“Meşeyi yakmaya çalışmak”

18 Ekim’de başlayan Diyarbakır KCK davasında egemenlerin ana fikri kısaca şöyle özetlenebilir. Davanın özü; egemenlerin, BDP’li belediye başkanlarından başlayarak, kültür ve sanat kurumu temsilcilerine, insan hakları savunucularına uzanan çizgide Kürt halkının temsilcilerinin tamamını cezalandırma, sorunu “Kürtsüz” çözme arzusu.

Yargılamanın kendisi ise baştan aşağı bir skandal. Hiçbir usule uyulmadan tutulan tutanaklar mı, mahkeme kararı olmadan yapılan ev aramaları mı, süresi geçmiş kararlara dayanan telefon dinlemeleri mi, aslında konut dokunulmazlığını ihlale ve yağmaya konu olabilecek işlemler mi, her türlü hukuk dışılık mevcut. Aslında uzun ve traji-komik bir masal, ya da “niyet okuma ansiklopedisi” olarak tanımlanabilecek 7561 sayfalık iddianame ve 130 bin sayfalık ek delil klasörleri aralarında DİP Girişimi adına benim de bulunduğum 300’ü aşkın avukatı şimdiden çileden çıkarmış durumda. Nasıl olmasın ki? DTP programı ve MYK kararları, DTK ve demokratik kitle örgütlerinin çalışmaları, İHD raporları, anayasa profesörlerinin katıldığı çalıştay bile suç delili olarak gösteriliyor. En çarpıcısı ise BDP’lilerin katılmış olduğu Hasankeyf'in kurtarılmasına ilişkin pek çok popüler ismin ve kurumun da destek verdiği imza kampanyası ve etkinliğin “terör örgütü mensuplarının geçiş güzergâhı olması sebebiyle” örgüt talimatıyla yapıldığı değerlendirmesi. İnsanın “Yuh artık, bari Tarkan'ı ve Ajda Pekkan'ı da yargılayın” diyesi geliyor!

Adana, Mersin, Antep ve Urfa KCK davaları da benzer durumda. Bütün bu davalarda toplam 1700’ü aşkın Kürt tutuklu bulunuyor. Tutuksuz yargılananların sayısı da 2000’e yakın. Yani şöyle kaba bir hesapla dahi kadın kurumlarından gençlik örgütlenmelerine, MKM (Mezopotamya Kültür Merkezi) gibi kültür-sanat kurumlarına kadar çok sayıda Kürt hem de çok ağır cezalarla yargılanıyor. Yakında sıra Kürt inşaat işçilerine ve pazarcılara gelirse hiç şaşmamak lazım!

Devlet bir yandan Öcalan’la artık itiraf etmek zorunda kaldığı müzakereleri yürütürken, öte yandan askeri operasyonları sürdürüyor. Bu davalarda ise tutukluları bir tür rehine mantığıyla cezaevlerinde tutmaya devam ediyor. Kürt tutuklular ise son derece yerinde bir hamleyle savunmalarını Kürtçe yapmakta ısrar ederek hem kendilerinin, hem temsil ettikleri Kürt halkının onurunu korumakta kararlı olduklarını gösterdi. Bu yönüyle yargılamalar bir anlamda tıkanmış, sürekli “açılım” lafları eden iktidar ise deyim yerindeyse köşeye sıkışmış durumda.

Öte yandan Kürt halkını ve BDP’yi bekleyen çok yakın bir tehlike kapıda: sermaye güçleri referandumdan zaferle çıkan ve direnmeye devam eden Kürt halkını ve BDP’yi ehlileştirme senaryolarını güncellemiş durumda. Bir dönem CHP genel sekreterliği de yapmış olan Tarhan Erdem’in 14 Ekim 2010’da Radikal’deki köşesinden CHP-BDP işbirliği üzerine yazdığı yazıdan sonra, CHP çevresinden bazı “ajan”ların hemen harekete geçtiği biliniyor. Yani bir anlamda, o dönem muazzam serhildan yükselişinde olan Kürtleri burjuva siyaset sahnesine çeken 1991 benzeri bir operasyon hazırlanıyor. Hatırlatmak gerekirse: 91 seçimlerinde aralarında Ahmet Türk, Leyla Zana, Hatip Dicle ve 1993’te kontrgerilla tarafından öldürülen Mehmet Sincar’ın da bulunduğu 14 Kürt milletvekili SHP listesinden seçilmiş ancak 1994’te, hem de Meclis’ten dövülerek gözaltına alınmış, tutuklanarak 10 yılı cezaevlerinde geçirmişti.

Tunceli Valisi 23 Ekim’de katıldığı Dersimliler Derneği’nin yemeğinde “Asker yakmak istiyor ama meşe yanmıyor ki!” sözleriyle ormanların asker tarafından yakıldığını nihayet itiraf etmiş. İnanıyoruz ki, BDP’li dostlarımız, 1991 ve 2004 hatalarından ders çıkararak kendilerini teslim almaya çalışan burjuva güçlerine “meşenin yanmadığını” gösterecek, sosyalistlerle, devrimcilerle, işçi sınıfı ile Üçüncü Cephe’de mücadeleye devam edecektir.

Biz ise, bıkmadan usanmadan Türkiye işçi sınıfına, emekçilere ve yoksullara, halkların kardeşliğinin işçi sınıfının birliğinden geçtiğini anlatmaya devam edeceğiz.

Sakarya Komünü’nde işçi kardeşliği destanını yazan Tekel işçilerinin lügatıyla!