Şehrin Hendekleri, Burjuvazinin Siperleri (2)

24 Şubat 2013, UBP Kurultayı: Restorasyon için Darbe!

İstirdat1’çı TC Devleti’nin Kıbrıs’ta acelesi yok. Taktik manevralarla deneme yanılma yoluyla İslamcı burjuvazi önce Kıbrıslıları tanıdı. Oysa stratejisi, taktik manevralar bütününden oluşmuyor. Öyle olsaydı tutarsız ve dağınık bir stratejisi olmuş olurdu. İslamcı burjuvazinin iktidarı döneminde TC burjuvazisinin Kıbrıs stratejisi hat değiştirmiştir. Batıcı laik burjuvazinin AB ile kurduğu ilişkide sadece denge unsuru olan Kıbrıs’tan öte, Kıbrıs’ın ekonomi politik imkânları değere bindi.

Annan Planı’ndaki teatral “Evet” gösterisinden TC’nin sömürgeci dili ve sınıf taarruzu ile kurduğu Kıbrıs politikasına uzanan son on yıl birinci çerçevemizdir; işçi sınıfına yönelik cepheden sınıf taarruzuna burjuvazinin kendi içerisindeki sınıf mücadelelerinin belirleyici olduğu son üç yıllık dönem ikinci çerçevemizdir. Burada bir parantez açarak neden 3 yıl dediğimizi basitçe açıklayalım. Hükümet üç yılı aşkın bir süredir faiz yasasını bir neticeye kavuşturamamıştır. Bu tefecilerin ve bankaların mücadelesinin siyasetteki karşılığıdır, “ikili iktidar” olarak da tanımlanabilir. Bütün toplumsal gruplar şikayet eder gibi görünse de, tefeciler geleneksel partiler arasında CTP ve UBP’yi oluşturan toplumsal grupların bir parçasıdır. Bu yakınmalar sadece kamuoyunu manipüle etmek içindir.

Üçüncü çerçeve ise barikatların kurulduğu-çatışmaların yaşandığı son bir yıllık dönemdir. Bu üç çerçeve bize organik krizi, sistemin tepeden tırnağa krizde olduğunu gösterir. Organik kriz, geleneksel partileri oluşturan toplumsal grupların temsil krizi yaşadığını gösterir. Buna rağmen egemen bloğun Kıbrıs’ta acelesi olmadığını da görürüz. Hele ki belediye işçilerinin mücadelesi karşısında hiç mi hiç aceleci değildirler, sadece grevler-iş yavaşlatma/durdurma süreci, restorasyon için bir olanaktır. Belediye işçisinin öfkesini soğuran sendika bürokrasisinin ve TC sömürgeciliğinin memuru “KKTC başbakanın” birlikte işaret ettikleri düşman aynı olunca, belediye başkanını devirip bir düzenleme yapmak herkes için rıza dahilindedir. Lefkoşa Türk Belediyesi başkanı Cemal Bulutoğulları böyle bir ittifak sonucu devrilmiştir. Başkanı deviren mücadele işçi sınıfının eseridir ama massedilmiş bir mücadeledir! İşçi sınıfının hayatını idame ettirebilmek için gerekli asgari talepleri dahi hiçbir istifa veya seçimle karşılanamaz! Belediyedeki işçi sınıfı mücadelesi sistemi işlemez hale getirince soldan sağa herkese onaylatılmıştır restorasyon, yani artık meşrudur.

Restorasyon sınıf taarruzudur! Cemal Bulutoğulları’nın devrilmesi ile TC sömürgeciliğinin sermaye fraksiyonları arasında yarattığı eşitsizlik, yıllardır varlıklarını TC’nin varlığına bağlayan şovenistleri bile TC’den uzaklaştırmıştır. Bu sermaye fraksiyonları en başta finans kapital (banka sermayesi) ve tefecilerdir; Kıbrıslı müteahhitler, küçük üretici-imalat sanayi ve en son da çiftçilerdir. TC sömürgeciliğinin sınıf taarruzunu “revize” etmesini isteyen bu ‘rahatsız’ kanat, başbakan İrsen Küçük’ün karşısına dikilen Ahmet Kaşif kanadıdır! TC işgalinin 38 yıllık süresinde, TC’ye hizmet eden farklı kuşakları birleştiren iktidar bloğunun ana gövdesini oluşturan geleneksel parti olan Ulusal Birlik Partisi’nin 24 Şubat’ta tekrarlanan Kurultayı’nın anlamı budur. ‘Rahatsızların’, yani gözü kapalı rıza göstermeyenlerin, bu itiraz hâlleri, sermayenin, yatırımların ve taarruzların merkezileşmesinden kaynaklıdır, belli ‘eller’de toplanmasıdandır. Kaşif ile Küçük arasındaki parti liderliği mücadelesinin sınıf fotoğrafı budur. Bu fotoğrafın barındırdığı olasılıklar hiç de azımsanamayacak kadar geniş hatta yayılmıştır. TC sömürgeciliğinin tüm müdahalelerine rağmen Ankara’nın adamı İrsen sadece 7 oy farkla, parti yarısından bölünerek başkan kalabilmiştir. Ama bu durum, Lefkoşa Türk Belediyesi seçimlerinden sonra yeniden şekillenecek biçimde ertelenmiş bir organik kriz artığıdır.

Maliye bakanı başbakanla anılırken, Kaşif belediye başkanları ile anılıyordu. Bir tarafta cumhurbaşkanı bir tarafta başbakan, bir tarafta maliye bakanının bankaların ‘tavsiyesi’ ile yapma peşinde olduğu düzenlemeler ve diğer tarafta düzenlenecek olanlar! Sözde KKTC meclisinin meclis başkanı Kaşif’çi, partinin bakanları yarı yarıya bölünmüş iken organik kriz massedilmiş sayılmaz, ertelenmiştir… 24 Şubat restorasyon için darbedir! UBP’nin tekrarlanacak kurultayına bir hafta varken, TC’li bakanların Kıbrıs çıkarması yapması, bu çıkarmadan sonra Ankara’ya götürülen delegeler ve STÖ liderleri, TC’li bakanların Kıbrıs’ta delegeleri ikna çabası ve bu ziyaretin akabinde daha da büyüyen Başbakan-Cumhurbaşkanı kavgası, bu müdahale ortamına rağmen ortadan bölünen bir parti, tek bir şey gösterir: AKP’nin belki de ilk kez “Gramsci’ci manevraları” uygulayamayışının resmidir bu durum! Kendi adamlarına kazandırdılar, ama karşı tarafın da saha hakimiyeti sürüyor… Bu kez sömürgeciler massedemediler, rıza ile baskıyı birleştiremediler, yani hegemonya kuramadılar. Kıbrıslıların sevdiği deyişi ile “buzluğa kaldırdılar”. Zaten Gramsci, Bolşeviklerindir. Formüllerle hayata geçirilemezdi, AKP’li geveze entellektüellerin sivil toplum güzellemesi de buraya kadardı!

Bu başarısızlığın farkındadırlar ki sömürgeci bir sivil toplum hareketi peşindedirler; ama buna rağmen yarım asırdan fazladır TC’ye bağlılığını ispat etmiş tetikçi basının, TC müdahaleciliğine karşı çıkması bu sivil toplum hareketinin de bir ayağını topal bırakıyor. UBP içerisindeki massetme sürecinin sendika bürokrasisini massetmekten zor olacağı kesindir. Ortaya bir “Cemal” atarsanız herkes kapar, başbakanı gagalar sendikası gagalar. Ama birleşik işçi cephesi olmaksızın ne yenilgi olur ne zafer olur, organik kriz sürer. Sendika massedilir. İşçiler de sendikasız kalır. Massetme olmaksızın da restorasyon imkânsızdır, yarılma gerçektir! Bu yüzden 24 Şubat bir darbedir. Ama ikinci bir darbeyi belediye seçiminden sonra bekleyiniz!

Fragmenter bir biçimde süren restorasyon, sınıf taarruzunun ilk etabında burjuvazinin kendi içerisinde başarısızdır. Ama taarruz tepelerden ovaya inerken muharebe işçi sınıfı ve mülksüzleştirilenlere karşıdır. Yani, TC sömürgeciliğinin şu an KKTC’de iki mevzisi vardır: Birinci mevzi işçi sınıfına, ilkel birikim olanakları için çevreye/ekolojiye ve üretim araçlarına karşıdır. İkinci mevzi ise tefeci, küçük burjuva, küçük üretici, çiftçi, imalatçı vb.’ye karşıdır. Ama her şeye rağmen unutulmaması gereken Belediye’de işçi sınıfının militanlığı belediye başkanını götürdü. TC sömürgeciliğinin “restorasyonu” için olumlu bir adımı işçi sınıfı atmış olsa da işçi sınıfı şunu anlamalıdır: Bugün düşmana yarayan başarı, yarın işçi sınıfının zaferi için atılacak bir adımdır. Dünya proleteryasının tarihi böyle binlerce örnekle doludur, mücadele düşmana yarar, ama bu bir sıçramadır. Tek mevzu “hegemonya”nın başını kimin tuttuğuyla ilgilidir. Dar ölçekli militan bir işçi sektörü ezilen bütün toplumsal grupların “başı” olursa oradan “ittifak” doğar. Oradan proleter hegemonyası çıkar. Lenin’den öğrendiğimiz en önemli şey budur. Zayıf bir grubun kitleleri hiç gitmek istemeyecekleri bir yere götürebileceği. Belediye işçisi en çok bunu anlamalıdır.

Burjuvazinin buzluğa kaldırdığı organik krize dönecek olursak… Banka-tefeci eşitsizliği ve borç krizi yerli yerinde duruyor. Kurultay’ın ertesi günü İrsen’ci Maliye bakanının ağzından dökülen “Tefecilerin düzenlenmesi gerek” sözlerine şaşmamak gerek. Restorasyon için darbesiyle, Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı (TOMA) alımı ile yaratılacak baskı ve yaratılmaya çalışılan sömürgeci sivil toplum hareketiyle hegemonya tahsisine uğraşıyor AKP. Bu yüzden restorasyon sürüyor. Ama bu kez formül işlemeyecek: “Baskı / Şiddet + Rıza= Hegemonya” formülü işlemeyecek.

Türk-Sen ve BES seçilecek bir sosyal demokrat adaya rıza göstereceklerinin ve uzlaşıya hazır olduklarının işaretini verse de bu toplumsal fayda değildir, mücadelenin massedilmesidir. Ama sendika bürokrasisinin eğilimini taşıdığı bu yönelim, sokağa alışan belediye işçisine çarpar! Bir “eğilimin” ötesinde, Elektrik faturalarının ve Belediye hizmet bedellerinin Tüketiciler derneğine açıklama yaptıracak kadar artması, sendikaların, işçi maaşlarını kurumları borç krizine sokanlardan değil, vatandaşa kesmesi de zaten burjuvaziden faturayı başkasının sırtına yüklemeyi iyi öğrendiklerinin göstergesidir. Sendikalar açıktan, Avrupa sendikalarının kronik hastalığı olan “sosyal diyalog”dan muzdarip olduklarını gösteriyorlar: İşverenle uzlaşı temelinde sömürüye ortak bir sendikacılık!

Restorasyon, TC işgalinin Kıbrıs’taki üç atlısına dairdir: Bankalara, tefecilere ve şiddet tekeline! Kıbrıslı tefeciler TC işgalinin yarattığı eşitsizlik koşullarından beslenerek var olmuşlardır. Tefecileri var eden, oluşmalarına olanak sağlayan koşullar ile onların daha fazla gelişmesinin önünde engel olan koşullar ayni koşullardır. Banka-tefeci ikilemine sıkışmış bir kapitalist düzende mülksüzleşen bütün kesimleri zapturapt altına alsanız dahi sizin tarihinizin sonu gelmiş demektir. Restorasyona şiddet tekelinden başlayan sömürgeci devletin kilitlendiği nokta budur. Zorla da rıza ile de yönetilemeyen bir toplum var bugün Kıbrıs’ta. Zor ve rıza dengesinde kantarın topuzunu baskıdan taraf fazla kaçırmış bir TC var. Buna rağmen yönetebiliyorlar, çünkü Lefkoşa belediyesi işçilerinin vakasında da görüldüğü gibi ortada sendika bürokrasisinin eliyle bir soğrulma var. Uzlaşmaya hazır bir durum. TC’nin sömürgeci müfredatını dayattığı Çalıştay’ı KTÖS’ün boykot etmesi KTOEÖS’ün katılması gibi bir ikilem var Kıbrıs’taki sendikacılıkta: Boykot edebilenler ve burun kıvırıp uzlaşmaya hazır olanlar!

Belediyede bugün “soğrulma”nın sözlük anlamı ile karşı karşıyayız: Koca bir mücadele massedildi, emildi, soğruldu, yutuldu! Bunun nedeni ise dar-korporatist sendikacılığın vücut bulduğu bir yer oldu Lefkoşa belediyesi. En dar kapsamdaki ekonomik talepleri başbakanlığın siyasi talepleri ile birleştirip belediye başkanını devirince, işçi sınıfı nasıl kaybeder sorusunun cevabı verilmiş oldu. Her an uzlaşmaya gönüllü olup, diğer sektörlerdeki sınıf taarruzlarına birlikte karşı koymak yerine hep diplomatik çareler üretti sendika bürokratları: “Hristofyas’a gidiyoruz” deyip başbakandan taahhüt alan, sonra da diplomatik aklın bile elinde patladığı bir vaka! Artık gidecek bir Hristofyas da yok, onu da Merkel devirdi!

Sendikaların bu kadar “kısa erimli” ekonomik çıkarcılık yapabilmesinin sebebi de vülger-reaksiyoner soldur. Sendikaların, “hayır kurumu” olarak kısa vadeli ekonomik çıkarlar üzerinden diplomatik yönelimlere saplandığını söylemek bile “ideolojik bağımsızlıkla” ilgilidir: Kayıtsız şartsız sendika destekçiliği-kuyrukçuluğu yaparken bir süre sonra sendika bürokrasisinin elini güçlendirmekten başka bir şey yapmamış oluyorsunuz. Sendikaları eleştirmek sendikacıları “o anda” öfkelendirse de yarın başlayacak mücadelelerin saman alevine dönüşmesine panzehirdir ve kitlelerin genel grevlere ve eylemlere küsmesinin dinamiklerini ortaya koymaktır. İdeolojik olarak sendikaya bağlanmışsanız zaten, sendika kuyrukçusuysanız, bu durumu değil görmek, bizim gibi dile getirenlere nefret beslersiniz! Kıbrıs’taki sendikaların Brüksel ve Britanya ziyaretlerinin kazanımlarının olup olmadığını sormaktan aciz, vülger-reaksiyoner bir sol var!

Sınıfa ve mücadeleye dair söyledikleri her şey vülgerdir, kabadır: çerçevesi çizilmemiştir, köşeleri ve sınırları yoktur. “Biz demedik”, “biz onu kastetmedik”, “biz yoktuk” demenin yoludur bu. Sınıfa ve mücadeleye dair söyledikleri her şey reaksiyonerdir, yani planlanmadan verilen cevaptır. Momente bağlı ama geleceği esir alan bir gericiliktir: Sınıf mücadelelerinin, taarruzun, proleterleşmenin-mülksüzleşmenin, katı olan her şeyin massedilmesinin bu kadar yoğun olduğu bir coğrafya ve zamanda değirmi laflar ettikleri için, “halkın haklarının kutsallığı”, “aileyi dişi kuşun çevikliğinin kurduğu”, “halkların kardeşliği” ile vaziyeti kurtardıkları için reaksiyonerdirler!

Vülger-reaksiyoner sol gibi sendikaları eleştirmemek önce sendika üyelerini umursamamak anlamına gelir. Sonra da sınıfın uluslararası birliğine ihanettir. Libya bombardımanı günlerinde Brüksel’e, Avrupa’da bütün hükümetler sosyal yamyamlığı sürdürürken çeşitli kapılara gitmek Avrupa işçi sınıfının boğazına basan burjuvazinin hizmetkârlarına el avuç açmaktır. Kıta Avrupa’sını bırakın bir yana! Brüksel’den bir şey beklemek Rum Kıbrıslıları gırtlaklamaya hazırlanan Alman emperyalizmine umut bağlamaktır. En basit tabiri ile sınıfına ihanettir!

Yarım yüzyıllık Türk milliyetçileri, şoven-sömürge bilincinin en yüksek aşamasının temsilcileri, başta Volkan gazetesi olmak üzere, birkaç yıllık uygulamalar sonucunda nasıl “TC müdahaleciliği”nden yakındıklarını görüyoruz. Yakın bir zamana kadar sendikacılar ve partiler TC’ye en ufak eleştiri yönelttiklerinde “Rumcu” manşeti ile saldırıya uğruyorlardı. Kendi işleri ters gittiği zamanlar, TC’ye müdahale etmesi için çağrıda bulunanlar şimdi müdahalecilikten yakınıyor. Hava döndü! Kıbrıs TC tarafından “tertiplenirken” TC’nin yeri de Kıbrıslıların bilincinde başka bir yere oturuyor. Sınıf dinamiklerinin belirleyiciliği bilinçlerde “on yıllık” sıçramalar yaşatıyor. Tarih hızlanıyor! Daha büyük sıçramalar da bu dönemde beklenmelidir: Hem ileriye hem de geriye! Tarih hep ileriye doğru işlemez. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği ile düşünmek zorundayız.

Hem TC cephesinde hem de her gün daha çok proleterleşen kitlelerin cephesinde sıçramalar beklenmelidir. Depresyon günlerindeyiz. Değirmi cümleler kuramayız. Birinci depresyon Kıbrıs’ın Osmanlı’dan Britanya’ya devrine sebeptir. İkinci depresyon EOKA’nın atası X örgütünün kuruluş koşullarının ebesidir. Yunanistan’da kurulan bir X örgütünün Kıbrıs’taki gölgesini yaşamışsak, TMT doğmuşsa ve film kopmuşsa, bugün de Hrisi Avgi’nin nelere kadir olduğunu tahmin edebiliriz. Bugün yaşadığımız üçüncü depresyon Alman emperyalizmi ile Güney Avrupa’yı kamplaştırdı. Kıbrıs’ta da Alman emperyalizmi-Rus burjuvazisinin mücadelesi sürüyor2. Bir de İslamcı burjuvaziyi eklediniz mi fotoğrafa, fotoğrafın barındırdığı olasılıklar bile yetecektir Brüksel ile Tahrir Meydanı arasındaki farkı anlamaya…

1 İstirdat: Geri alma.

2 Kıbrıs’ta görünür olmaya başlayan Alman emperyalizmi meselesini bu yazıda da yer yer vurguladık. Bu konuda başka bir yazı yazacağımız için dağınıklığa gerek yok.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2013 tarihli 41. sayısında yayınlanmıştır.