Marx ve parti (1): Ahmet Tonak’a açık mektup

Halk isyanı sonrasında örgütlenmeye ilişkin her türlü mesele yakıcı bir pratik önem taşıyor. Bu ortamda en önemli sorunlardan biri de bu isyanın sürükleyicilerinden biri olan 90 kuşağının genel olarak örgüt, özel olarak da parti konusunda olumsuz bir yaklaşıma sahip olması. Bu bağlamda, yoldaşımız Sungur Savran, BirGün yazarı Ahmet Tonak’a bir mektup yazarak, onun kendi sütununda başlattığı parti tartışmasına katkıda bulundu.

Sevgili Ahmet,

BirGün’deki köşende, başta ekonomik meseleler olmak üzere birçok konuya ışık tutan yazılar yazıyorsun. 11 Ağustos’ta ise (“Tabii ki örgütle, ama nasıl?”) yakıcı bir sorun olan örgütlenme ve parti sorununu, tartışma başlatmak amacıyla gündeme getirmişsin. Tartışmayı halk isyanının ardından nasıl bir örgütlenme sorusu temelinde açmışsın. Ardından çok haklı olarak “örgütsüz halkın (…) örgütlü sermaye ve devlet karşısında yenilmeye mahkum olduğu” gerçeğini berrak biçimde vurguluyorsun. Ne var ki, bu örgütün nasıl bir parti olması gerektiği konusunda (galiba) farklı düşünüyoruz. Sen Marx’ın “geniş tarihi anlamıyla parti” kavramını onaylar gibi bir izlenim veriyorsun okuyucuya. Yalın olarak söyleyeyim: Parti meselelerini tartışırken Marx’la (ve Engels’le) yetinemeyiz.

Önce “her tarihi dönem için geçerli bir parti modeli” yerine, “konjonktürel olarak kendini yenileyebilen ‘geniş tarihi anlamıyla’ parti kavramı”nı Marx’tan destek alarak ileri sürüyorsun. Buradan yazının sonunda daha somut önerilere geçiyorsun. Birincisi, “tarihi anın ihtiyaç duyduğu örgütün asgarileri üzerinde anlaşmak gerek”tiğini söylüyorsun. İkincisi, hemen ardından, “mücadele içinde dayanışma ve farklı eğilimleri barındırma” gereğinden söz ediyorsun (vurgular benim). Konu parti içi demokrasi ile ilgili olsaydı, sana sonuna kadar hak verirdim. Sanırım konu başka. Geniş, çok eğilimli, yalnızca asgari bir program üzerinde anlaşmış bir parti modeli. Bu modelin dünyada ve Türkiye’de denendiğini ve tutmadığını söylemek istiyorum.

Türkiye örneğini herkes kendisi değerlendirebilir. Ben dünyadan iki örnek vereyim. Brezilya İşçi Partisi, yaygın olarak kullanılan kısaltmasıyla PT, tam bir iflas öyküsüdür. Bir çeyrek asır boyunca Brezilya halkının olumlu ve dinamik ne potansiyeli varsa etrafına toplayan bu “sosyalist” parti, lideri Lula’nın 2004’te başkan olmasından sonra bütünüyle düzene hizmet eden bir parti haline geldi. Yani Brezilya solunu mahvetti!

Bu, başarılı (!), yani seçim kazanan örnek. Bir de tersinden bir örnek vereyim. Fransa’da Nouveau Parti Anticapitaliste (NPA-Yeni Antikapitalist Parti), aslında LCR adlı bir Trotskist partinin çevresinde oluştu. LCR’nin amacı tam da “farklı eğilimleri barındırma” amacıyla “asgari” bir program temelinde bir parti kurmaktı.  Sonuç? LCR’nin zaman zaman yüzde 5’e yaklaşan oyu NPA döneminde yüzde 1’ler dolayında dolaşıyor. LCR’nin kabaca üç bin üyesi vardı, sekiz bin üyeye ulaşan NPA bölünmelerle bin üyeye geriledi (bütün rakamlar bellekten, yani yaklaşık).

Teori alanında konu parti olduğunda Marx’la yetinemeyiz dememin nedeni de, Marx’ın 19. yüzyılın sonundan itibaren yaşanan deneyimi görerek sonuçlar çıkarma şansına sahip olmaması. İşçi sınıfının içinde ortaya çıkan farklılaşmaları (işçi aristokrasisi, sendika hareketinde bürokratlaşma) ve işçi partilerinin bu gelişmelerin ve burjuva siyasi sisteminin iğvasının etkisi altında düzenle bütünleşmesi deneyimi, sosyalist olarak kurulan partileri düzen partisi haline getirmeye başlayalı yüz yıldan fazla oluyor. Marx bunun bilgisinden yoksundu. Öyleyse şimdi bu konuda Marx’a dönmek senin ifadenle “her tarihi dönem için geçerli bir parti modeli” savunmak oluyor ironik olarak. Yine bu yüzdendir ki, Lenin’in parti kavrayışı, bu bilgi ışığında formüle edilmiş olduğu için Marx ve Engels’inkinden üstündür. Lenin’in anlayışını bazılarının yaptığı gibi karikatürleştirerek ele almazsak Marx’ın parti konusundaki tamamlanmamış fikirleriyle gerekçelendirilmiş bir “yeni tip parti” fikrine daha eleştirel yaklaşabiliriz.

Kimileri, “ama daha sonra sosyalizmin çökmesine o parti modeli yol açmadı mı?” diye sorar mutlaka. Bunu tartışmanın yeri burası değil, ama 1930’lu yıllarda Bolşevik Partisi’nin yönetim kadrolarının tamamının ya yargılanarak ya da yargılanmadan infaz edildiğini hatırlatacağım sadece. Demek ki, o parti olan bitenle uyuşamamış.

Marx’ın parti konusundaki fikirlerini daha ayrıntılı olarak, senin aktardığın Freiligarth’a mektubu da dâhil BirGün’ün Pazar Eki’nde ele alacağım. Yoksa bu mektup bitmez. Yurtdışında verimli bir dönem dilerim. Çalışmalarından hepimiz yararlanacağız umarım.

Bu mektup 25 Ağustos 2013 günü BirGün gazetesinde Ahmet Tonak’ın köşesinde yayınlanmıştır.