Kıvılcımlı sempozyumu izlenimleri

Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu 17-18 Ocak tarihlerinde Mimar Sinan Üniversitesi’nin Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu’nun 500 kişiyi ağırlayabilecek kapasitesini zaman zaman zorlayacak raddede bir dinleyicinin katılımıyla gerçekleştirildi.  Son derece başarılı organizasyon süresince gerek konuşmacıların kendilerine ayrılan sürelere sadakati, gerekse de katılımcıların ‘teneffüs’ sonlarında salonda toplanma hususunda sergiledikleri disiplin, benzer başka buluşmalara nispetle takdire şayandı. Bir kısmı sempozyumda sözlü olarak takdim edilecek bildirileri içeren bir kitabın önceden hazırlanmış olması titizliği de ayrıca tebrik edilmeyi gerektiren bir husus.

Sempozyum, salonu tefriş etmek üzere pankart şeklinde asılmış, Kıvılcımlı’nın bütün teorik çabasının gerisindeki kabulü mükemmelen özetler nitelikteki şu ibare altında gerçekleşti: “Geç gelmişliğin faziletlerinden faydalanamayanlar, geç kalmışlığın reziletleri içinde bunalır.” Gerçekten, Kıvılcımlı’nın düşünce evrenini bundan daha iyi özetleyebilecek bir cümle tasavvur etmek zordur. Geç gelmişliğin faziletlerinden faydalanabilmek ancak geç gelinmiş olduğunu idrak ile mümkündür. İlk adımı atmadan ikincisini atmak mümkün değildir. Kıvılcımlı her iki adımı atmaya çalışmış olmakla biriciktir.

 

Açılış konuşması, Kıvılcımlı’nın mücadele yaşamını özetleyen odyovizüel bir sunumun ardından, Oktay Etiman tarafından takdim edildi. Etiman’ın konuşması, Hikmet Kıvılcımlı’nın ismi geçtiğinde pek çok sosyalisti saran iki duyguyu, yani sebatkârlık ve üretkenlik karşısında duyulan hayranlık ile eserleriyle geç tanışmış olmaktan duyulan pişmanlığı bir arada dile getirerek salonu gün içerisinde cereyan edecek oturum ve tartışmalara başarıyla hazırladı . İlk oturumun ilk konuşmacısı olan Mehmet Akyol, “Kıvılcımlı’nın Düşünceleri Doğrultusunda Sendikal Hareketin Yeniden Yapılanması” başlıklı bildirisinde, İsviçre’de sürdürdüğü sendikacılık faaliyetinin kendisine telkin ettiği, mevcut haldeki sendikal örgütlenmelerin türdeşlikten uzak görünümdeki işçi sınıfını kapsayabilirliğine ilişkin bazı sınırlara ve Kıvılcımlı’nın bu sınırları daha esnek biçimde temellük edebilmek için sunduğu olanaklara dikkat çekti. Aynı oturumun ikinci konuşmacısı olan Ayhan Bilgen’in “Siyasetin Toplumsallaşmasında Dine Yaklaşım ve Kıvılcımlı Dersleri” başlıklı mütevazı ve sıcak sunumuyla birlikte, sempozyumun her iki gününde de başat temalardan birini oluşturacak olan Aydınlanma yergisinin tayin edici olduğu bir atmosfere ilk adımlar atılmış oldu.

Burada bir parantez açarak, Aydınlanma karşıtlığının, yani Aydınlanma Çağı düşüncesini tarif ve tasvire mahal bırakmayacak denli türdeş ve içeriği herkesçe malum nitelikte görerek reddeden ve dahası, bu düşüncenin Marksizm tarafından ancak horlanma kapsamında ele alınabileceğine dair artık sosyalistlere de sirayet etmiş olan sorgusuz kabulün, sözkonusu olan Kıvılcımlı ve yapıtı olduğunda misliyle yadırgatıcı gözüktüğünü belirtmek gerekiyor. Fikirsel üretimi, Aydınlanma karşıtlığının moda olmadığı dönemlerde vuku bulmuş ve Marksizmin yerelleştirilmesine ilişkin çabası Aydınlanma hilafına değil, tam da Aydınlanma Çağı düşüncesinin gerekleri doğrultusunda cereyan etmiş Kıvılcımlı’nın, Aydınlanma karşıtı husumeti gerekçelendirmekte elverişli bir figür sayılamayacağı aşikârdır. Durum böyleyken,  Aydınlanma karşıtı yaklaşımların nasıl olup da Kıvılcımlı’da kendilerini destekleyecek malzeme bulunduğu zehabına kapıldıkları, elbette temel olarak Aydınlanma’nın Türkiye’de kavranış biçimiyle, yani sol Kemalistlerin Aydınlanma fikriyatını kendi reformist ve bazen de darbeci zihniyetleri doğrultusunda temellük etme çabalarıyla özdeşleştirilmiş olması ile ilgilidir.

Açtığımız parantezi kapatır ve Ayhan Bilgen’e geri dönersek; Marksizmin Aydınlanma Çağı düşüncesi ile irtibatını salt kopuş boyutu üzerinden kavramsallaştırdığı sunumuna, bu gibi sunumlarda adet olduğu üzere Marx’ın Kutsal Aile’sindeki sözlerinin tuhaf ve bağlam dışı yorumuyla başlayan Bilgen, bunun ardından tüm sempozyum katılımcılarının yoğun ilgisini tahrik ettiği belli bir mevzu olan din ve dindarlar karşısında sosyalistlerin benimsemesi gereken tavır ve yaklaşıma, özel olarak da Kıvılcımlı’nın bu hususa getirebileceğini düşündüğü katkıya odaklandı. Konuşması esnasında pragmatik olduğunu birden fazla kez belirtme gerekliliğini hisseden, böylece de pragmatik olmayı bir iftihar vesilesi kabul ettiği şüphesini uyandıran Ayhan Bilgen, seçtiği sıfatın hakkını vererek başlarda rüşvet-i kelam kabilinden dile getirme ihtiyacı duyduğu seküler yani ladini düşünceden taviz verilemezliğe ilişkin rezervleri sunumunun sonlarına doğru hepten bir yana bıraktı ve sözlerini dinin araç olarak kullanılmasındaki işlev ve önemini doğrudan vazederek sonlandırdı. Böyle yapmakla da, sosyalist ve devrimci demokrat hareketin bir kesiminin, sadece İslami hareketin gücüne değil, aynı zamanda kendi gücüne de dair ne denli büyük yanılsamalar içinde bulunduğunu örneklemiş oldu. Tutarlı bir Aydınlanmacı yaklaşımın, dini fütursuzca araç olarak kullanmayı öneren bir söylemden daha fazlasına olanak sağlayabileceğini, belli ki “Sivil Cumalar”ın Kürdistan’daki performansından gözleri kamaşmış ve bir yerde keşfettiğini apar topar başka bir yere nakledebileceğini zanneden, böylelikle de olsa olsa Türkiye’de Aydınlanma taraftarlığını gasp etmiş Kemalist nakilciliğe bir örnek oluşturan Bilgen’e dostça hatırlatmakla yetinelim.

Birol Dinçel, ikinci oturumun ilk konuşmacısı olarak  “Çağdaş Sosyoloji Tarihinde Kıvılcımlı’nın Yeri ve Sosyoloji Anlayışı” başlıklı bildirisinde, bildirinin başlığıyla müsemma biçimde, Kıvılcımlı’nın sosyoloji gelenekleri içerisinde mevzilendiği konumu, yaşamının fazla bilinmeyen yönleri eşliğinde aktarmayı hedefledi. İkinci konuşmacı Demir Küçükaydın ise “Kıvılcımlı’nın Marksizme Katkılarının Eleştirel Değerlendirilmesi” başlıklı sunumunda uzunca bir süredir çeşitli kitap ve makalelerle ortaya koyduğu orijinal tezlerini bir kez daha ifade etme imkânı buldu. Küçükaydın’ın senelere yayılan emeği, Kıvılcımlı’nın tarihsel konumlandırılması açısından diğer bildirilerden hem daha derli toplu, hem de daha iddialı bir zemin sunmasına olanak tanıdı. Ancak yine de, herkesçe tartışılmasını arzu ettiği aşikar, tartışılmayı da hak eder nitelikteki tezlerinin sempozyum süresince kısmi ve yetersiz bir teveccüh gördüğünü söylemek yerinde olur.

Üçüncü oturumun ilk konuşmacısı olan Mustafa Şener “Kıvılcımlı ve Milli Demokratik Devrim” başlıklı bildirisinde, Kıvılcımlı’nın, Milli Demokratik Devrim tezine takipçilerince varsayıldığı denli uzak olmayabileceğini öne sürdü ve pozisyonunu söylediklerine yönelik eleştiriler karşısında başarıyla müdafaa etti. Kıvılcımlı’nın, Yol başlıklı, Komintern’in üçüncü dönem politikalarının yerel edinimini ön planda tutan kitap dizisinde (öncelikle de İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) dahilinde), Kürt Ulusal Sorunu karşısında benimsediği tutumu yaşamının daha ileri dönemlerinde de muhafaza ettiğine ilişkin bir delil getirmenin mümkün olmadığını iddia eden Şener’in konuşmasının hayırlı bir yan ürünü de, Kıvılcımlı’nın dönemsel siyasi mevzilenişleriyle, ömrü müddetince bir parçası olduğunu varsaydığı TKP ve SBKP’nin siyasi perspektifleri arasındaki görmezden gelinemeyecek paralelliğin vurgulanmasına olanak tanıması, böylece de büyük devrimcinin büyük ve hazin ubudiyetini açığa vurma fırsatını yaratması oldu. Aynı oturumda yer alan “Hikmet Kıvılcımlı, Yakındoğu, Kürtler, Kürdistan” başlıklı konuşması salon tarafından entelektüel asaletinin gerektirdiği saygıyla dinlenen İsmail Beşikçi, başta sınırlarının belirsizliği hasebiyle Kürdistan’ın sömürge bile olamamış, sömürge-altı olarak nitelenebilecek statüsünü, Türkiye’de resmi ideolojinin önemini, Ermeni soykırımında İttihat ve Terakki kadar Almanya’nın sorumluluğunu ve daha pek çok mühim noktayı tarihsel bir perspektif ışığında ele aldı. Konusunun Kıvılcımlı ile ilgisini, oturum arkadaşı Şener’den farklı olarak İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) ile sınırlamayı tercih eden ve Kıvılcımlı’nın Kürdistan’ı sömürge olarak tavsif etmesinin dönemi için önemini vurgulayan Beşikçi, kullandığı terminoloji ve perspektife yönelik Demir Küçükaydın tarafından geliştirilen eleştirilerin bilincinde olduğunu, ancak bunlara bu sempozyum kapsamında cevap vermeyi arzu etmediğini belirtme gereğini duydu (Küçükaydın, Tersine Kemalizm isimli, Beşikçi’nin görüşlerini eleştiren bir kitap yazmıştı) . Sempozyumun ilk günü Sezai Sarıoğlu’nun şiirsel ve sosyalistler nezdinde hak ettiği kıymetin teslim edilebilmesi için herkesi öncelikle Kıvılcımlı’nın kıymetini bilmedikleri yılların yasını tutmaya çağıran konuşması veya gösterisi ile sona erdi. Sarıoğlu’nun salondakileri “Sakine ve iki yoldaşına” selam göndermeye çağırmasının yoğun alkış tezahüratıyla mukabele görmüş olmasınınsa,  sempozyum katılımcılarının gün içerisinde tartışılan Kıvılcımlı’nın Ulusal Sorun’a yaklaşımına dair bugün ne düşündüklerini mühürleyen bir yön taşıdığını ifade etmek gerek.

Sempozyumun yegane kadın konuşmacıları ikinci günün ilk oturumunda birlikte yer aldı. Latife Fegan’ın “Kıvılcımlı’nın Yurtdışı Arşivi’nin Hikayesi” başlıklı sunumu ihtiva ettiği kadirbilirlik destanı karşısında nutku tutulan izleyicilerin hayranlık ve şaşkınlık karışımı duyguları eşliğinde dinlendi. Kıvılcımlı arşivinin güven altına alınmasını ve o zaman dek varlığı dahi bilinmeyen pek çok eserin okuyucu ile buluşmasını imkânlı kılan bir büyük maceranın başaktörlerinden Fegan’ın anlattıkları, bir kahramanın izinde yürüdüğünü sanırken aslında kendisi kahramanlaşan bir kadının simurgvari hikâyesi olmasıyla, sosyalist mücadelenin kendi tarihini ne kıratta insanlar üzerinden yarattığının bir kez daha idrak edilmesine yardımcı oldu. Oturumun ikinci konuşmacısı olan Eser Sandıkçı, “Kıvılcımlı’nın Kadın Sosyal Sınıfımız adlı Makalesinin Feminist Okuması” başlığıyla takdim ettiği ve Kıvılcımlı’nın adı anılan yapıtıyla “ikinci dalga feminizm” arasındaki paralellikleri sergileyen bildirisini, feminist literatürden haberdar olmadığını teyit ettirmiş olduğu Kıvılcımlı’nın nasıl olup da benzer düşünceleri benzer zamanlarda dile getirmiş olduğunun kendisi için çözümsüz bir muamma olarak kaldığını ifade ederek sona erdirdi. Ne mutlu ki, nasibine, muammanın olası bir çözümünün Kıvılcımlı’nın feminist literatüre hâkimiyetinde değil, antropoloji literatüründen haberdar olmasında yatabileceğini telkin eden bir dinleyici önerisi düştü.

Vekil olarak sorumlulukları gerekçesiyle ikinci gün için planlanmış konuşmasını gerçekleştiremeyen ancak mesajı sempozyum salonunda paylaşılan Ertuğrul Kürkçü’nün, Hikmet Kıvılcımlı’nın, gençleri zaten taşkın olan kanlarını daha da hareketlendirmeye çalışan değil, onları bilakis akla çağıran bir önder olarak anımsanıyor olmasının önemi üzerine vurgusunun, sempozyumun genel çerçevesi içinde anlamlı bir tesbit olarak kayda geçtiği umulur.  Zira bu vurgunun ne derece önemli olduğu, Ömer Allahverdi’nin “Hikmet Kıvılcımlı’nın Dine Yaklaşımı ve Antropolojik Perspektifin Önemi” ve İhsan Eliaçık’ın “Kıvılcımlı’nın Kuran Tefsiri” başlıklı sunumlarını takdim ettikleri bir sonraki oturumda daha açık hale gelecekti. Kıvılcımlı’nın dine yaklaşımını, tarif etmeksizin ve yaftalayıcı biçimde pozitivist olarak andığı kimi geleneklerden ayıran Ömer Alllahverdi’nin konuşması, Ayhan Bilgen’in bir önceki gün, din ve dini söylemin araç olarak kullanılması gerekliliğini vurguladığı, “neyin ne olduğunu biz biliriz tabii, ama aleme ilan etmeye ne gerek var” şeklinde bir havaya sahip bildirisinin de ötesine geçerek dini düşünceye kritik yaklaşımın başlıbaşına gereksiz ve olumsuz olduğu sonucunun çıkarılmasına yol açacak bir seyir takip etti. İhsan Eliaçık’ın, bilgilendiriciliği tartışılmaz sunumuysa Kıvılcımlı’nın ne türden bir müfessir olduğunu izah etmeye ayrılmıştı. Allahverdi ve Eliaçık’ın konuşmalarının yer aldığı bu oturum, her iki konuşmacıyı destekler nitelikteki izleyici yorumları da hesaba katılarak düşünüldüğünde, sempozyum süresince pek çok kez ortaya çekilip pata küte dövülen zavallı Aydınlanma fikriyatının en çok itilip kakıldığı anlara tanıklık etti.

Kurtuluş Kayalı’nın “Karşılıklı İlişkileri Bağlamında Hikmet Kıvılcımlı ile Memleket Sosyal Bilimcileri ya da Türkiye’nin Tipik Sosyal Bilimcilerinin Hikmet Kıvılcımlı’nın Metinlerini Algılama Zaafları Üzerine Bazı Düşünceler” ve Ufuk Özcan’ın “Tarihsel Dayanakları Olan, Özgün Bir Sosyalizm Perspektifinin İnşası Sorunu ve Kıvılcımlı’nın Temsil Ettiği Eşiğin Türk Sosyolojisi Açısından Değerlendirilmesi Gerekliliği” başlıklı sunumları bir sonraki oturumun konusuydu. Kayalı’nın canlı konuşması kişisel bazı hatıraları da içermesi açısından özellikle anlamlı da olsa, Kıvılcımlı’nın anlaşılma zaaflarını tartışmak gibi hayli güç bir işin üstesinden gelmek için, en azından sözlü sunumu dairesinde yetersizdi. Ufuk Özcan’ın, dinleyiciler arasından söz alan Demir Küçükaydın tarafından, Kıvılcımlı’nın Türkleştirerek veya Doğululaştırarak veya yerlileştirilerek yozlaştırılmasının bir örneği olarak sert bir eleştiriye de muhatap olan konuşması, Kıvılcımlı gibi önemli ve ‘tekinsiz’ düşünürlerin ancak bazı seyreltmeler ve fikirlerine yönelik müdahaleler pahasına akademiye kabul edildikleri gerçeğinin hüzünle hatırlanmasına vesile oldu.

Sempozyumun ve ikinci günün son oturumu Metin Kayaoğlu’nun “Kıvılcımlıya Karşı Kıvılcımlı” ve Alişan Özdemir’in “Kıvılcımlı ve Diyalektik” başlıklı konuşmalarına ayrılmıştı. Kayaoğlu’nun, Teori ve Politika dergisinde yıllardır geliştirmekte olduğu, salt yazılı olarak kalsa muhtemelen daha az tepki toplayacak özgün görüşlerini, sözlü ve düpedüz yadırgatıcı bir üslupla beyan etmesi salon içinde gerilimin yükseldiği dakikalar yaşanmasına neden oldu. Ancak gerilimi meydana getiren yalnızca Kayaoğlu’nun Hikmet Kıvılcımlı’nın hangi bakımlardan “anti-Marksist” olduğunu ifşa etmeye ve böylece de, Marksist ve devrimci Kıvılcımlı’yı böyle olmayandan ayıklamaya hasrettiği sözlü bildirisi değil, bunun yanında ve asıl olarak konuşmasına yaklaşık yirmi dakika süren bir Demir Küçükaydın eleştirisiyle başlamış olması oldu. Küçükaydın’a yönelik, Teori ve Politika dergisinde ifade edegeldiği eleştirileri farklı bir düzeyde tekrar eden konuşmanın lüzumsuzca tahrik edici üslubu, canlandırıcı etkiye sahip olduğu kabul edilse dahi (ki, edilmeyebilir), içeriğe ilişkin olası olumlu çağrışımları perdeleyici işlev gördü. Bir dinleyicinin, böyle bir konuşmanın ancak Marksizmi din olarak edinmiş bir mümine yakışacağını ima eden, Kayaoğlu’nun konuşma üslubu göz önüne alındığında fazlasıyla nazik bulunabilecek eleştirisinin, kendisi tarafından tasvip edilerek kabulü ve Marksistlerin “havariler gibi” iman sahibi insanlar olarak anlaşılmalarının ne denli makbul olduğu noktasındaki ısrarı, Kayaoğlu’nun sadece dini ethosa değil, dini pathosa da ne denli angaje olduğunu sergileyen bir doruk noktasını teşkil etti. Alişan Özdemir’in tartışmaya değer pek çok nokta barındıran ve Kıvılcımlı’nın diyalektik konusunda sergilediği, her zaman aynı parlaklıkta olmaması doğal görüşlerinin keyfi çıkarsamalar eşliğinde bir nebze karikatürleştirildiği, ilginç, ancak muhatabına haksızlık eden sunumu ise maalesef Kayaoğlu’nun konuşmasının yarattığı, hafif bir deyim seçelim, huzursuzluğun gölgesinde kaldığından yeterli ilgiyi toplayamadı.

Vedat Türkali tarafından yapılan kapanış konuşması, hem büyük yazar ve aydınımızın zihinsel sıhhati konusunda salondakilerin yüreğine su serpti, hem de Türkali’nin Kıvılcımlı’ya ilişkin ilginç bazı hatıraları nakletmesine imkan tanıdı. Kıvılcımlı’nın, Türkali tarafından “doute methodique” olarak anılan metodik şüpheden yana fazla nasiplenmemiş olduğuna ilişkin, kişisel bazı anekdotlarla da desteklediği belirlemesi ve bunun sonuçlarına ilişkin bazı çıkarsamaları, her Kıvılcımlı öğrencisinin kulağına küpe olacak denli önemli bir saptama olarak akıllarda yer etti.

Sonuç: Kıvılcımlı Sempozyumu Türkiye sosyalist aydınlarının önemlice ve seçkin bir bölümünün önem ve değerini kafi ölçüde takdir edemedikleri konusunda hemfikir oldukları Hikmet Kıvılcımlı’ya bir saygı duruşu olarak gerçekleşti. Kıvılcımlı’nın sosyalistlerin önüne bıraktığı mirasın cesameti göz önüne alındığında, kendisinin görüş ve fikirlerinin yeni ve farklı koşullar dahilinde yeniden üretimi şöyle dursun, hazmedilmesinin bile belli bir zaman alıyor olmasının bir ölçüde olağan sayılması gerekir. İki gün süren toplantının üzerinde gezinen hayalet, İslami hegemonya karşısında ne türden bir pozisyon alınması gerektiğine ilişkin güncel tartışmalara Kıvılcımlı’nın ışık düşürüp düşüremeyeceği, daha doğrusu nasıl bir ışık düşürdüğü oldu. Belirgin sonuç, din, dindarlık ve Aydınlanma bahis konusu olduğunda, sosyalistlerin önemli bir bölümünün ne denli donanımsız ve bu donanımsızlığı kolay yoldan gidermek üzere Kıvılcımlı’nın eseriyle fırsatçı bir ilişkiye geçmeye ne denli hazır olduklarını ortaya koymak oldu. Temennimiz, Marx, Engels, Lenin, Trotskiy,  ezcümle Aydınlanma Çağı’nın göz kamaştırıcı mirası karşısında hayranlığını ifade etmekten bir an bile geri durmayan ve Aydınlanma’yı reddetmeksizin aşmayı kendilerine vazife bellemiş tüm klasik marksizm temsilcileri hilafına; içinde bulundukları çıkışsızlığı dini dindarlara karşı “kullanarak”, daha doğrusu kullanabileceğini sanarak aşabilecekleri hezeyanına dek vardırdıkları görülen sosyalistler için vaktin henüz geç olmamasıdır.

  Selim Sonatlı