağı düşüncesiyle Burbon hanedanını yine başa getirmiştir. 40 yıl!

Türkiye’de cumhuriyet yukarıda anlattığımız gibi başlarda toplumun büyük kesimlerinden destek almayan bir yapı olarak kuruldu. Zaman geçtikçe, Osmanlı hanedanının İngiliz emperyalizmi karşısındaki yüz kızartıcı teslimiyetinin unutulması, başka ideolojik faktörlerin ön plana çıkması mümkündü. Eski Osmanlı hanedanının yalnızca halife sıfatıyla da olsa hâlâ ülkede özel bir konuma sahip olmasının ve bütün Müslümanların lideri olarak görülmesinin, hanedanın sonunda yeniden tahta çıkması için çok elverişli bir kanal oluşturacağı açıktır. Hanedanın yeniden Türkiye’nin başına dönmesinin işçi, köylü ve emekçi kitleler açısından ne denli gerici sonuçlar doğuracağını yazının başında anlattık.

Bu yüzden Hilafet kurumunun ilgasına cumhuriyetin sağlamlaşmasındaki rolü açısından bakmak işçi ve köylü açısından en doğrusudur.

Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) sonuna kadar savunulmalıdır!

Modern çağın bilimi insanlığın üretici güçlerini devasa ölçekte geliştirerek işçinin emekçinin özgürleşebileceği bir toplumun temellerini yaratmaktadır. Bu elbette kendiliğinden olmayacak, ideolojik, politik, sosyal, kültürel alanlarda bir dizi büyük mücadele ve devrim sonucunda gerçekleşecektir. Ama ne kadar zorlu süreçler gerektirirse gerektirsin, işçinin emekçinin özgürleşmesi bilimin özgürleşmesini tarihî bir önkoşul olarak gerektirir.

Bu yüzden eğitimin, din alanında eğitim de dâhil olmak üzere, devletin denetimi altında yürütülmesi, gelecek kuşakların yetiştirilmesinde modern bilim ve tekniğin, geleceğin hâkim sınıfı proletaryanın gençliğince sahiplenilmesi bakımından gereklidir. Din eğitimi elbette dinî kurumlarca verilebilir. Ama her türlü din eğitiminin şeffaf ve bütün toplumun bilgisi dâhilinde yürütülmesi gerekir. Bütün eğitimin devletin denetimi altında olması bu anlamda gereklidir.

Elbette bu denetimin ille merkezî bir eğitim bakanlığının tekelinde olması gerekmez. Değişik bölgesel ve etnik farklılıktan kaynaklanan ihtiyaçlara, örneğin anadilde eğitim gereğine yanıt verecek tarzda yerinden yönetime de bırakılacak birçok konu olabilir. Önemli olan toplumun bir bütün olarak eğitimi denetleyebilmesidir. Bunu da ancak çeşitli kademeleriyle devlet organları yapabilir.

Yarın proletaryanın hâkim sınıf olduğu devlette eğitim bütünü emekçi sınıfların ve ezilenlerin özgürleşmesi ve sömürüden kurtulması uğrunda seferber edilecektir.

Dinî kurumların devlet yönetimde yeri olamaz!

Şeriye ve Evkaf Vekâletlerinin (Bakanlıklarının) kaldırılması toplumun dünyevi ihtiyaçlar temelinde yönetilmesinin bir önkoşulunu yerine getirmiştir. Devrimci proletarya kamu işlerinin dinî kurum ve kurallara tâbi kılınmasını, ancak işçi ve emekçilerin bölünmesine yol açmamak için bir süre boyunca ve geçici olarak kabul edebilir. Lenin dönemi Sovyetler Birliği’nin ilk kuruluş aşamasında, Çarlık Rusyası’nda ülke içi sömürge konumunda olan Müslüman halkların şer’i hukukunun bazı alanlarda bir süre için geçerli olması bunun bir örneğidir. Ama hâkim konumda bulunan bir dinin kurallarının kamu işlerini yönetmesi, toplumun köhnemiş sınıf ilişkilerinin yeniden üretimine razı olması anlamını taşıyacaktır.

Sonuç

Devletin ve kamu işlerinin dinin üstünlüğü altında biçimlendirilmesi, emekçi sınıfları sömüren sınıf ve katmanların eline çok güçlü ideolojik araçlar verecek, üstelik emekçi sınıfların, her toplumda var olan dinî farklılıklar temelinde bölünmesine derhal kapıyı açacaktır. Bu yüzden devrimci proletarya burjuva devrimlerinin laiklik yönündeki atılımlarının geleceği inşa bakımdan eski düzenin yapısından daha yararlı olduğunun bilincinde davranmalıdır.

Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından gelen 3 Mart 1924 hamleleri devletin ve kamu işlerinin dinî kurallar çerçevesinde yürütülmesine son verme yolundaki laiklik hareketinin ilk salvolarıdır. Devleti dünyevi ihtiyaçlara yönelttiği, dinî kisve altında sömürünün savunulmasını güçleştirdiği ölçüde bunlar proletaryanın ve emekçilerin tarihî çıkarları bakımından savunulmalıdır. Elbette devletin ve kamu işlerinin bu şekilde dünyevileştirilmesi burjuvazinin hâkim sınıf olduğu bir toplumda esas olarak bu sınıfın çıkarlarına hizmet edecektir. Ama hem maddi çıkarların dinî bir kisve altında güçlendirilmesine engel olacağı için hem de yarın proletarya iktidara geçtiğinde kendisi ve bütün ezilenler lehine önlemler almak bakımından çok daha uygun araçlara sahip olacağından, devletin ve kamu işlerinin dinin hâkim olduğu alandan çıkarılması yeni bir geleceğin kurulması mücadelesine yarar sağlayacaktır.

Türkiye’de büyük halk kitlelerinin bunların ve ardından bütün 1920’li ve 1930’lu yıllarda sürecek olan hamlelerin uzağında durması, esas olarak sağcı partileri desteklemesi Türkiye burjuvazisinin Batıcı-laik kanadının ve onun askerî önderliğinin tarihî suçudur. Köylüleri ve işçileri devrimin aktörleri olmaktan men etmesi, Kemalist burjuvazinin kendi projesini tehlikeye atması anlamına gelmiştir. Bunu izleyen dönemde ise, laikliğin Batı hayranlığı ile iç içe geçen bir tarzda sürdürülmesi, halkın sağa ve özellikle İslamcılığa daha da yaklaşmasının yolunu açmıştır.

Devrimci proletaryanın Marksist partisi, sınıf mücadelesi yöntemleriyle işçi sınıfını devrimcileştirerek, diğer halk katmanlarını bu modern sınıfın etrafında toplayarak ve siyasi iktidarın burjuvaziden alınması sürecine önderlik ederek bu tarihî laneti tersine çevirecektir. Anti-emperyalizm ve anti-Siyonizm bu zorlu çabada Marksizmin en büyük yardımcısı olacaktır.