“Muhafazakâr sanat” neyi hıfzediyor?

AKP hükümetinin iktidarlar için verimli bir sömürü aracı olan sanatsal yaratıma dair kalıcı değişiklikler peşinde olduğu sır değil. Bu alana dair mülkiyet ilişkilerini tümüyle liberalleştirmeye çalışıyor. Sinemada sansürle yürüyen bu süreç, tiyatroda özelleştirme hamleleriyle vuruyor. Sanatın özelleştirilmesiyle birlikte sanatçıların da özlük hakları ellerinden alınarak esnek çalışma koşullarına mahkûm edilmeye çalışıldığı görülüyor. AKP hükümeti, Devlet Tiyatroları ile Şehir Tiyatroları’nın özelleştirilmesine ilişkin raporunu açıkladığında görüldü ki, 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’na bağlı olarak çalışan kadroları bir an önce tasfiye edip, sözleşmeli çalışmayı esas hale getirme derdinde. Başbakan “Şehir tiyatrolarını özelleştireceğim, ondan sonra istediğiniz gibi oynayın” diyerek taarruza geçtiğinde, liberaller hazza gelmiş, ama şehir tiyatroları sanatçılarının eylemlerinden sonra bir süreliğine geri adım atılmasından kederlenen Radikal yazarı, iktidarın on numara sağ kanat oyuncusu Akif Beki gibileri  “Ne tiyatroymuş ama bir türlü özelleştirilemiyor” diye ağlamışlardı. Kamu İktisadi Teşebbüsleri özelleştirilirken “zarar ediyor” diyenler, şimdi “Oyunculuk kötü” diyerek tiyatroların özelleştirilmesini alkışlıyorlar. Oysa sanatsal nitelik bakımından eleştiriyi hak eden oyunlar varsa bunun nedeni, sanatçıların iş güvencesinin olması değil, şimdiye kadar sağladığı maddi himayeyi kullanarak patronluk taslayan ve sanat kurumlarını egemen ideolojinin hizasına çeken devletin kendisidir. Bu, AKP’den önce de böyleydi AKP döneminde de. Sanat gibi ciddi ideolojik işlev gören bir alanın, sınıflı toplumlarda devlet tarafından bekçiliği yapılan özel mülkiyet ilişkilerinin bekasını sağlamak için kullanılmaması düşünülemez.

Yazar İskender Pala tarafından Zaman gazetesinde manifestosu da yayınlanan ve uzun süredir çeşitli platformlarda gündemi işgal eden  “muhafazakâr sanat” projesi, tam da Şehir Tiyatroları yönetiminin belediye bürokratları tarafından işgaliyle ateşlenen tartışmalarla anlam kazandı. Manifesto, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen’in  “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” sözlerinin açılımını yapıyordu. Muhafazakâr kesimin “demokrasi anlayışı ve sanat normlarını”, toplatılan kitaplar, üzerine tükürülen heykeller, yasaklanan oyunlar, bandrol verilmeyen, festivallerden çekilen filmlerle yıllar içinde müşahede ettik zaten. Gerisi laf-ı güzaf. Olan şudur: İslamcı muhafazakârlık, sanatta güncel bir rejim olarak sermaye iktidarının liberal saldırılarını sanat alanına aktarırken, dini, ahlaki, geleneksel aidiyetleri kullanarak meşruluk sağlıyor. İktidar bu yolla, gerici, otoriter, ”kutsal mesajlardan” beslenen hayalleri zihinlere kodlayarak hâkim sınıfların manevralarına hareket alanı sağlamaya çalışıyor. Tüm bunlar, sanatın aynı zamanda siyasi bir etkinlik olduğunu ve burjuvazi tarafından mülksüzleri şekillendirme aracı olarak nasıl kullanıldığını da ortaya koyuyor.

Adı ister “İslam estetiği”, ister “muhafazakâr sanat” isterse de “bireyci sanat” olsun, çelişkilerden beslenmeyen, dünyayı yaratan zıtlıkları ve getirdiği bunalımı, kaygıyı, çürümeyi, yabancılaşmayı yansıtmaktan kaçınan eserler estetik açıdan değersiz olmaya mahkûmdur; çünkü sanat, varoluşu gereği, olanı “muhafaza” edip, korumaya çalıştığında insan tahayyülünü sınırlandırır. Onun adı artık ya sipariş ya basit bir açıklama ya da sadece imajdır.  Sanatçı sisteme başkaldıran, hâkim değerleri sorgulayan, asilik edendir. Güncel olaraksa, kapitalist sistem içindeki çarpıklıkları sergileyen, ezilenlerin ve dâhil oldukları sınıflı toplumun çelişkilerini estetik biçimde ortaya koyandır.  Rahatsız olan ve rahatsız eden kişidir sanatçı. Verili gerçekliği olduğu gibi aktarmakla kalmayıp ona müdahale eden, dönüştüren ve tekrar yaratandır. Bundan dolayıdır ki icraatı üretkendir. Muhafazakârsa gerçekte sanat eseriyle ilgilenmez, sanat ile toplumsal değişim arasında var olan diyalektik bağ, onu bu alakadan alıkoyar. Onun için mesele, olanın korunmasıdır, olanın estetik yoluyla kavranması değil.

Kapitalist sistemde kârın birikebileceği alanlara yatırım yapılır. Pazarda kıymeti yoksa ve para kazandıracak biçimde tüketim yaratmıyorsa ne tiyatro sahnesi ne de sinemalar açılır. Bunlar kamusal hizmet olarak görülmez, kitlelere ulaştırılmaz ve emekçilerin sanatsal sürece katılımı sağlanmaz. Zaten bütün gün köle gibi çalışıp akşama perişan olan yokluk içindeki insanlardan buna vakit ayırması ya da zevk alması da beklenemez. Diğer yandan kapitalist, burjuva sanattan, düzenin meşruiyetini sağlamak, kendi ideolojisini yeniden üretmek ve ezilenleri kültürel olarak çevrelemek için de faydalanır. Dolayısıyla, sınıflı bir toplumda bir sınıfın çıkarlarından bağımsız, tarafsız bir sanat ya da sanatçı vücut bulamaz. Kaldı ki, sistem sanatçıyı da para kazanmak için eyleyen bir esire dönüştürür. “Muhafazakâr sanat” anlayışı nasıl burjuva sanatının bir parçası olarak ezen sınıfın hizmetindeyse, emeğin yanında olan bir sanat anlayışı da işçi sınıfının ve devrimcilerin gıdası olmalıdır. Sanatın emekçilerin de katılabileceği bir hayat kanalı olabilmesi için onu metalaştıran kapitalist sistemin yok edilmesi, sadece zaman ve para ayırabilen seçkin bir azınlığın elinden alınarak topluma mal edilmesi gerekmektedir.“Muhafazakâr sanat” istediği kadar neoliberal düzende krizlerle bunalmış, karmaşa ve belirsizlik içindeki emekçileri artık işi bitmiş olana nostaljiyle uyutmaya çabalasın, esirler dünyasının uyanışı ve son kavgası bu çabayı boşa çıkaracaktır.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Kasım 2012 tarihli 37. sayısında yayınlanmıştır.