Ruhi Su (1912-20 Eylül 1985): Operadaki heyûla

ruhi su

Ruhi Su (1912-20 Eylül 1985): Operadaki heyûla

20 Eylül, 20. yüzyıl Türkiye müziğinin devlerinden, opera eğitimli halk ozanı, Nâzım’ın şiirlerinin ilk bestecisi, tescilli komünist Ruhi Su’nun 1985 yılındaki ölümünün yıldönümü. Türkiye sosyalizminin özellikle 1960-1980 aralığında ne büyük değerler yarattığını görmek isteyenler, herkesten ve her şeyden önce Ruhi Su’ya bakmalıdırlar. Bir opera sanatçısı olarak yetişen bu büyük müzisyen ve solist, aynı zamanda halk türkülerinin ve o geleneğin içinden yapılmış kişisel bestelerinin de icracısı idi. Ama devlet, komünist olduğu için onu operanın dışına attı. Ortada halk türkülerinin ve devrimci ezgilerin kudretli sesi kaldı. Türkçe türkülerin öksüz ve yetim Ermeni bestecisidir Ruhi Su. Anadolu’nun kadim halklarının sentezidir. Geçmişin güzelliklerinden süzülüp gelen, yarının sesine sound’unu mutlaka katacak olan bir dâhidir.

Aşağıda, Aslı Kayhan arkadaşımızın Devrimci Marksizm dergisinin İlkbahar 2016 tarihli 26. sayısında yayınlanmış olan “Hangi türü olursa olsun sanat bir eylemdir” başlığını taşıyan makalesinden bazı pasajları aktarıyoruz. Ayrıca Ruhi Su’nun, Türkiye burjuvazisinin onyıllar boyu komünistlere yaptığı işkenceleriyle ünlenen Sansaryan Han’da ruhuna düşmüş olan Mahsus Mahal türküsünü de okuyucularımıza sunuyoruz.

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun başında Avrupa’nın üzerinde bir heyûlanın, komünizm heyûlasının dolaştığını söylüyordu. Ruhi Su da Türkiye burjuvazisinin üzerinde dolaşan heyûla idi. Operadaki hayalet, halk türküsündeki heyûla.

 

Aslı Kayhan

Yıl 1966, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde konser var. Ruhi Su sahneye çıkar, hazırlığını yapar ve polisler de kendi ses kayıt cihazlarını hazırlar. Ruhi Su sazını bir iki tıngırdatır ve yanındaki arkadaşı Ünal Eşiyok’a eğilerek “İnşallah bundan böyle ifade verir gibi türkü söylemekten kurtuluruz” der. Aslında bu Ruhi Su için adeta hiç gerçekleşmeyecek bir istek olmuştur.

(...)

1912 Van doğumlu Ruhi Su, Birinci Dünya Savaşı’nda anne babasını kaybeder. Adana’da yoksul bir ailenin yanına evlatlık verilir. Oğlu Ilgın Su “Babamın 1912’de Van’da doğması öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde, Ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demiştir. Ruhi Su ise kendini, “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biri” olarak tanımlamıştır her zaman. Altı yaşında yanında yaşadığı insanların öz ailesi olmadığını öğrenir ve kendi isteğiyle gittiği öksüzler yurdunda okul hayatıyla tanışır. Bu komünist aydın ve sanatçının öyküsünde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından başlayarak günümüze kadar devam eden katliamlar, savaşlar, darbeler ve bunun karşısında mücadelelerle dolu bir Türkiye tarihini izleriz.

Adana Öksüzler Yurdundan (Dar’ül Eytam) Ankara Müzik Öğretmen Okuluna gidebilmek için uzun ve zorlu bir mücadele vermesi gerekmiştir. Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrasında çalışırken Hasanoğlan Köy Enstitüsünde müzik öğretmenliğini de sürdürmüştür. Konservatuarı opera sanatçısı olarak bitirmiş ve Ankara Devlet Opera ve Balesinde 1952’ye kadar çalışabilmiştir. Batı müziği eğitimi almış olması onun Adana yaylalarında öğrenmeye başladığı türkülerle bağını hiçbir zaman koparmamış, operada çalışırken Ankara ve İstanbul Radyosu’nda yaptığı türkü programlarıyla tanınmıştır. Ama, söylediği Alevi deyişleri komünistlik propagandası kabul edilerek programının yayınlanmasına son verilir. Türkü formunda On Beşlere Ağıt (Mustafa Suphilerin öldürülmesi olayı için yazılmıştır) ve Baladız Destanı’nı yine bu dönemde yapar.

1951 TKP Tevkifatı sırasında daha sonra evlenecekleri yoldaşı Sıdıka hanımla birlikte tutuklanır. Halk ozanı kimliği artık onun için yaşamının tek ifade alanı olacaktır. Sansaryan Han’da işkence altında yazdığı Mahsus Mahal, Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde, yine Adana Hapishanesine götürülürken bestelediği Hasan Dağı onun sesinin ve müzik anlayışının en derin ve güçlü eserlerinden- 61 Ruhi Su’nun müziğidir. Yaşamı boyunca egemenlerin kesintisiz baskısı ve takibi altında yaşamasına rağmen bir an olsun türkü söylemekten ve bestelemekten vazgeçmez. İlk kez Nâzım Hikmet’in şiirlerini besteleyen de odur: Kuvayı Milliye Destanı, Şeyh Bedrettin Destanı, Üç Selvi. Cezaevinde de bir koro kurar ve çevresindekilerden öğrendiği yeni türküleri derlemeye devam eder. Müziğin ortaklaştırıcı ve yaşam sevinci veren gücünü her yerde yeniden üretmiştir. Adana Cezaevinden sonra üç yıl Çumra’da sürgün kalır. Memleketin her yeri onun için çalışma alanıdır aslında, oradan Ankara’ya Çumra halkının coşkuyla izlediği bir konserle uğurlanır.

1959 yılında Ankara’da Sıdıka Su ve oğulları Ilgın Su ile yeniden başlayan hayatında işsizlik de büyük bir sorundur. Çevresindeki dostlarının desteğiyle film müzikleri yapar, kulüplerde türkü söyler ancak Demokrat Parti’nin sanata ve sanatçılara olan düşmanlığı nedeniyle ödün vermez komünistliğinden ötürü daha fazla baskı görür. 1960’ların kısa süren özgürlük ortamında İstanbul’a taşınır ve Taksim Belediye Gazinosunda söylemeye başlar. Aslında bu kulüpler sayesinde halk müzik geleneğini kentli, eğitimli kesimlerle buluşturan ilk kişi olur. Kendi müzik birikim ve deneyiminden süzerek yorumladığı türkülerle, dönemin sosyalist ve geniş anlamda tüm muhalif aydınlarını halk müziğiyle tanıştırmış ve onlara bu müziği sevdirmiş olur.

1965 yılında Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol adlı filminde söylediği Serdar-ı halımız n’olacak kısa çöp uzundan hakkın alacak türküsü nedeniyle Dünya gazetesi yazarı Bedii Faik tarafından dönemin Demirel hükümetine ihbar edilir. “Uyanınız” adlı makalesinde Faik, “Komünist mahkûm Ruhi Su’nun sesi herkesin kulaklarına kurşun gibi akıyordu” ifadesiyle anti-komünist bir kampanya başlatır. Bu sırada Ruhi Su, Yapı Kredi için dört yıl süren halk oyunlarının müziklerini derleme gibi büyük emek isteyen bir işi tamamlamıştır. Ancak, Kazım Taşkent bu kampanya ve baskılara dayanamayarak Ruhi Su’yu işten çıkarır. Kitap Sadi Yaver Ataman’ın adıyla basılır. Ruhi Su için bu, bardağı taşıran son damla olur ve yıllardır görünmez kılınmaya çalışılan emeğini bu kez mahkemede savunur ve davayı kazanır. Yine de, bu çalışmanın onun adıyla basılması ölümünden dört yıl sonrayı bulacaktır.

Dostları onunla dayanışmanın bir başka yolunu bularak müzik dünyamızın klasiklerine girecek olan İMECE Plakları’nı çıkarmaya başlarlar. 1963 yılında başlayan, içinde Halet Çambel, Nejat Harmanlı, Sabahattin Eyüboğlu, Atilla Özkırımlı gibi aydınların bulunduğu kolektif bir çalışmadır bu. Abone listesi yapılarak kişi başına alınan 50 lira karşılığında 45’lik plaklar hazırlanır. Plaklarla birlikte dört ayrı dile çevrilmiş, türkülerin kendi tarihleri ve öykülerinden oluşan bir kitapçık da yollanır. Bu kolektif çaba bugün, Kalan Müzik şirketinin daha kapsamlı bir şekilde gerçekleştirmeye çalıştığı halk türkü ve şarkılarından oluşan albümlerin ilk örneğidir.

1975 yılında Dostlar Tiyatrosu’nda kurduğu Dostlar Korosu onun en önemli eğitim çalışmalarından biridir. Korodan bir sanatçının anlatımı, bu çalışmaların bir korodan çok daha fazlası olduğunu anlamamızı sağlıyor. “Çok karanlık günlerden geçiyorduk. Hepimizin farklı politik görüşleri ve etnik kökenleri vardı. Ama bir gün bile bir sorun çıktığını hatırlamıyorum. Biz sadece türkü söylemedik Beethoven’ın 9. Senfonisi Neşeye Övgü şarkısını da söyledik. Bir Kürtçe ve bir İrlanda halk şarkısı öğrendik.” Sümeyra Çakır, Rahmi Saltuk ve günümüz Zaza kültürünün en önemli ozanlarından Mehmet Çanga da bu korodan yetişen halk sanatçılarıdır.

Bütün hayatı bir anlamda türkü arşivleme ve besteleme mücadelesiyle geçen Ruhi Su, 1980 darbesi sonrası kurulan Özal hükümeti döneminde pasaport alamadığı için yurt dışında tedavi olma şansını elde edemez. Son anlarında verilen tek çıkışa mahsus pasaportu reddeder. 1983 yılında, Şan Tiyatrosu’nda verdiği son konserle dostlarıyla vedalaşarak 20 Eylül 1985’te aramızdan ayrılır. Bu konserin düzenleyicileri arasında yer alan Zeynep Oral o gün Ruhi Su’nun programa konulmadan yasaklı olduğu halde sahneye çıktığını anlatırken dönemin atmosferini, bugünden farklı olmayan, “Öyle günlerdi ki barış sözcüğünü bile söylemek sakıncalıydı” diyerek anlatır.

(...)

“Sanatçı da tıpkı bir çiftçi, bir demirci gibi işini hem diliyle hem hüneriyle anlatabilmelidir.”

Ruhi Su’yu sevenlerin ve dinleyenlerin büyük bir çoğunluğu onu keman çalarken veya opera söylerken dinlememiş olabilir ancak onun sesini ve türkü söyleme biçimini bu gelenekten aldığını bilir ve bunu önemser. Ruhi Su’nun en özgün ve ayırıcı yanı iki farklı formu hiçbir yabancılaşma hissetmeden birleştirerek sözünü ve duygusunu güçlendirmesidir.

Onun müzikle olan ilişkisi tüm dünya halklarının ve egemenlerinin kavgaları arasından geçerek süzülerek olgunlaşmıştır. Davudî sesiyle billurlaşır ve bir kez daha anlarız ki tüm anonim ezgiler, halk şarkıları ve bestelenmiş müzikler aslında dünya emekçi halklarının bir tarihidir.

Ruhi Su'nun Mahsus Mahal türküsü için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.