İklim değişikliği (1): Glasgow’da COP Sirki bitti, yeryüzünü talana geri dönelim!

Glasgow’da COP Sirki bitti, yeryüzünü talana geri dönelim!

30 bin kişiyi 15 gün yedirdiler içirdiler ağırladılar. Kaç milyar dolarlık masraf yaptılar kim bilir. Ana oturumlarda nutuklar çektiler. Kenar odalarda bir kelime üzerine kavga ettiler. “Kömür santrallerine sübvansiyon yok” mu densin “etkisi hafifletilmiş kömür santrallerine sübvansiyon yok” mu, bunun kavgasını verdiler. Bol bol hamasete başvurdular, “Glasgow son durak, son fırsat” dediler. Sonunda bir ortak deklarasyon yayınladılar. Herkes biliyor ki yetersiz, sorunlara çözüm olmayacak, insanlığın ve yeryüzünün öteki canlılarının dertlerine deva olmayacak. İklim değişikliği gezegenin geleceğini tehdit etmeye devam etmekte! İskoçya’nın Glasgow kentinde Kasım’ın ilk yarısında toplanan COP 26 konferansından önce böyleydi, Glasgow’dan sonra da böyle.

Bunun en önemli kanıtı, altı yıl önce, büyük bir gösterişle toplanan ve sorunlarımızın artık çözülebileceğini ilan eden Paris Konferansı’nın (COP 21) yıllar sonra ipliğinin pazara çıkmış olması. O zaman Paris çözüm olacak dediler. Gerçek gazetesi Paris Konferansı ertesinde alanın en önde gelen uzmanlarının demeçlerinde COP 21 için “sahtekârlık”, “numara”, “palavra” (“bullshit”), “laf salatası”, “vaat yok” dendiğini yazmıştı. Emperyalist burjuvazinin sözcüleri ve medyası ise yıllar boyu “Paris aşağı, Paris yukarı” onu hep insanlığın umudu olarak gösterdi. Glasgow’u da Paris’in sağlam biçimde uygulanmasını sağlamakla görevlendirdi.

Ne oldu? Glasgow COP 26 toplantısı başlamadan hemen önce Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) raporu açıklandı. Paris Anlaşması açıkça bu yüzyılın sonuna kadar “2 derece santigratın epeyce altında, hatta potansiyel olarak 1,5 dereceye kadar düşebilecek” bir küresel ısınma vaat ediyordu. 1,5 derecenin gezegenin geleceğinin kurtuluşu için olmazsa olmaz olduğunu bilim kurullarının raporları defalarca açıklamıştı. Oysa UNEP’in raporu Ulusal Katkı Belirlemeleri olarak anılan her bir ülkenin yaptığı vaatler yerine gelse bile, küresel ısınmanın 2,7 derece santigrat düzeyine yükseleceğini açıklıyordu. Yani Paris Konferansı, uzmanların dediği gibi “palavra” (“bullshit”) idi! Yani altı yıldır dünya aldatılıyordu! Şimdi Glasgow’a gelin de inanın. Üstelik bu sefer “uluslararası toplum” hüsni tabiri ile gizlenmeye çalışılan emperyalist devlet temsilcileri bile Paris Konferansı sonundaki gibi “laf salatası” yapmıyorlar, durumu kimseyi ikna etmeyecek biçimde “idare etmeye” çalışıyorlar.

Küçük çocuklar korosu

Bu 15 gün boyunca, Cumaları “Fridays for Future” (“Gelecek İçin Cuma Günleri”) hareketinin birkaç yıldır yerleştirdiği gelenek doğrultusunda dünyanın birçok şehrinde gösteriler düzenlendi. Glasgow’da ise hafta sonları, birine 100 binden fazla göstericinin katıldığı birkaç gösteri yapıldı. Dışarıda bunlar olup biterken COP’un yapıldığı kongre sarayında da “sivil toplum” sürekli olarak devlet yetkililerini sıkıştırmaya çalıştı.

Ama ortada sanki hep bir küçük çocuklar korosu var. Hayır, Cuma günleri yapılan gelenekselleşmiş gösterilere de, başka iklim ve çevre yürüyüşlerine de en yoğun olarak gençlerin ve çok gençlerin (katılım yaşı 12-13’e kadar iniyor) katılması değil sorun. Sorun genç yaşlı herkesin “yöneticilerimiz uyuyor mu?” demekten başka pek az şey söylemesi. “Ülkelerimizin liderleri neden harekete geçmiyor?”, “hükümetler ve şirketler neden sorunun ciddiyetini anlamıyor?” türü sorularla hep bir aldatılmışlık, ihanete uğramışlık söylemi bütün protesto ve mücadelelere damga vuruyor. Sanki küçük çocuklar ebeveynlerine dönmüşler, “neden böyle yapıyorsunuz, neden bizim isteklerimizi yerine getirmiyorsunuz?” diyorlar. “Hak verilmez alınır” sözünü hiç duymamışlar; şikâyet, şikâyet, başka bir şey yok.

Bunun en komik yanı “şirketler neden sorunun ciddiyetini anlamıyor, neden harekete geçmiyor?” tavrı. Şirket dediğin, hele hele bütün dünyayı hedefi haline getirmiş o emperyalist uluslararası şirketler söz konusu ise, Komünist Manifesto’nun en çirkin egoizmi en şairane biçimde ifade eden o satırlarında söylendiği gibi, “bencilliğin soğuk sularında” hesap yapmaktan başka bir şey için kurulmamıştır ki! Neyin ciddiyetini anlasınlar? 2100 yılına kadar kaç derece ısınacakmış dünyamız? Şirket için, hani günlük dilde söylendiği gibi “o zamana kadar kim öle kim kala?” hesabı, “hangi şirket bata hangi şirket çıka?” hesabıdır önemli olan. Neden sizin istediğiniz doğrultuda harekete geçsin? 1,5 derece miymiş, 2,7 derece miymiş? Şirket açısından bakıldığında ne kadar irrasyonel! 2100’e kadar 30 trilyon dolar kâr mı, 5 trilyon avro zarar mı, rasyonel hesap odur. Çocukluğu bırakın! Şimdilik şirketler yetsin, devletlere de sonra döneriz. Hele emperyalist devletlere.

“Blackwash”

Eh, çocuk korosu gibi aynı şikâyetleri terennüm edip duracaksanız, en iyi sözcünüz Greta Thunberg gibi çocukluktan yeni çıkmakta olan bir karakter olur tabii. O da “büyüklerimiz bizi aldatıyor”, “siz büyükler biz gençliği ortada bıraktınız” ve benzeri şikâyetleri her çıkartıldığı şovda tekrarlayıp duruyor. Glasgow protesto yürüyüşünde de “imparatorlarımız çıplak” dedi. Yine “imparatorlar”dan beklenti. Sonra da ekledi. “Bu bir ‘greenwash’ festivali”. Bilindiği gibi “pinkwash”, “greenwash” gibi kelimeler, genellikle haklı görülen davaların yanında durur görünüp puan kazanmak isteyenler için kullanılıyor. O davaları savunur görünerek başka suçlarını “yıkamaya”, “temizlemeye” çalışanlar için. Güzel. Biden için, Boris Johnson için, diğerleri için iyi bir niteleme. Ama Greta Thunberg bir gerçeği görmezlikten geliyor: Kendisi yıllardır bu “yıkama yağlama” operasyonunun baş rolüne yerleştirildi. Hâlâ bir Nobel ödülü almamış olması şaşırtıcı.

Bu yazının başındaki fotoğraf, Greta Thunberg’in 2019’da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’na katılmak üzere Avrupa’dan Amerika’ya nasıl seyahat ettiğini gösteriyor. Uçak yolculuğunun ayak izi yüksek olduğu için (dünya çapında toplam karbon diyoksit üretiminin yüzde 1,5’i!) küçük hanımı sadece yelkenle hareket eden bir yata koymuşlar, güzel bir yolculuk olmuştur, okyanusun dalgalarından da dünyanın en iyi denizcilerince korunmanın güvencesi altında keyifli bir yolculuk yapmıştır. İşte bunun adı “çevrecilik” oluyor. Herhalde Amerika’ya eğitim, çalışmak, iş, kültürel faaliyet, resmî görev ve başka amaçlarla gidecek insanları da artık böyle taşıyacaklar. Bunun maskaralık olduğunun farkına varmayan tatlısu çevreciliğine daha çok tutsak olacaktır.

Tabii Greta Thunberg zengin bir ülkenin (İsveç’in) korunaklı bir hayat yaşayan kızı ya, bir de “Küresel Güney”den konu mankeni gerekir. Arayıp tarayıp onu da bulmuşlar. Ugandalı Hilda Flavia Nakabuye kardeşimiz de ilk kez 2019’da 22 yaşındayken Greta Thunberg’in Viking atalarının izinde Amerika kıtasına yelkenliyle geldiği yıl aynı Birleşmiş Milletler konferansına katılmak için gelmiş. Ne tesadüf! Onu da konuşturmuşlar, o da bilin ne demiş: “İklim önlemleri konusunda sadece konuşmaya değil, liderlik yapılmasına ihtiyacımız var.” Yine aynı ebeveynden bir şeyler bekleme kompleksi. Yine aynı çocuk korosu.

Arada 2020 yazında Amerika’da devasa bir “Black Lives Matter” isyanı oldu ya. “Yıkama yağlama” tasarımcıları tabii “greenwash” için bir de ilave “blackwash” gerektiğini hesaplamışlar. Bir siyahinin, ama özellikle de Greta’nın fazlasıyla “zengin ülke” kokan halinin yanına Afrikalı bir siyahinin yakışacağını hesaplamışlar. Ve Ugandalı kardeşimizi artık her mizansende İsveçli kız kardeşi ile eşleştirmeye başlamışlar.

Çocuk korosu büyüyor. Biz ise gençlerin olmasına en ufak bir itirazımız olmadan, onların en aktif rolüne taraftar olarak bir tek şeye karşı çıkıyoruz: Gençlerin (hatta ihtiyarların!) gelecekleri için hep birilerinin iki dudağı arasından çıkacak sözlere bakan çocuklar olarak kalmasına.

Gerçek nedenler: Kapitalizm, özel mülk edinme, kâr sistemi, piyasa, rekabet

İklim değişikliği sorununda ciddi olmak gerekiyor. Sabah akşam “bilimin gerektirdiğini yapın” demekle olmuyor. Yaptırtmak, yapmayanları devirerek yapacakları başa geçirmek gerekiyor. Bu siyasi bir meseledir. “Yöneticilerimiz uyuyor mu?” şikâyetiyle, liderlik gösterin talebiyle halledilemez çünkü çıkarlar rol oynuyor. O yüzden de sınıf meselesidir. Bunun için önce “liderlerimizin ve şirketlerin” neden bilimin gerektirdiğini yapmadığını anlamak gerekir. İklim değişikliği tartışmasının düzeylerini birbirine karıştırmaktan vazgeçmek gerekir.

İklim değişikliğinin yol açtığı sayısız dev sorun (orman yangınlarından sellere, Kuzey Kutbu’nun çözülmesinden okyanusların mahvına, mercan adalarının hızlı tahribinden ormansızlaşmaya, çölleşmeden belirli adaların ve alçak toprakların denizin altında kalması ihtimaline) sorunun düzeylerinden biridir. Bunlar üzerinde sabah akşam konuşmak yetmez. Elbette bunlar herkese, özellikle gençliğe anlatılmalıdır. Ama yalnızca onları konuşmak gezegeni kurtarmaz. Esas, bu sorunlara yol açan sosyo-ekonomik, politik, ideolojik olgulara, ilişkilere, sistemlere bakıp, “liderlerimizin ve şirketlerin” neden harekete geçmediğini anlamak ve bu kavrayış temelinde iklim değişikliğini ve onun ardındaki küresel ısınmayı ve onun da ardındaki sera gazı etkilerini durdurmak için boşa kürek çekmeden, gerçekçi olarak ne yapılabileceğini konuşmak gerekiyor.

Bu yazı dizisinde biz tam da bunları tartışacağız. Bunlardan sadece bazılarını sıralayalım.

1.Sera gazlarının en büyük üreticisi olan şirketlerin (en başta petrol ve elektrikli araçlar henüz sağlam biçimde yerleşmediği ve yayılmadığı için otomotiv şirketlerinin) marifetleri, karbon diyoksit, metan ve diğer sera gazlarının üretiminin azalmasına düpedüz engel olma çabaları.

2. Daha genel olarak şirketlerin kârlılığını engelleyecek türden tedbirlerin bütün sistemin kâra dayalı çalıştığı bir dünyada alınamaması, böylece çevreye ve iklime zarar veren maliyetlerin şirketler dünyasına “dışsal” hale gelmesi, şirketlerin iklim değişikliğine yol açan faaliyetlerinin gizlenmesi, tedbir almaktan kaçınma olanakları yaratılması, sonunda onların kârlarının toplumun (bugün yaygın olarak kullanılan deyimle) “kayıp ve hasarı” haline gelmesi.

3. Emperyalist ülkelerin sanayi devriminden bu yana önce kömür, sonra da petrol çağında sanayilerini geliştirirken dünyayı zaten küresel ısınmanın büyük bölümüne mahkûm etmiş olmalarına (söz konusu 1,5 derecenin 1,1 derecesi zaten gerçekleşmiş durumda!) rağmen büyük bir pişkinlikle başkalarının da kendileri kadar fedakârlık yapması gerektiğini tam söyleyememekle birlikte sanki doğrusu buymuş gibi davranmaları. Yüzyıllar içinde birikmiş bu eşitsizliği kısmen azaltacak fedakârlığı, 2009’da verdikleri vaatlere rağmen yapmamış olmaları.

4. Daha genel olarak devletlerin ve şirketlerin gittikçe daha fazla bütünleşen bir dünya pazarında bütün ilişkilerini rekabet zemininde sürdürmeleri dolayısıyla, her bir büyük oyuncunun mümkün olduğu kadar az maliyet üstlenmeye, bedelin daha büyüğünü rakiplerine ödetmeye yönelik hesaplarının sistemi kilitlemesi, bunun aşılabilmesi için gereken dünya çapında merkezî planlamanın kapitalist üretim tarzının özel mülk edinme, kâr ve rekabet sistemi tarafından devamlı dışlanması.

5. Piyasa mekanizmasının belirleyiciliği altında bir kaynak dağılımı mekanizmasının fiyat iniş çıkışları dolayısıyla hiçbir oyuncunun (özellikle devletlerin) istikrarlı politikalar izlemesine izin vermemesi.

6. Daha genel bir düzeyde bakıldığında, tarım, enerji, imalat sanayii gibi alanlarda planlama sayesinde yapılabilecek birçok tasarrufun piyasa sisteminin bölünmüşlüğü dolayısıyla gerçekleştirilememesi.

7. Kömür madenciliği gibi, bazı ülkelerde yüz binlerce işçinin ve dolayısıyla milyonlara ulaşan toplam aile nüfusunun geçimini sağlayan sektörlerde derhal daralmaya ve kısa bir süre içinde de üretimin durdurulmasına girişmenin işçi sınıfına ve yoksullara vereceği ağır zararın ancak zamana yayılarak ve işçilere yeni yaşam koşulları âdil biçimde sağlanarak gerçekleştirilmesi zorunluluğu. (Glasgow’da Brezilya, Çin, Güney Afrika, Avustralya gibi bir dizi ülke kömürün bir birincil enerji kaynağı olarak kullanılmasının terk edilmesi konusunda ayak diremiştir.)

Daha neler, daha neler!

Sosyalizm için gereken gezegeni işçi sınıfı koruyacak!

Yukarıda sayılan faktörlerin çoğu, iklim değişikliği sorununun kaynağının büyük ölçüde kapitalist üretim tarzının doğasında yattığını ortaya koyuyor. Öyleyse, kapitalizmi, şirketleri yani sermayeyi, burjuva devletini, onun uluslararası kurumlarını (en başta Birleşmiş Milletleri) hedef almayan hiçbir mücadele gerçek sorunların üzerine gidemeyecektir.

Demek ki, tatlısu çevreciliğinden kopmak, çevreciliği işçi sınıfının iktidar mücadelesinin bir parçası haline getirmek gerekiyor.