Tecavüz davası bitmedi:Bir “erkek” hukukçudan “erkekliğin avukatı”na açık mektup

Kamuoyunda Fethiye davası olarak bilinen, 2007 yılında yaşanan toplu tecavüz hakkında açılan davanın 27 Nisan’da görülen karar duruşmasında ikisi suça sürüklenen çocuk altısı yetişkin toplam sekiz sanık beraat etti. Dava, Muğla Barosu Başkanı Mustafa İlker Gürkan’ın tecavüz sanıklarının avukatlığını üstlenmesi ile de gündeme geldi. Tecavüz davasını takip eden kadın örgütleri tarafından istifası talep edildi. Bu gerçekleşmediği gibi Türkiye Barolar Birliği, Gürkan’ı savunan açıklamalar yaptı, hatta daha da ileri giderek ne kadar demokrat, özgürlükçü ve entelektüel olduğu yönünde övgüler düzdü. Aşağıda kendisi de avukat olan yoldaşımız Şiar Rişvanoğlu’nun bu davaya müdahil olan Muğla Baro Başkanı’na yazdığı açık mektubu yayınlıyoruz.

 

 

“(…) Sen bu kavgada

Bir nokta bile değil,

Bir küçük, eğri virgül

Bir zavallı vesilesin!.. (…)”

– Nâzım Hikmet Ran- 

“Ya! Bugün neden sizden nefret ettiğimi bilmek istiyorsunuz demek. Hiç kuşkusuz, sizin anlamanız benim açıklamamdan daha güç olacak.” Böyle başlar 1848 Fransız Devrimi’nin efsanevi şairi Charles Baudelaire, kendisi kadar efsanevi “Yoksulların Gözleri” adlı mensur şiirine. Evet, Bay Mustafa İlker Gürkan, sizden “nefret” ediyorum! Ama bu “nefret” hiç ama hiç kişisel değil. Önce, başından itibaren sistemli ve örgütlü bir tecavüz olduğu sebatkâr ve çalışkan kadın hukukçu dostlarımız sayesinde kamu vicdanında ispatlanmış olan korkunç olayın mağduru (kendisini tanımasam da) kadın arkadaşımın gözleriyle, sonra (biyolojik olarak bir erkek olsam da) bütün kadınların gözleriyle,  sonra Deniz’in ve bütün devrimcilerin, sosyalistlerin gözleriyle ve sonra da Nâzım’ın deyişiyle “büyük insanlığın” gözleriyle! Ama emin olun en son kendi gözlerimle!

Sanırım sizin de bu “nefret” konusunda beni anlamanız, Baudelaire’in dediği gibi, benim açıklamamdan daha güç olacak. Muhtemelen beni tanımazsınız,  kim olduğumun da bu bâpta hiçbir önemi yok, lâkin kadın sorununda, kadın davalarında, hele hele özgül olarak kadına yönelik şiddet vakalarında/davalarında en son sözün (ne kadar ilerici/devrimci olduğunu iddia etse ya da gerçekten öyle olsa da) erkeklere düştüğünü düşünen bir entelektüel, politik gelenekten gelen biriyim sadece. Ben de sizi 27 Nisan’da bir Türk erkek yargısı klasiği ile biten o meşum Fethiye olayına kadar, ne yalan söyleyeyim pek tanımazdım. Lâkin tariflere, sıfatlara sığdıramadığım, neresinden tutacağıma, hangi birinden başlayacağıma karar veremediğim söz, tavır ve davranışlarınızdan sonra yaşamınıza, geçmişinize şöyle bir göz atınca biraz olsun tanıma fırsatım oldu. Sakin olun, sizin mağdur kadın arkadaşımıza yaptığınız gibi devrimci ahlâk dışı, burjuva ahlâk içi bir kişisel tarih ve geçmiş taraması yapmayacağım. Sadece, kamuoyunda en çok kalkan ve göz boyama malzemesi olarak kullandığınız, beni bu konuya dâhil olmaya iten ve muhtemelen sizin sisli ve puslu hatıralar ormanında kaybetmiş olduğunuz “ortak” bir değer üzerinden başlangıç yapmaya karar verdiğim için bu meseleyi açtım.

Gelelim “hakikat anı”na denk düşen aslında hiç de ortak olmayan “ortak” değerimize.  Siz okuduğum, taradığım hemen her yerde doğrudan ya da çeşitli göndermelerle kendinize “devrimci” sıfatını layık görüyorsunuz. Sizi pek seven arkadaşlarınız da, ki bunlar arasında Türkiye Barolar Birliği başkanı ya da bölge baroları başkanları gibi koltuk ve itibar sahibi şahıslar da var, sizi öyle değerlendiriyor. Bu da yetmiyor, adınızın eski dostunuz, “yoldaşınız” Deniz Gezmiş ile anılmasından belli ki özel bir haz duyuyor, çok gururlanıyorsunuz. Hiç kuşku yok ki, devrimcilik kimsenin tekelinde değildir. Ama müsaadenizle; devrimciliğin bir nostaljik duygu sömürüsü malzemesi olarak pazarlanması da, devrimcilik olgusu hâlâ, hem de bütün heybetiyle ortada duruyor ise ve gerçek devrimciler de tıpkı geçmişteki gibi nice bedeller ödemeye devam ediyorsa,  öyle sessiz, seyirci kalınacak bir durum olamaz. Ne yazık ki, tam da bu anda size, sizin kuşağınızın ve tüm kuşakların devrimci kahramanı Che Guevara’nın şu muhteşem sözünü hatırlatmam gerekecek Bay Gürkan: “Eski solcu (Elbette Che bunu “sosyalist sol” anlamında söylüyor) yoktur, kendini hayatının bir döneminde solcu zanneden aptallar vardır.”

Size çevrenizde aklı başında birileri mutlaka, en azından (daha öncesini bilmediğim için yorum yapamıyorum) lütfen buraya dikkat (!) tecavüzcülerin avukatı olmaya başladığınız andan itibaren değil, o gerici, muhafazakâr, ikiyüzlü burjuva ahlâkçısı, insanlık dışı, erkek egemen savunmaları yapmaya başladığınız andan itibaren artık “devrimci” olmadığınızı, öyle olabilmenizin, öyle kabul edilebilmenizin artık mümkün olamayacağını söylemiş olmalıydı. Eğer bunu kimse söylemedi ise, üzgünüm ama sizin hiç dostunuz yok bayım! Zira Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan, gerçek devrimcileri devrimci yapan değerlerle sizin bu davada yaptığınız bırakın devrimciliği, insanlık dışı savunmaların, davanın cefakâr avukatlarına karşı almış olduğunuz saldırgan tavırların, tecavüzcülere ve size tepki koyanlara karşı sarf etmiş olduğunuz aşağılayıcı ve ukala sözlerin, aynı cümlede bir arada kullanılması bile Deniz’e, bütün devrimcilere ve onların değerlerine yapılacak en büyük hakaret olur.

Hukuk ve insanlık tarihinin en korkunç suçlarından biri olan tecavüz suçunun mağduru olan bir kadının özel yaşamını, özel ilişkilerini davayla hiç ilişkisi olmadığı halde didik didik edeceksiniz, anne-babasının boşanmasından, kullandığı ilaçlara kadar ilgisiz konuları gündeme getirip, “sorunlu bir kişilik” olduğunu, dolayısıyla yalan söylediğini ispat etmeye çabalayarak tecavüz olayını kapatmaya çalışacaksınız, mağdur kadın arkadaşımızın yazmış olduğu cinsel saldırı konulu politik (kadın politikası anlamında) yazılarına ilişkin olarak “cinsellik üzerine yazı yazmak, bu konuda konuşmaktan-yazmaktan utanmadığı halde, duruşmalara katılmaması anlaşılmaz” diyerek travma yaşayan bir insana ders vermeye kalkışacaksınız,  (bu arada cinsel saldırı = cinsellik eşitlemesi sizin “erkek” aklınızın kodlarını feci halde ele veriyor bayım!), mağdurun siyasi (sosyalist)  kimliğini, üye olduğu kadın derneklerini “sorunlu kişilik delili” olarak ileri süren, Kürt Sorunu konusundaki konuşmalarını bile PKK sempatizanlığı olarak değerlendiren diğer sanık avukatlarının yaptıklarına bir tek kelime etmeyeceksiniz, yani sanıkların bu suçu işlemediğini değil, mağdurun bu saldırıyı uydurduğunu ispat etmeye çalışan bütünüyle hukuk dışı bir savunma yapacaksınız, sonra da “Ben devrimciyim, Deniz’lerin arkadaşıyım, yoldaşıyım” diye ortalarda sosyal primleri toplamaya, nakde çevrilebilir şeylere tahvil etmeye çalışacaksınız. Deniz’lere ihanet bir!

Üstelik bütün bu zavallılıkları Baro Başkanı olma sıfatını taşıyarak ve her yerde bu sıfatı kullanarak yapacaksınız. Bu ikiyüzlülüğe bir de Barolar Birliği, “Seçkin hukukçuluğunun yanı sıra insan hakları savunuculuğu, demokrat, özgürlükçü, entelektüel ve sevecen kişiliği ile Barolarımızın ve meslektaşlarımızın saygınlığını kazanan Muğla Baromuzun Değerli Başkanı, Avukat MUSTAFA İLKER GÜRKAN’ın yanında olduğumuzu  kamuoyunun değerli bilgisine ve takdirlerine saygı ile sunarız.” açıklamasıyla sahip çıkacak. Sorarlar insana kime, kimin adına ne gerekçeyle sahip çıkıyorsunuz? Bütün bu korkunç savunmalara mı, kişilik haklarına saldırılara mı? Siz nasıl bir hukukçular örgütüsünüz ki, bu utanç verici savunmaları yapan avukatları kınayacağınıza, protesto eden haysiyetli kadınları ve kadın örgütlerini kınıyorsunuz? Bu mudur sizin hukuk ve insan hakları anlayışınız? Hukuk ve ahlâk dışı savunmalar ne zaman kutsal ve dokunulmaz oldu? Madem savunmaya o kadar duyarlısınız KCK davaları ve daha nice saçma sapan davalarda tutuklanan, yargılanan avukatlarla dayanışmıyorsunuz da tecavüzcüleri en utanç verici savunmalarla kurtarmaya çalışanları mı savunuyorsunuz? Nedir bu? Erkek dayanışması mı, ahbap çavuş, eski arkadaş kollaması mı, (barolar ya da barolar birliği) seçim yatırımı mı, kadınlara karşı “müesses” erkek düzeninin sahiplenilmesi mi? Yoksa hepsi birden mi? Ya bölge barolarının utanç verici ihbarcılığına ne demeli; “Bu güruhun kendi cahillikleri ve şartlanmış saldırganlıklarını önce toplumumuzun sağduyusuna, hukuk ve adalet duygusu ile mücehhez vicdanlara ve zorunlu olarak suçu soruşturmakla görevli savcılara havale ediyoruz.” Böyle buyurmuş, daha önce hiçbir insan hakları ihlalinde, düşünce özgürlüğü davasında adlarını bile duymadığımız sayın baro başkanları.

“Güruh” diyerek aşağılamaya çalıştıkları ömrünü kadın mücadelesine adamış her biri birbirinden değerli, mücadeleci, azimli ve hemen hemen hepsi gönüllü olan kadın bireyler ve kadın örgütleri. Sizin “hukuk ve adalet duygusu ile mücehhez” olduğu için havale ettiğiniz vicdanlar sakın Kürtleri linç eden (Afyon,  Çanakkale, Bursa, Aydın son yıllarda bu linç olaylarının en yoğun yaşandığı iller),  her gün kadınları öldüren, taciz eden, tecavüz eden bir takım özel, seçilmiş(!) vicdan(sız)lar olmasın?

Demek sair zamanlarda özgürlüğün en büyük düşmanı olarak gördüğünüz, emniyet güçlerinin uzantısı olmakla suçladığınız  (ve istisnalar dışında çoğu gerçekten öyle de olan) savcılara havale ediyorsunuz bu saygı duyulması gereken kadınları ve kadın örgütlerini? Onları da gözaltına alıp, KCK davasından tutuklasınlar mı, yoksa polise, jandarmaya emir verip, saçlarından tutturup yerlerde sürükletip, biber gazları, gaz bombaları mı yedirtsinler? Söyleyin hangisini arzu ederdiniz?

Türkiye Barolar Birliği’ne ve diğer “erkek” barolara sormak lâzım; acaba siz Muğla Barosu Başkanı olmasaydınız size böylesine sahip çıkacaklar mıydı? Onlar da bu tavırları ile tıpkı sizin gibi, (üstelik kamu adına) bulundukları makamı suiistimal etmiş olmuyor mu?

Asıl biz bu anlayışı ruh hekimlerine havale ediyoruz. Her gün 5 kadının öldürüldüğü, onlarcasının tecavüze, yüzlercesinin, binlercesinin tacize, fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldığı bir coğrafyada kadınlara karşı “ne bu şiddet, bu celâl”? İnandığınız neyse onun aşkına siz kimden yanasınız? Meslek ideolojisi gözünüzü bu kadar mı kör etti? Onurunuzu kurtarmak için bu saatten sonra yapacağınız tek şey var; açıklamalarınızı geri alın ve derhal o onurlu kadınlardan kamuoyu önünde alenen özür dileyin! İnsan hakları savunucusu, demokrat, özgürlükçü, entelektüel ve sevecen kişiliği olan” pek devrimci kahraman bayımızın yaptığı savunmanın (aslında doğrusu kişilik haklarına ve kamu vicdanına saldırının), topu birden erkek egemen, özgürlük düşmanı ve karşı-devrimci olan cemaatçilerden, faşistlerden, sağcılardan, liberallerden ne farkı var söyler misiniz? Aynı gerilik, aynı ahlâk zabıtalığı, aynı çarpıtma ve yanıltma taktikleri!

Siz panellerde, toplantılarda Deniz’lerle ilgili parlak laflar edip, gözlerinizi sulandırıp, izleyenlerin duygularını sömüreceğinize bir an için Deniz’in neden bu coğrafyada Türk ve Kürt halklarının sevgilisi haline geldiğini, ne uğruna yaşamını, bedenini burjuva düşüncesine/devletine karşı siper ettiğini biraz olsun oturup, düşünün. Kadın mücadelesinin tarihsel olarak bu topraklarda göreceli yükselişine Deniz’in ve yoldaşlarının ömrü yetmemiş olabilir, ama kalbi bütün ezilenler için çarpan bir devrimcinin bugün kadın sorununda nerede olacağını siz bile tahmin edebilirsiniz aslında. Sahi bir düşünün, şimdi Deniz yaşasaydı, meselâ fakülteyi bitirebilseydi, avukat olsaydı sizinle birlikte o tecavüzcü çetesini mi savunurdu, yoksa duruşmada ve dışarıda tecavüzcüleri ve sizleri protesto eden kadınların ve vicdan sahibi erkeklerin yanında olup sizi 6.Filocuları denize döktükleri gibi Fethiye Körfezi’ne mi dökerdi?

Sizinle hukukçu olarak davanın teknik ayrıntılarını tartışmayacağım, zira davanın kadın avukatları dostlarımız sağ olsunlar, bu işi müdahale dilekçelerinde, basın açıklamalarında bütün boyutlarıyla son derece nitelikli ve yetkin biçimde ortaya koydular. Ama tecavüz davasının çok özel koşullara sahip olduğu, her türlü şüpheden uzak, tartışmasız bir biçimde olayı gerçekleştirmediğini ispat etme yükümlülüğünün şüphe altında bulunan sanıklarda olduğu hemen her hukuk sisteminde kabul edilen bir gerçek. Şimdi bu vakada bu kadar çok somut delil var iken; Adli Tıp Kurumu’nun ve uzman tanıkların (psikolog ve psikiyatr) raporları mağdurun cinsel saldırıdan sonra stres bozukluğu yaşadığını, bu travmanın mağdurun ruh sağlığını bozduğunu, yani cinsel saldırı suçunun gerçekleştiğini açık bir biçimde ortaya koymuşken, olay günü biri hariç 7 sanığın, mağdurun anlattığı yerlerde olduğu “baz” istasyonlarının tespitiyle, HTS raporları ile ispatlamışken, mağdur yüzleştirmede 12 kişi arasından 8 kişiyi teşhis etmişken, mağdurun beyanları her aşamada istikrarlı ve tutarlı, ancak sanıkların beyanlarının yine her aşamada birbirinden farklı ve çelişkili olduğu tutanaklarla ortada iken, siz nasıl erkek Türk yargısı beraat kararı verdi diye utanmadan, kızarmadan çıkıp karara öfke duyan avukatlar ve kadın hakları savunucuları için “Tecavüz olmadığı için sevinmeliler.” diyebiliyorsunuz. (Geçerken kesinleşmemiş bir kararla ilgili bu kadar kesin konuşmanızın, cehaletten mi yoksa itibarlı dostlarınızla birlikte yüksek yargıdan çıkacak kararı da öngörme yeteneğinizden (!) mi kaynaklandığını merak ettiğimi söylemeliyim. )

Sizin psikolojik açıdan psikoloji (ya da belki psikiyatri) biliminin uzmanlık alanına giren bu davranışınız,  felsefi açıdan da idealizme denk düşüyor. Bu bilgiyi de unutmuş, sisli hatıralar ormanında kaybetmiş olabilirsiniz diye hatırlatayım; en temel hatlarıyla idealizm,  maddenin, maddi gerçekliğin düşünceden (ruhtan) çıktığına, doğduğuna inanan bir akımdır. Bunun zıddı olan materyalizm ise, Deniz’lerin ve nice devrimcinin ilk edindiği felsefi/politik bilgilerdendir ve idealizmin tam tersine düşüncenin (ruhun) maddeden, maddi gerçeklikten doğduğuna inanır. Yani, yukarıda sayılan bütün maddi olgular ve deliller;  raporlar, telefon kayıtları, ifadeler tecavüzü ortaya koyuyor,   siz ise mağdurun ve olayı/davayı başından beri izleyen onbinlerce, yüzbinlerce insanın gözünün içine baka baka tecavüz yoktur, çünkü mahkeme öyle karar vermiştir diyorsunuz! Deniz’lerin materyalizminin ve hayatın gerçekliğinin karşısında, burjuva yargısının idealizmini savunuyorsunuz. Bravo size! Deniz’lere ihanet iki!

Gelelim şu meşhur “savunmanın kutsallığı” efsanesine ki, bu da “devrimcilik” masallarından sonra en çok kullandığınız kalkan. Neymiş savunma hakkı kutsalmış! Üstelik sözünü ettiğimiz şey burjuva hukuk düzeninin bir parçası olan “savunma hakkı”. Bu masalın tıpkı solcuların, sosyalistlerin hâlâ tehlikesini fark etmediği “hukuk devleti” safsatası gibi erkek egemen burjuva düzeninin masallarından biri olduğunu sağır sultan bile duydu artık. Üstelik “savunma hakkı” bireyin ve (çoğunlukla ezilen) sosyal sınıf ve grupların hukuk sisteminde ve yargılamalarda devlete karşı ileri sürdüğü ve devletin ihlâl ve müdahalelerine karşı yükseltilen bir haktır. Oysa bu vakada/davada devlet; maşallah(!) ve her zaman olduğu gibi zaten tecavüzcülerin ve sizin yanınızda olduğunu yargılamanın başından beri açıkça belli ediyor ve verdiği karar da aslında bunun ilanı.

Siz ve sizin gibiler kafasına iyice sokmalı ki; bir devrimci için “kutsal” diye bir kavram yoktur! Aklı başında düşünürler, filozoflar, aydınlar, tam da bu yüzden din ve aile başta olmak üzere, “kutsal” olan her şeye karşı yüzyıllardır entelektüel/politik savaş vermektedir. Marx, burjuva hukukunun bu aldatıcı/ikiyüzlü yanını, yıllar yıllar öncesinden, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” eserinde, anarşist kuramcı Proudhon ile yaptığı polemikte şöyle açıklar:   

“Bilimin görevi bu gerçek dışı dünyanın içyüzünü ortaya koymaktır. Felsefenin başlıca görevi de insanın kendine yabancılaşmasının kutsal biçiminin, yani dinin foyasını ortaya çıkardıktan sonra, kendisine yabancılaşmanın kutsal olmayan biçimlerinin, yani ‘devletin ve hukukun’ foyasını ortaya çıkartmaktır. İşte bu görev yerine getirildiğinde cennetin eleştirisi dünyanın eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun ve devletin eleştirisine, din bilgisinin eleştirisi de siyasetin eleştirisine dönüşecektir.” (Vurgu bana ait.-Ş.R.-)

 

Bay Gürkan, demek siz bizim Deniz’lerden aldığımız mirasla; bilimle, mücadele ile foyasını ortaya çıkarmaya çalıştığımız “yabancılaşmanın” en tehlikeli biçimlerinden burjuva hukuk sisteminin ve onun afyonlu masallarının yılmaz savunuculuğunu yapıyorsunuz. Üstelik bu hukuk sistemi, bu yargı temel anlayışı itibarıyle başından beri hemen hemen aynı olan, yani devrimcilere, sosyalistlere, işçilere, emekçilere, kadınlara, Kürdüyle, Ermenisiyle, Arabıyla her türlü farklı etnik unsura düşman olmuş ve olmakta ısrar eden hukuk sistemi. Bu yargı,  dün Deniz’leri ve devrimcileri asan, bugün yine devrimcileri, sosyalistleri zindanlara tıkan, KCK operasyonları ile, davaları ile binlerce Kürdü yok etmeye, Kürt özgürlük mücadelesini bitirmeye çalışan, özelleştirmelerde, taşeronlaştırmalarda her koşulda sermayeyi kollayan, Tuzla’dan, Zonguldak’a kadar işçi ölümlerinde sorumlu (katil) patronları aklayan, HES’lere, nükleer santrallere dokunmayan, Alevilerin katillerini zamanaşımından kurtaran, kadın cinayetlerinde katilleri beraat ettiren, olmadı cezalarında indirim yapan beyaz, Sünni, Türk, erkek ve hepsiyle birlikte, hepsinden üstün karakteriyle burjuva yargısı! Ve siz çıkıp bu korkunç burjuva hukuk sisteminin ve onun yargısının bekçiliğini yapıyor, onların vermiş olduğu kararı kendi haklılığınızın kanıtı olarak sunuyorsunuz. Onlarca gazeteciye, yüzlerce aydına, belediye başkanından kadın birimi üyesi onbinlerce Kürt politikacısına ilişkin verilmiş olan kararları da doğru kabul edip alkışlayın o halde! Deniz’leri asan burjuva yargısının hem de kamu vicdanına rağmen vermiş olduğu hatalı bir kararı canhıraş bir şekilde savunacak kadar yozlaşmış, düzene teslim olmuş bir Deniz Gezmiş yoldaşı!  Deniz’lere ihanet üç!

Sayın bayım, (bir kez daha tekrarlamakta fayda var) bütün olgular, veriler aksini tartışmasız biçimde ortaya koyuyor olsa bile, yine de Deniz’in sınıf arkadaşı olduğunuz için, onun hatırına bir an için kabul edelim ki; savunduğunuz kişi gerçekten masum, komplo kurbanı bir şahıs. Fethiye’de, Muğla’da, koskoca ülkede onu savunacak bir tek avukat kalmadı mı? Başkanı olduğunuz baronun “kamu kurumu” olması, ya da sadece pek övündüğünüz geçmişiniz, meselâ -başa dönersek- Deniz’lerin hatırı dahi, sizin her ne gerekçeyle olsun (hatır, gönül ya da yüksek maddi menfaat ilişkisi) bu davada bırakın avukatlığı,  adınızın bile geçmemesi için özel bir gayret sarf etmenizi gerektirmez miydi? Neden bu coğrafyada özellikle sizin kuşağınızdan (68’liler) ve önceki ya da sonraki kuşaklardan birçok avukat aynı şeyi yapıyor? Kendine “devrimci” sıfatını lâyık gören bir hukukçu, hangi rahatlıkla bir taraftan siyasi davalara, insan hakları davalarına girerken, öte yandan tecavüz, ya da uyuşturucu, ya da çete davalarında da yer alabiliyor? Siz ve sizin gibilere halkımızın çok güzel bir deyişiyle sormak lazım. Karar verin; “Yardan mı vazgeçeceksiniz serden mi?” Belli ki, bu kokuşmuş sermaye düzeniyle bütünleşmenin sunduğu maddi ya da sosyal olanaklar sizin “yâriniz” olmuş epeydir! O zaman niye kandırıyorsunuz insanları? Niye sızlatıyorsunuz Deniz’lerin kemiklerini? Ömrünün son yıllarında Fethullah Gülen’in elini öpmenin, konserlerinde ülkücülere selâm göndermenin vebaliyle göçüp gitmiş olan Cem Karaca gibi; “Döndüm baba döndüm işte oh be!” deyin rahatlayın, keyfinize bakın, koltuklarınızı parlatın, hesaplarınızı kabartın. O zaman kimse sizi, protesto da etmez, muhatap alıp, hiç hak etmediğiniz şekilde zaman ve enerjiyi de harcayıp böyle ağır, suçlayıcı yazılar da yazmaz. 

Ama bir şey daha söylememe izin verin; bence sizin bulunduğunuz makam baro başkanlığı, bu hırsınıza, ihtirasınıza ve benzersiz savunma yeteneğinize(!) hiç ama hiç uygun değil. Zaman geçirmeden size sonsuz “erkek” destek ve şefkatini esirgemeyen Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na ve bir adım sonra da yılmaz savunuculuğunu yaptığınız burjuva yargısının en tepesine, Adalet Bakanlığı’na gözünüzü dikmelisiniz. Belki AKP iktidarında olmayabilir, ama üç vakte kadar mı olur, beş vakte kadar mı, CHP mi olur, başka parti mi,  mutlaka sizinle yakın “ahlak” anlayışına, dünya görüşüne sahip bir burjuva partisinde bu koltuğa da erişirsiniz eminim.

Bir de son açıklamanızda kadınların ve kadın örgütlerinin haklı tepkileri ve demokratik eylemleri için pişkinliğinize devam ederek;  “Bu demokratik tepki gibi görünen sivil örümcek faaliyetidir. Bu yanlış söylemlerle kadına yönelik mücadelede başarılı olmaları mümkün değil, bu olaydan kadın hareketinin zarar görmesini istemiyorum.” buyurmuşsunuz. Merak etmeyin sayın “kadın hareketi ve mücadelesi uzman bilirkişisi” bayım, kadınların ve kadın hareketinin ne sizin gibi düşmanlara, ne de benim gibi “erkek” dostlara hiç mi hiç ihtiyacı yok! Onlar mücadelede ne kadar güçlü olduklarını, nasıl örgütlü çalıştıklarını ve nelere muktedir olduklarını özellikle bu davada ziyadesiyle gösterdiler. Sizin pek sevgili dostlarınız sıcak koltuklarında meslek örgütlerinin olanaklarıyla “faaliyet” yürütürken, o kadınlar yağmur, çamur demeden Mersin’den Trabzon’a kadar her yerde erkek egemen sistemin devletine, kocasına, “hoca”sına, onların cinayetlerine, tecavüzlerine, şiddetine, baskısına karşı kadın mücadelesinin bayrağını gönüllü olarak yükseltiyor. Zaten sizi ve muadillerinizi bu kadar tedirgin eden ve saldırgan kılan şey de hepimiz biliyoruz ki tam da bu!

Ne yazık(!) size ki Bay Gürkan, gönüllü ya da muhtemelen pek yüksek bir vekâlet ücreti mukabilinde tecavüzcülerin avukatlığını yapmış biri olarak, hukuk tarihinde tecavüzcülerin, işkencecilerin, uyuşturucu tacirlerinin, kamuya ve insanlığa karşı suç işlemiş nice caninin, hırsızın, vurguncunun “kutsal savunma hakkını” kullanan, işini bilen,  dünyalıkları sağlam, koltuk, makam ve ikbal sahibi avukatların yanında yerinizi aldınız.  Bu sizin politik tercihiniz.

Ne mutlu bize ki; biz de mağdur kadın yoldaşımızın, adliye koridorlarında saldırdığınız (Bkz. sevgili meslektaşımız Meriç Eyüboğlu’nun hakkınızdaki şikâyeti) avukatları ile hep birlikte kadın cinayeti davalarından, KCK davalarına; Sibel Özbudun gibi, İsmail Beşikçi gibi onurlu aydınların davalarından, Uğur Kaymaz, Hrant Dink davalarına kadar kendi yerimizi zaten çoktan aldık, alıyoruz ve alacağız. Bu da bizim politik tercihimiz!

Size son sözümüz şudur “Bayan” (kelimenin feminist literatürdeki; “etrafındakilere baygınlık veren” anlamıyla) Gürkan; cübbenizi, kaleminizi, elinizi Deniz’lerden, devrimcilerden, sosyalistlerden, kadınlardan, Kürtlerden, işçilerden, yoksullardan çekin, bizden uzak durun!

Bir de unutmayın “sefil” 8 tecavüzcü, vicdan sahibi kamuoyunda bir kadına tecavüzden; siz ise Deniz’lerin ruhuna ve onların şahsında aslında sadece bir süre sahip olduğunuz, (bir ihtimâle göre de hiçbir zaman sahip olmadığınız!) bütün devrimci değerlere (keşke sadece “ihanet”le kalsaydı!) “tecavüz”den mahkûm oldunuz. Bu ağır, hiçbir hafifletici nedeni ve geri dönüşü mümkün olmayan tecavüzün hesabını müebbeten vereceksiniz. Bundan sonra panellerde, toplantılarda, giderseniz kaplıca gezilerinde(!), bulunduğunuz her yerde sizden hesap sormak bizim boynumuzun borcu olsun!

Deniz’lerin ve gerçek devrimcilerin kemiklerinin daha fazla sızlamasına engel olmak,  (bu zavallı deyimi çok fena hak ettiniz) “çakma” devrimcileri teşhir etmek için!

 

12  Mayıs 2012

Şiar Rişvanoğlu

Hukukçu