Paris suikastı (2): Çatlı geleneği hortluyor

Paris’te Kürt hareketinin üç kadın militanının katledilmesi, Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürt sorununun gelişmesi açısından çok önemli sonuçları olacak bir olaydır. Bu yüzden de arkasında hangi güçlerin yattığını anlamaya çalışmak büyük önem taşıyor. Dünkü yazıda saldırının neden PKK içinden müzakere sürecine, barışa ya da silah bırakılmasına karşı bir odak tarafından düzenlenmiş olamayacağını mantıksal temelleriyle ortaya koymuştuk. O yazımız “peki o zaman kim?” sorusuyla bitiyordu. Bu yazıda bu konu üzerinde bazı düşünceler ileri süreceğiz.

Her şeyden önce teorik olarak Paris suikastının ardında birçok farklı gücün olmasının mümkün olduğunu belirtelim. Bu güç, Türkiye’nin emperyalizmin hizmetinde canını çok yakmış olduğu Suriye’nin Muhaberatı da olabilir, Erdoğan’la sıkıntılar yaşayan İsrail’in Mossad’ı da. Kürdistan Bölgesi petrolleri konusunda Türkiye ile kıyasıya bir mücadeleye girişmiş olan Irak’ın merkezi hükümeti de olabilir, Ortadoğu politikasında her geçen gün karşısına daha düşmanca bir tavırla çıkmakta olan Türkiye’nin oyunlarını bozmak isteyen İran da. Bunlara isteyen Rusya’yı, ABD’yi veya herhangi bir Avrupa devletini ekleyebilir. Bunların bu eylemi düzenlemekten nasıl bir çıkarı olabilir? Türkiye ile Kürt hareketinin karşılıklı görüşmeler yoluyla bir barışa ulaşmasının kendi aleyhlerine sonuçlar yaratacağı kaygısına kapıldıkları için bu süreci engellemek amacıyla iki tarafı birbirine düşürmeyi hedeflemeleri teorik olarak mümkündür. Ama sadece teorik olarak!

Neden? Çünkü, her şeyden önce, Türk basınının propagandası ne derse desin, aklı başında bütün güçler, Kürt tarafının barışa daha yatkın olduğunu, dolayısıyla bu tür bir provokasyonla müzakere yolundan kolay kolay döndürülemeyeceğini bilmektedir. Dolayısıyla, Türk tarafına karşı yapılacak bir bombalı saldırı ya da suikast çok daha sonuç alıcı olurdu. Haydi diyelim bu çok denenmiş bir yöntemdi, bu kez işe yaramayacağı düşünüldü. Bunun yerine benimsenen yöntemin taraflarca kolayca savuşturulabileceği açık değil mi? Türk tarafına yapılacak bir saldırı veya suikastı PKK üstlenmese bile barış görüşmelerinin güçlü düşmanlarının olduğu bir ortamda “PKK olmayabilir, ama azınlık bir kanattır” fikrinin işleneceği ortada. Yani PKK’nin o tür bir eylemi üstlenmemesi, provokasyonu boşa çıkarmazdı. Ama Kürt hareketine yapılan bir saldırı aracılığıyla provokasyonun boşa çıkarılması kolaydır. Barış müzakerelerine girmeye hazırlanan bir hükümetin başı çıkar ve “bu saldırı Türkiye’nin güçlerince işlenmemiştir, biz barışı samimi olarak arzu ediyoruz” der ve Kürt hareketi ve kitleleri bu alışılmadık dilden ve jestten dolayı bu saldırının başka bir gücün provokasyonu olduğunu kavrardı. Dolayısıyla, “yabancı istihbarat örgütleri” teorisi de kolay kabul edilebilecek bir teori değildir.

Kontrgerilla

Suikast “iç hesaplaşma” da, “yabancı istihbarat provokasyonu” da değilse, geriye pek az olasılık kalıyor. Başka gezegenlerden güçler gelmediyse, ok Türkiye devleti içinden bir gücü gösteriyor. (Faşist hareketin herhangi bir kanadının devletten bağımsız bir operasyonuna ihtimal vermek, tarihsel gelişmenin bu aşamasında çok zordur.) Bütün liberaller ve AKP yanlıları, elbette iş buraya geldiğinde hemen “Ergenekon” ya da “ordu içindeki darbeci güçler” diyecektir. Böyle bir ihtimal yoktur denemez.

Ama önce bir olguyu hatırlatalım. Basına yansıyan bilgiler, Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya gitmesinden önce Milli Güvenlik Kurulu’nun hükümetin MİT aracılığıyla yürüttüğü görüşmelere onay verdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, komuta kademesi, aşırı bir taktik ikiyüzlülük ihtimali dışında, bu cinayetin bir parçası olamaz. Şimdiki genelkurmay başkanının göreve nasıl geldiği ve bugüne kadar nasıl davrandığı göz önüne alınırsa kendisine bu tür bir komploculuk atfetmek zor olur. Demek ki, ordunun emir komuta zinciri temelinde bu işin içinde bulunması ihtimali son derecede düşüktür.

Bu, ordu içinden merkezkaç güçlerin böyle bir suikastı düzenlemiş olması ihtimalini elbette ortadan kaldırmıyor. Her ne kadar Ergenekon ve Balyoz tutuklamaları ve davalarından bu yana kontrgerilla güçleri üzerinde hükümetin (geçici olarak da olsa) bir hâkimiyet kurmuş olduğunu düşündürecek çok şey varsa da, azınlık ve kontrol edilemeyen bir kanadın bu tür bir işe kalkışarak müzakere sürecine bir darbe vurma çabasına girişmiş olması mümkündür.

Önemli olan başka bir şeydir. Suikastın ardındaki gücün Türkiye devleti içinde olması ihtimali söz konusu olunca, liberaller hemen parmaklarını AKP karşıtı bir güce çevirmekte ve bu işin içinde AKP hükümetinin olamayacağını ilan etmektedirler. Esas sorulması gereken soru şudur: Bu varsayım doğru mudur?

Hem konuş, hem öldür!

Böyle bir varsayım kesinlikle doğru değildir. Bu varsayımı yapanlar, AKP hükümetinin “iyi niyetine” yıllardır kanmış olmaları bir yana hâlâ kanmaya devam etmek isteyenlerdir. AKP hükümetinin hem İmralı görüşmelerini yapıp hem de böyle saldırılarda bulunması ciddi bir olasılıktır.

Bir kere, bu “barış” görüşmelerine oturan birtakım devletler açısından geçmişte uygulanan bir taktik. İsrail, 1993’te başlayan Oslo süreci boyunca birçok Filistinli önderi öldürdü, hapse attı, cezalandırdı. Daha önemlisi, “barış” adı verilen sürecin Filistin tarafındaki mimarı, FKÖ’nün tarihsel önderi Yasir Arafat’ı evinin dışına çıkamaz duruma getirdiği bile oldu. Son haftalarda, Turgut Özal’ın bir cinayete kurban gidip gitmediğini belirlemek için yapılan tetkike benzer bir incelemenin Arafat için de yapılacağı konuşuluyor. Yani İsrail’in “barış süreci” içindeki bir numaralı ortağını dahi öldürtmüş olabileceğinden kuşkulanılıyor!

İsrail yapar, Türkiye yapmaz diyecek kimse var mıdır bilmeyiz. Ama Pazartesi günü Mardin’de yaşanan olaylar hükümetin, özellikle de İçişleri Bakanı’nın bir yandan konuşurken bir yandan da öldürme konusunda hiçbir sınır tanımadığını açıkça ortaya koyuyor. Mardin olayları da mı PKK’nin “iç hesaplaşması” ya da “yabancı istihbarat provokasyonu”?

Kimileri, “ hem konuş, hem öldür” stratejisine bir anlam veremeyebilir. Bunlar her şeyden önce hükümetin samimi olduğuna, yani başlatılan görüşmelerin gerçekten ve mutlaka barışla sonuçlanmasını amaçladığına inanmışlar demektir. Şayet konuşmanın amacı başka bir şeyse, yani konuşma başka bir stratejinin taktik bir halkası ise, o zaman “hem konuş, hem öldür” gayet kolaylıkla anlaşılır hale gelir.

Ama bu bile gerekmez. Hükümet kendisinin “barış” dediği bir şeyi gerçekten amaçlıyor, bunu gerçekleştirmek için Kürt hareketine kendi “barış”ının koşullarını dikte etmeyi amaçlıyor olabilir. Bu durumda her tür baskı ve cinayet “eğer benimle anlaşmazsanız, başınıza gelecekleri görüyorsunuz” anlamını taşıyabilir.

Daha ötesini söyleyelim. Mesaj belki de başka bir yerlere verilmiştir. Erdoğan daha yeni kendisinin bu süreçten anladığının PKK’nin silahsızlanması karşılığında PKK’nin önder kadrosunun yurtdışına, yani Avrupa’ya, muhtemelen Norveç’e gitmesi olduğunu dile getirdi. “Barış” ve “Kürt sorununun çözümü” ile en ufak bir ilişkisi olmayan bu modele dahi Türkiye içindeki müzakere karşıtları, mesela faşistler şöyle itiraz edebilirler: PKK önderleri yurtdışından da buradaki hareketi yöneterek “milli birliğimize” tehlike oluşturabilirler. Paris suikastının dördüncü somut özelliği burada büyük anlam kazanıyor. Türkiye devleti, bu suikastla Türkiye içinde bu sürece karşı olanlara şunu anlatmak istemiş olabilir: “Avrupa’da hoşuma gitmeyen şeyler yapanı işte böyle katlederim. Batılı dostlarımın istihbarat örgütleri de bana yardımcı olacaktır.” Kimileri Norveç’e güvenmiş olabilir.  Pek “demokratik” Norveç’in NATO üyesi olduğunu unutanlara bunu hatırlatmak görevimizdir!

Abdullah Çatlı’ların dönüşü

İlk yazımızda, Paris suikastının bir tarihi “ilk” olduğunu vurgulamıştık. PKK türü birçok hareketin önde gelen kadroları geçmişte suikastlara kurban gitmiştir. Ama 30 yıla yaklaşan savaş süresi boyunca PKK böyle bir şeyi hiç yaşamamıştı. Çiller döneminde Öcalan’a başarısız bir suikast çabası dışında, amacına ulaşan böyle hiçbir girişim bilinmiyor. İşte bu durum Paris olayına muazzam bir önem kazandırıyor.

İkincisi, savaş Avrupa’ya sıçramıştır. İşte burada Paris’in seçilmesi de son derecede anlamlıdır. Paris, 1980’li yıllarda kontrgerilla-faşizm-mafya işbirliği çerçevesinde Ermeni hareketlerine karşı yapılan yurtdışı operasyonların merkezi idi. Türk kontrgerillası Paris konusunda güçlü bir deneyime ve demek ki Fransız gizli servisleriyle sağlam bir işbirliği geleneğine sahiptir. Şayet bu işi Türkiye’nin gizli güçleri yaptıysa, işi en iyi yapabilecekleri yeri seçmişler, PKK’nin Almanya sorumlusunu Fransa’da öldürmüşlerdir!

Abdullah Çatlı’nın geleneği hortlamaktadır. Sri Lanka tipi çözüme dikkat!

Bu yazı 18 Ocak 2013 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.