Samatya’dan yükseltilen yeni ırkçılık dalgası

Trabzon’da Santa Maria Kilisesi’nin Katolik rahibi Andrea Santoro’nun 5 Şubat 2006′da silahlı saldırı sonucu öldürülmesi ile başlayan, en önemli halkası 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in katledilmesi olan, ardından Malatya’da Nisan 2007’de üç Hıristiyan’ın boğazları kesilerek öldürülmesi ile devam eden ve yakın geçmişte 24 Nisan 2011’de Ermeni kardeşimiz Sevag Balıkçı’nın zorunlu askerlik hizmetini yaparken katledilmesiyle süren; genel olarak (resmi dilin “azınlık” dediği, bizim “yerli” demeyi tercih edeceğimiz) dinsel-etnik bakımdan farklı halklara ve temsilcilerine, özel olarak ise Ermenilere yönelik saldırılar son birkaç aydır yeni bir boyut kazandı.

28 Kasım 2012’de yalnız yaşayan 84 yaşındaki Turfanda Aşık evinde öldüresiye dövüldü ve bir gözünü kaybetti. Bundan tam bir ay sonra, 28 Aralık 2012’de yine yalnız yaşayan 87 yaşındaki Maritsa Küçük evine girdiği sırada darp edilmek ve kesici aletle yaralanmak suretiyle öldürüldü. 6 Ocak 2013’te ise yine yaşlı bir kadın kaçırılma tehdidi yaşadığını belirterek polise başvurdu. 22 Ocak 2013’te ise bir başka yaşlı Ermeni kadın ağır şekilde darp edildi, o da bir gözünü kaybetti. Mağdurların tamamının kadın ve yaşlı olduğu bu saldırıların tamamı İstanbul Samatya’da gerçekleşti. Görünen o ki Hrant’ın tetikçilerini Trabzon’un Pelitli Beldesi’nde herkesin gözünün içine baka baka yetiştiren, cinayete hazırlayan güçler bu kez yeni yer olarak Samatya’yı seçmiş.

Bütün bu saldırıların belli bir koordinasyon içinde yapıldığı çok açık bunun olayların ayrıntılarından anlayabildiğimizden daha fazla, resmi otoritelerin açıklamalarından yola çıkarak daha açık bir biçimde görüyoruz. Maritsa Küçük’ün öldürülmesinden sonra İstanbul emniyeti “Olayın basit bir hırsızlık cinayeti olduğunu” söylüyor. Daha delillerin tam anlamıyla toplanmamış olmasının, kurbanın paralarına dokunulmamış olmasının,  hatta eve hırsızlık için girildiğine ilişkin bir tek kanıt bulunamamış olmasının hiçbir önemi yok! Biz bu açıklamanın nasıl bir örtbas etme arzusundan kaynaklandığını Ahpariğimiz Hrant katledildikten sonra dönemin emniyet müdürü Celalettin Cerrah’ın “Cinayet milliyetçi duygularla işlenmiştir, herhangi bir örgüt ve siyasi bağlantısı yoktur.” açıklamasından hatırlıyoruz. 1 Mayıs yürüyüşlerinden, BDP’nin yasal toplantılarından, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamalarından, HES protestolarından, YÖK eylemlerinden nice örgütler çıkaran emniyet ve onun pek uyumlu cici kardeşi yargı bu cinayetlerin arkasındaki örgütü, ilişkileri açığa çıkarmayı bırakın, korkudan soyut da olsa “örgüt vardır” diyemiyor. Devletin, iktidarın temsilcileri de bu örgütün üyelerini taltif etmeye, ödüllendirmeye devam ediyor.

Samatya’da söyleşi yapılan bir grup Ermeni kadın: “Bıraksınlar Allah’ın emriyle ölelim!” demiş. Kökü kazınan, soykırımdan sonra 200 bin civarı olan, şimdilerde ise sadece 40-50 bin civarında kalan bir halkın son temsilcilerinin tek isteği “eceliyle ölebilmek”. Bir ülkenin insanları, diğer halkları için bundan daha utanç ve acı verici bir söz olabilir mi? Hoş, Başbakan’ının “Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, ne af edersiniz Rumluğumuz kaldı!” gibi utanç verici ifadeler kullandığı, İçişleri Bakanı’nın (Şubat 2012’de Azerbaycan ve Türkiye hükümetlerinin ortak organizasyonu olan Hocalı mitinginde) “Hepiniz Ermenisiniz Hepiniz Piçsiniz” pankartları altında konuşma yaptığı bir ülkede, ırkçılığın, ayrımcılığın, özgül olarak da Ermeni düşmanlığının burjuva kültürü ve medyasının dalga dalga yaydığı şoven söylemleriyle, hâkim sınıflar ve onların devletinin ayrımcı uygulamaları ile bu noktaya getirilmiş olması aklı başında olan kimseyi şaşırtmadı.

Ama dikkat, alarm zilleri çalıyor! İşçi sınıfının bütün unsurları, sosyalistler, devrimciler, Kürtlere ve Alevilere yapılan saldırılara karşı olduğu kadar, Ermeni kardeşlerimiz ve diğer “yerli” halklara yapılan saldırılara karşı da örgütlenmeli, sermayenin Ermenilere yönelik ta Osmanlı’dan 1915’ten, cumhuriyetin başından beri yapmış olduğu ayrımcılığın nedenlerini anlatmalı. 1915’in 100. yıl dönümüne sadece iki yıl varken, soykırımın da, ezilen halklara yönelik her türlü şiddetin ve ayrımcılığın da aslında işçi sınıfının nezdinde bütün insanlığın kardeşleşmesi, eşitleşmesi, özgürleşmesi projesine engel olmak için yapıldığını bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. “Eceliyle ölme”nin bir “lütuf” olduğu bir coğrafyada yaşıyor olmanın utancından kurtulmak için!

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2013 tarihli 40. sayısında yayınlanmıştır.