100 yıl önce özgürlük, en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla…

Ölümsüz İngiliz şairi William Shakespeare, Jül Sezar oyununda Sezar’ın cenazesi sahnesinde politik ironinin muhteşem bir örneğini kurar. Sezar’ın ateşli destekçisi general Marcus Antonius, imparatorun öldürülmüş olmasına karşıdır ama o ortamda bunu elbette söyleyemez. Mezar başı konuşmasına edebiyat tarihine geçmiş şu ünlü cümle ile başlar: “Ben buraya Sezar’ı övmeye gelmedim, gömmeye geldim.” Bunu der demesine, ama konuşmasının geri kalanı baştan aşağı ölmüş imparatorun örtülü bir övgüsüdür. Yani aslında Sezar’ı gömmeye değil övmeye gelmiştir!

Büyük Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü idrak etmiş bulunuyoruz. İnsanlık tarihinde eşi bulunmayan bu devrim işçi, köylü ve üniforma altında köylüler olan askerler, yani erler eliyle ilk kez emekçi sınıfların iktidarını kalıcı olarak kurmuş bir devrimdir. Bu eli nasırlı iktidar, üç çeyrek yüzyıl boyunca modern ekonominin kapitalizmin özel mülkiyet ve piyasa formülünün dışında, kamu mülkiyeti ve planlama ilişkileri altında yönetilebileceğini kanıtlamıştır. Bu devrimin ürünü olan devlet, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), 20. yüzyılın kaderini belirlemiş, iki dünya savaşını bitirmiş, kapitalizmin barbarlığının yükselişinin ifadesi olan faşizmi yenilgiye uğratmış, yeni bir devrimler çağını, proleter devrimleri çağını açmış, kendinden sonra yaşanan devrimlerin anası olmuştur. İnsanlık ondan ancak öğrenebilir. Tarihte kutlanası bir yıldönümü varsa Ekim ilk sırada yer alır, hele bu 100. yıldönümü ise! Hepimize kutlu olsun!

Ama 21. yüzyıl başında, şimdi Ekim devriminin ürünü Sovyet devleti de birçok başka sosyalist inşa deneyimi gibi çökmüşken, sosyalist hareketin içine sızmış bir akım var ki, sözcüleri Ekim devriminin yıldönümünü kutlar gibi yapıyor, aslında ona nasıl diş bilediklerini ortaya koyuyorlar. Dünya çapında bütün post-Leninist akım için söylenebilir bu. Marx’ı Lenin’den sıyırıp basit bir hümanist haline getiren bu akımın içinde ne eski “komünistler”, ne eski Maoistler, ne eski “Troçkistler”, ne eski gerillalar var! Bu akımın önemli bir bölümü postmodernizmin ve sol liberalizmin ağır etkisi altındadır. Bunlar Ekim devriminin 100. yıl kutlamalarına geldiklerinde, Marcus Antonius’un tersine, “onu gömmeye gelmedik, övmeye geldik” diyorlar… ve sonra gömmeye girişiyorlar!

Türkiye’de sol liberal afyonun aydınlar ve gençlik içinde yayılmasında fabrika gibi çalışan Birikim dergisi tam da bunu yapmış. “Ekim Devriminin Yüzüncü Yılı” diye bir dosya hazırlamış, yerli yabancı bir düzineden fazla yazara yer vermiş. Dosyanın karakterini anlamak için dosyaya yazılmış olan “Sunuş”u okumak yeter. Önce Ekim’i parıltılı ifadelerle övüyor: “…asıl önemli olan, 20. yüzyılın başlarında insanların yeryüzünde adaletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa karşı bir ‘şeyler’ yapabileceğinin ispatlanmış olmasıdır. 1917’nin yarattığı ve dayandığı umut buydu.” Sonra gömüyor: “Ütopya siyasal gerekliliklerin ve diplomasinin buz gibi sularında boğulmuştur. Bu nedenle o buzun altında bir yandan gözleri faltaşı gibi capcanlı bize bakarken bir yanıyla tamamen cansızdır. 1917’nin hâlâ yeniden nefes alabilirmiş hissi vermesinin nedeni bu taptaze ölümüdür. Etrafı mecburiyetlerle çevrilmiş bir tazelik…” Gerçek bir bilinçaltı korku filmi! Taptaze ölüler, yine de canlıymış gibi bakan gözler! Che Guevara’nın öldürülmesinden hemen sonra çekilmiş resmi gibi. Beat kuşağı Amerikan şairi Allen Ginsberg “Che Guevara Ağıtı” adlı şiirinde, Wall Street’e inat, Che’nin o resimdeki halini “ışık saçıyor” diye betimliyordu. Ekim’i öldürüp de buzlu sulara atanlar da Ekim’in gözlerinden korkuyor!

Çünkü Ekim ölmedi! Bakın aynı “Sunuş” 1917’de doğan umudu nasıl betimliyor? “İlk defa bir ülkede insanlar inşa ettikleri siyasi araçlarla kendi hayatlarını düzenleyebilir, ekmeği pay edebilir, ortak düşmanlarına karşı ayakta kalabilir, erkek ve kadınlar olarak eşit ve birlikte var olabilir, geleceklerini kendi iradeleriyle kurabilirlerdi.” Ya da: “Bu dalganın iktisadi, sosyal, sınıfsal, dinsel ve etnik kimliği nedeniyle aşağılanmış (…) kitlelerde uyandırdığı büyük umut ve heves…” Burada sözü edilmeyen baskı yok. Bütün ezilenler umut içinde. Soruyoruz? Onlara kim bu umudu verdi? Bolşevizm! Bir daha kimse verdi mi? Hayır! O zaman Ekim ölmedi. Bu baskılar, yani sınıf sömürüsü, ulusun ulusu ezmesi, kadının aşağılanması, bir dinin diğerini horlaması devam ettikçe, mücadele devam edecektir. O mücadelelerin hep birlikte kazanmasının adı, Ekim devrimidir, Bolşevizm’dir.

Bakın yukarıdaki alıntıya, ne diyor: “İlk defa bir ülkede insanlar inşa ettikleri siyasi araçlarla kendi hayatlarını düzenleyebilir…” Liberallerimiz hâlâ Stalinizmin “tek ülkede sosyalizm” gerici ütopyasını Marksizm sanıyor! Ekim devrimi dünya devriminin başlangıcıydı. Lenin Rusya’ya ayak bastığında ilk konuşmasını “Yaşasın sosyalist dünya devrimi!” diye bitirmişti. Trotskiy de. Ekim dünya devrimi haline gelemediği için başarısız oldu. Hâlâ Stalinizmden öğrendiklerinden kurtulamamış liberaller Ekim’i öldürmek için ne yaparlarsa yapsınlar, Ekim yaşayacaktır.

Dedik ki, ezilenlerin mücadelesinin hep birlikte kazanmasının adı Ekim devrimidir, Bolşevizm’dir. Bu formül eksiktir. Hep birlikte kazanmak için bir faktör daha gerekir. İşçi sınıfının bütün ezilenlerin önüne düşerek iktidarı alması. Bunun için de Bolşevik bir devrimci proletarya partisi gerekir.

Burjuvazinin yükseliş çağının en büyük şairiyle, Shakespeare’le başladık, proletaryanın yükseliş çağının en büyük şairiyle bitirelim. Ulusal gururumuz Nâzım, işte bütün ezilenlerin özgürleşmesinin gerçekleşmesi için, işçi sınıfının onların önüne düşerek iktidarı ele geçirmesinin gerekliliğini bildiği için yazmıştır o ölümsüz mısraları. Türkiye için yazmıştır, ama bütün dünya için geçerlidir: “Ve elbette ki, sevgilim, elbet/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet...”

Bu yazı Gerçek gazetesinin Kasım 2017 tarihli 98. sayısında yayınlanmıştır.