Hugo Blanco (1934-2023): Devrimci Marksizmden kimlik politikasına

Hugo Blanco

Trotskizmin geçmişte en güçlü olan akımının, önderi Ernest Mandel’in adıyla anılan, resmi adı 1963’ten itibaren (yani demek ki 60 yıldır) Birleşik Sekretarya olan kanadının bu 60 yılda nasıl büyük bir çöküntü ve gerileme yaşadığının en çarpıcı sembollerinden biri, Perulu Trotskist, Marksist, devrimci kitle önderi Hugo Blanco’nun (Ugo Blanko okunur) 1990’dan sonra geçirdiği büyük değişimdir. Hugo Blanco 50’li yaşlarına kadar devrimciliğin doruklarında dolaştığı, kendi memleketi Peru’da, onun yerli halkları arasında, Meksika’da, Arjantin’de, Şili’de, İsveç’te bir gerçek komünist militan olarak faaliyet gösterdikten sonra, gerçek bir kitle önderi haline geldikten sonra (dikkat: sonra), tam da Berlin Duvarı’nın çöktüğü yıl (1989) ile Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıl arasında, 1990 yılında Leninist parti inşasını terk etmiş ve ardından reformizme, “sivil toplum” faaliyetine, Latin Amerika’nın yerli halklarının haklarına odaklanan bir çalışmaya ve bu son mücadele günümüzde o doğrultuya girdiği için ekolojist harekete intisap etmiştir.

25 Haziran’da hayatını yitirdiğini birkaç gün önce haber almış bulunuyoruz. 1960’lı yıllardan 1990’a kadar Latin Amerika’nın en önemli devrimcilerinden biri olan Hugo Blanco’yu saygıyla selamlıyoruz. 1968 öğrenci önderlerinden oluşan Avrupa Trotskist önderliklerinin “kılavuzluğu”nda bir aşamadan sonra devrimci mücadelenin yöntemlerine sırt çevirdiği için üzülüyoruz. Hugo Blanco ardında 20. yüzyılın ikinci yarısının Trotskizminin, özel olarak da Birleşik Sekretarya geleneğinin (bundan sonra BirSek olarak anacağız) trajik deneyiminin öyküsünü bırakarak dünyaya veda etti. “Güle güle büyük devrimci!” diye haykırmayı ne çok isterdik!

Silahlı köylü direnişinden idam talebiyle yargılanmaya

Blanco, 1934 yılında Peru’nun Cusco bölgesinde doğup büyüdükten sonra Latin Amerika’nın “ileri” ülkesi Arjantin’e, başkent Buenos Aires’e çok yakın bir kent olan (ve Buenos Aires eyaletinin de başkenti olan) La Plata’ya “ziraat” okumaya gider. Arjantin Marksizmin ve de Trotskizmin çok erken geliştiği bir ülke olduğu için devrimci Marksist fikirlerle tanışır. Kendisi Amerika yerlisi değildir, “beyaz”dır. Ama gençliğinde bir büyük çiftlik (“hacienda”) sahibinin kendisine bağımlı Amerika yerlisi halklardan bir yoksul köylüyü, o dönemde sık sık yapıldığı gibi kızgın demirle damgaladığını gördüğünde çok etkilenmiş, sınıf farklarına duyarlı olarak yetişmiştir. Üniversiteye gitmekten vazgeçer, bir buzdolabı fabrikasına işçi olarak girer. Birçok kılığa girdiği uzun devrimci mücadelesi başlamıştır.

Önce Nahuel Moreno’nun önderliğindeki uluslararası Trotskist akıma katılır. Peru’ya dönerek bu akımın uluslararası örgütünün seksiyonu olan Partido Obrero Revolucionario’yu (POR-Devrimci İşçi Partisi) kurar. Cusco’da yoksul köylülüğün mücadelelerinin yoğun olduğu Convención Vadisi’ne yerleşir, yerli halklardan Aymara kökenli bir kadınla evlenir, bir minik toprak parçası satın alıp yerli halklardan (Quechua, Aymara ve daha küçük topluluklardan) köylüler gibi tarımsal üretime başlar, mücadeleye girişir. Bölgede köylü sendika hareketi güçlüdür, sendikada yükselir ve bölge federasyonunun sekreteri olarak seçilir. İşte Blanco’nun Latin Amerika devrimci tarihine geçmesi bu aşamada başlar. 1960’lı yılların başında (çok kısa süre sonra Türkiye’de de toprak ağalarıyla mücadelede görüleceği gibi) geçimini mikro işletmesinden zar zor sağlayan yoksul köylüler ile “hacienda” (büyük çiftlik) sahibi toprak sahipleri arasında toprak mücadelesi tırmanır. Bu mücadelede elbette devlet mülki amiriyle, mahkemeleriyle, jandarmasıyla büyük çiftlik sahiplerini sahiplenir. Karşı taraf silahlıdır. 1962’de Hugo Blanco ve arkadaşları köylüleri de silahlandırır.

Bu silahlı mücadele, Latin Amerika solunda çok tartışmalı bir konu olan gerilla savaşı sorununu gündeme getirir. Unutulmasın, Küba devrimi Fidel ve Che önderliğinde verilen bir gerilla mücadelesi temelinde iktidarı alalı sadece üç, sosyalizme geçişi ilan edeli sadece bir yıl olmuştur. Che, Küba istihbaratının gizli bir dairesinden Latin Amerika’nın birçok ülkesinde devrim ateşini yakmaya girişmiştir. Trotskist hareket gerilla savaşı yöntemini kullanacak mıdır? Morenocu hareket gerilla savaşından vebadan kaçar gibi kaçmaktadır ama Blanco Peru’da kırdan başlayan bir silahlı hareketle girişmiştir devrim mücadelesine.

Hugo Blanco2

Bu ironik durum Hugo Blanco ile son yıllarında yapılan görüşmelerde bile aynı sorunun sorulmasına yol açmıştır: “Siz gerilla savaşı mı verdiniz?” Onun cevabı şu olmuştur: “Eğer kırda silahlı mücadele gerilla savaşı ise evet. Ama bizimki daha ziyade haklarını savunan yoksul köylünün özsavunma mücadelesiydi. O anlamda farklıydı.” Hugo Blanco’nun bu mücadeledeki silah arkadaşlarından biri olan Juan Pablo Chang Navarro, daha sonra Che’nin 1967’deki Bolivya seferinde onun yanında çarpışacak, onunla birlikte ölecektir. Hugo Blanco o sırada hapistedir. Daha sonra hapisten çıktığında yaşanan deneyim hakkında yazdığı kitaba Tierra o Muerte (Ya toprak ya ölüm) başlığını koyması insana kaçınılmaz olarak Küba devriminin “patria o muerte!” (Ya vatan ya ölüm) sloganını hatırlatıyor.

Şöyle ya da böyle, Peru’da POR’un bu mücadelesi, Stalinistlerin Trotskizmi evine kapanıp siyasi mücadelesini teori konusunda salon tartışmalarıyla yürüten aydınlar hareketi gibi gösteren karikatürünün suratına ağır bir şamardır. (Latin Amerika Trotskizmi bundan bir on yıl önce Bolivya maden işçilerinin öncülüğünde bir devrimin liderliği mücadelesini vermiştir. Daha sonra da nice ülkede devrimci mücadelelerde sürükleyici güç olacaktır.)

Hugo Blanco bu silahlı mücadele esnasında bir jandarmayı öldürdüğü iddiasıyla yargılanır. İdam cezası talebine karşı başta Avrupa’da olmak üzere (Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve birçok başka aydının da desteğiyle) güçlü bir kampanya düzenlenir. Bu aşamada (1963) Moreno önderliğindeki akım, daha önce de birlikte çalışmakta olduğu ABD Socialist Workers Party’si (SWP-Sosyalist İşçi Partisi) ile birlikte Ernest Mandel-Livio Maitan-Pierre Frank önderliğindeki Avrupa kanadıyla birleşerek BirSek’i kurmuştur. Kampanya esas olarak BirSek sayesinde böyle güçlü yürümüştür. Hugo Blanco 25 yıl hapis cezasına çarptırılır. Kampanya başarılı olmuştur.

Hapisten sürgüne, Kurucu Meclis üyeliğine, cumhurbaşkanı adaylığına, senatörlüğe

Hugo Blanco Peru’da köylü sendikası içinde ve silahlı mücadele alanında gösterdiği faaliyetle zaten devrimci bir kitle önderi haline gelmiştir. Bu dava ile birlikte Latin Amerika çapında bir devrimci önder ününü kazanır.

Hapis cezası 25 yıl sürmez. 1968’de Peru Juan Velasco Alvarado liderliğinde (Türkiye’de Doğan Avcıoğlu ve “cuntacı” olarak anılan diğer solcuların hayal ettiği türden) bir ilerici askeri diktatörlüğün kuruluşuna sahne olur. Askerî yönetim önce Hugo Blanco’yu hapisten çıkarır, kendi yanına kazanmayı başaramayınca Meksika’ya sürgüne yollar. Burada tuhaf bir sürgün öyküsü başlar. Zira Hugo Blanco Arjantin yoluyla o yıllarda (1970-73) kaynamakta olan Şili’ye geçer. Salvador Allende yönetimindeki Halk Birliği iktidarı altında işçi sınıfı ve köylülük radikalleşmiş, ülkede bir devrimci durum doğmuştur. Hugo Blanco Arjantin işçilik döneminin deneyimiyle, Şili sanayi proletaryasının inşa ettiği bir ikili iktidar çekirdeği olan Cordones industriales (Sanayi Havzaları) hareketinin içine dalar. (Şili işçi sınıfının yaşadığı bu trajik deneyimin öyküsünü Pinochet darbesinin 50. yıldönümünde Eylül ayında anlatacağız.) Şili’deki birçok yabancı devrimci 11 Eylül kanlı darbesinden yabancı ülke konsolosluklarına sığınma talebiyle başvurarak kurtulmuştur. Hugo Blanco da İsveç Büyükelçiliği’ne sığınır, daha sonra İsveç’e gönderilir.

Peru’ya dönüşü, 1976’da olur. Bu tarihlerde eski rejim düşmüş, demokrasiye geçiş amacıyla bir Kurucu Meclis gündeme gelmiştir. Dönem solun ciddi bir mayalanma dönemidir. Trotskistlerin başını çektiği Frente Obrero Campesino Estudiantil Popular (FOCEP-İşçi Köylü Öğrenci Halk Cephesi) adlı bir cephe seçimlerde yüzde 12 oy alır, Hugo Blanco tercih oylarıyla ilk sıraya yerleşir.

Bundan sonrasını ayrıntısıyla anlatmamız gereksiz. Efsanevi bir köylü önderi ve devrimci, uzun bir hapishane deneyimi yaşamış bir siyasi mahkûm, Şili devrimci deneyiminin bir gazisi, işçi sınıfının ve yoksul halkın bir sevgilisi olarak Hugo Blanco parlamenter kitle politikasında ülkenin önemli bir ismi haline gelir. FOCEP Trotskistlerden oluşmasa da onların hâkimiyetinde bir blokken seçim başarısından sonra gündeme Stalinist Peru Komünist Partisi’nin de katılacağı Izquierda Unida (Birleşik Sol) gelir. Kurucu Meclis seçimlerinde sadece FOCEP değil, beş ayrı sol blok yarışmıştır ve toplam oyları yüzde 29’u bulmaktadır. (FOCEP yüzde 12 ile en güçlü bloktur.) Anlaşma olmaz. Buna rağmen Blanco Kurucu Meclis’ten sonra ülkenin parlamentosuna (1980-1985) ve daha sonra da senatoya (1990-1992) seçilir. Tabii şayet Birleşik Sol tam olarak kurulup seçimlere girebilseydi, içinde Stalinistler, Maocular, orta yolcular, reformistler olan bir cephe ile ileri doğru yürüme becerisini gösterebilir miydi, o ayrı tartışma. Ama önemli olan Hugo Blanco’nun kitlesel bir devrimci işçi partisini kurmak bakımından çok elverişli koşullar elde etmiş olmasıdır.

BirSek’in başkalaşımının Latin devrimciliğinde açtığı gedik

Hugo Blanco 1970’li yıllar sonunda (1979’da) BirSek’te yaşanan ve Mandel ile Moreno arasında bir bölünme olarak bilinen kopuşta Mandel’in ve ekibinin yanında kalmıştır. Dolayısıyla bundan sonraki gelişmesi büyük ölçüde bu uluslararası akımın öyküs ile iç içe geçer.

Şimdi dikkatimizi Hugo Blanco’nun mücadele ettiği çağın içinde dünya çapında sınıf mücadelelerinde yaşanan değişime çevirelim. 1960’lı yıllar bütün dünyada devrimci bir ruhun yayıldığı bir dönemdi. Paris’ten Arjantin’de Córdoba’ya işçiler ayaklanıyor, Küba’dan Vietnam’a devrimci savaşlar emperyalist kapitalizmin kalelerini dövüyordu. Elbette bu gelişmeler 1970’li yıllarda da bir ölçüde devam edecekti. Portekiz’in Afrika sömürgelerindeki (Angola, Mozambik, Gine Bissau, Capo Verde) ulusal kurtuluş savaşlarından Portekiz devrimine (1974-75) ve Vietnam’ın ABD karşısındaki nihai zaferine kadar birçok devrimci gelişme 1970’li yılların tarihini taşır. Ama 1970’li yıllar aynı zamanda postmodernizmin ve sol liberalizmin solun içinde sinsi bir tarzda yayıldığı yıllar olur. Bu öyküyü daha önce ayrıntısıyla anlattık.[1] Burada üzerinde durulması gereken, bunun uluslararası devrimci Marksist hareket üzerindeki etkisidir.

1980’li yıllar gericiliğin dünya çapında üstünlüğü elde etmeye başladığı yıllar oldu. Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın öncülüğünde neoliberalizm uluslararası burjuvazinin sınıf mücadelesindeki hâkim stratejisi haline geldi. Postmodernizm, yükselen sınıf dilimi modern küçük burjuvazinin ve eğitimli yarı-proletaryanın ideolojisi olarak neoliberalizmin yardakçısı oldu. Böylece solda tam bir ideolojik teslimiyetle sınıf mücadelesi pusulasının yerini kimlik politikası aldı. En başta postmodernizmin anavatanı Fransa’da olmak üzere bunlar Avrupa’da devrimci Marksist hareketin içten içe bir başkalaşım yaşamasına yol açtı. Önce Berlin Duvarı’yla birlikte Doğu Avrupa’daki sosyalist inşa deneyimlerinin çökmesine, ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasına paralel olarak Çin ve Vietnam’ın da kapitalist restorasyon yoluna girmesi bütün bunların üzerine tüy dikti. BirSek Trotskizminin tarihî Bolşevik-Leninist programı terk ederek Avrupa’nın bütün öteki post-Leninist partilerinin (Almanya’da Die Linke bunun en ileri örneğidir, son dönemde önde gelen örnek ise Syriza’dır) arasına karıştı. Marksizm bir nostaljinin adı haline geldi, Leninizm ağızlara alınmaz oldu. Kimlik politikası, ekoloji, pasifizm, çocuksu bir iklim değişikliği karşıtlığı, burjuva demokrasisi fetişizmi, Avrupa Birliği (“sosyal Avrupa” yalanıyla) esas hedefler haline geldi.

Bu gerileme süreci Latin Amerika’da birkaç biçim aldı. Birincisi, 1979’da büyük metal grevlerinden doğan ve sosyalizmi programının merkezine koymuş olan Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) önce kimlikçi bir parti, sonra düzen partisi haline gelmesi. İkincisi, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Küba devriminin etkisiyle gelişen ve askerî diktatörlüklere karşı kahramanca savaş veren gerilla hareketlerinin (Uruguay’ın Tupamaros’undan Salvador’un FMLN’ine ve günümüzde Kolombiya’nın FARC’ına kadar) uysal parlamenter partiler haline gelerek zaman zaman iktidar yükselip burjuva düzeninin bekçileri haline gelmesi. Üçüncüsü, PT’nin kendisi başkalaşıma uğradıkça Latin Amerika solunu da hegemonyası altına almak için kurduğu ve sosyalizmi kapitalist düzenin bir süsü haline getirecek bir değişimin propagandasının yapıldığı Sao Paulo Forumu’nun bütün Latin solunun “saatleri ayarlama enstitüsü” haline gelmesi, Avro-komünizm, hatta Avrupa sosyal demokrasisinin sol kanadı ile hemhal olacağı bir platform haline gelmesi. Dördüncüsü, ilk önce Meksika Komünist Partisi’nden başlamak üzere birçok Stalinist Latin partisinin Avro-komünizme (Avrupa komünizmi olarak da adlandırılıyor) angaje olması. Beşincisi, başta And Dağları bölgesi ülkeleri (en önde Bolivya, Peru, Ekvador) olmak üzere bütün Latin Amerika’da yerli halklar sorununun sınıf mücadelesinden kopuk biçimde solun gündemini işgal etmesi, yani kimlikçiliğin Latin Amerika solunun bir numaralı programatik meselesi halini alması. Altıncısı, yerli halkın geleneksel kültürünün canlandırılması programı çerçevesinde doğanın korunmasının, çevreye zarar vermeye karşı mücadelenin, kısacası ekolojinin en mistik, en gizemli biçimler altında solun gündeminin merkezine oturması.

Hugo Blanco, 1990’da televizyona çıkarak “eski sekterlikleri bıraktık, artık mücadelemizi yepyeni temellerde vereceğiz diyerek” özeleştiri yapacaktı. Neyin özeleştirisiydi bu? Leninist parti inşası “sekterliği”nin özeleştirisi. Önce böyle başladı. Sonra arkası adım adım geldi. Mücadelenin merkezine işçi sınıfı-yoksul köylülük ittifakını koymanın özeleştirisi. Düzenin karşısına uzlaşmazca çıkışın özeleştirisi. Che’nin “ya sosyalist devrim ya sosyalizmin karikatürü” sloganının özeleştirisi. Gerektiğinde silahlı mücadelenin özeleştirisi. Proletarya enternasyonalizminin, yani bir dünya partisi inşası çabasının özeleştirisi.

Hugo Blanco son yıllarını bir “ekososyalist” ve yerli halklar mücadelesi militanı olarak yaşadı.

İçinde yer aldığı sol hareketler topluluğu, 21. yüzyılda en azından iki ülkede, Bolivya’da (2003-2005) ve Şili’de (2019-2022) zafere ulaşabilecek devrimlerin israf edilmesine yol açan bir ortamdır. Bunları başka yerlerde anlattık.  Burada şöyle söyleyelim: Sol teslim oldu diye devrimler bitmedi! Ama devrimler ancak onları başarıyla zafere götürecek devrimci partiler olduğunda amacına ulaşır. Sol teslim oldu diye işte öyle partilerin inşası olanaksız değilse bile çok zor hale geldi.

Kimse kendini haklı çıkmış saymasın!

Bu yazının ana temalarından biri dünya solunun çürümesine paralel olarak Latin Amerika solunun gerilemesi ise, biri de devrimci Marksizmin (Trotskizmin) en büyük akımının, BirSek’in devrimci program ve örgüt inşasından kopması. Ama BirSek dışındaki başka akımlar bu tespitlerden kendilerine hiç pay çıkarmasın. Çünkü Trotskizmin tarihî programından ve Leninist örgüt anlayışından kopuşu BirSek’e özgü bir süreç değildir. Nice başka akımı da kapsıyor. Bunu da başka zaman anlatırız.

Biz yine yaşamının ilk yarım yüzyılında başta Peru olmak üzere, Latin Amerika’nın işçi ve köylülerinin mücadelesini zafere ulaştırmak için varını yoğunu ortaya koyan, hayatını sakınmayan, idam olasılığından ürkmeden, uzun hapislerde yılmadan yeniden (Şili’de ve Peru’da) barikatlara koşan adama, Hugo Blanco’ya selam edelim.

Yaşlı Blanco’ya gelince. O insanlara kızgın olabiliriz. Sömürülen ve ezilen kitlelerin birliğini engelledikleri için. Marksizm karşıtlarıyla bir olup sınıf hareketini zayıflattıkları için. Ama onlar bizim düşmanımız değil müttefikimiz olmalıdır. Hepsi tek tek alındığında önemli davalar için çırpınıyor: Hugo Blanco Amerika’nın tarihin belki de en büyük soykırımına uğramış yerlilerinin onuru ve kurtuluşu uğruna ve kapitalizmin altını üstüne getirdiği çevreyi, iklim değişikliğine karşı mücadele de dâhil olmak üzere korumak için mücadele ediyordu. Başkaları tarihin en eski kaybedenleri kadınlar için, kabileler, aşiretler, kavimler, dinler, mezhepler ve en moderni uluslar arasındaki mücadelelerde ezilenler için, cinsel yönelişleri dolayısıyla büyük baskılar yaşayanlar için, insanlar işkenceye uğramasın, inançlarını ve çıkarlarını savunabilsinler diye mücadele ediyor.

Biz bu mücadelelerin hepsini kucaklamak ve bir araya getirmek isteyen Leninistleriz. Sadece belirli kesimlerin kimlik üzerinden mücadele vermeye giriştiğinde bir süre için başarılı olabilseler bile zafere ulaşamayacağını biliyoruz. Kimlik politikasına bunun için karşıyız. Bu mücadelelerin hepsinin ancak kapitalizme karşı mücadeleyle iç içe geçtiğinde kazanacağını biliyoruz. Bunun için işçi sınıfının yanında durmanın, onun mücadelesi ile birleşmenin gerekli olduğunu biliyoruz. Bütün bu mücadelenin zaferi için bir devrimci parti gerektiğini biliyoruz. Onun için Leninistiz. Onlar ise bu kavrayıştan koptukları için yer yer bu bölünmeleri kullanan emperyalizmin yanında yamacında durmayı bile kabul ederek bütün sömürülen ve ezilen kitlelerin kurtuluşuna zarar veriyorlar.

Öyleyse yaşlı Hugo Blanco yerlilerin mücadelesini ve doğayı koruma davasını sınıf mücadelesiyle ittifak içinde yürüttüğünde müttefikimizdir. Keşke müttefik adayımız değil de aramızdan biri, ne demek aramızdan biri, bir tarihî önderimiz, bir Trotskist Che olarak kalsaydın, geçmişin büyük devrimcisi!

 


[1] Sungur Savran, “Bencillik Çağı”, Devrimci Marksizm, sayı 50, Bahar-Yaz 2022.