Dedemin İnsanları: “Elbet çıkarlar bir gün saklandıkları yerlerden!”

Çıkarlar mı? Çıkarlar elbet! Nazım’ın dediği gibi çıkarlar hem de:  “Ve elbette ki, sevgilim, elbet,/dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet.../” Bize, bu yazılan satırları düşündüren, bu çağrışımı yaptıran, Çağan Irmak’ın son filmi “Dedemin İnsanları”

Film Girit’ten mübadele zamanı zorla göç ettirilen ve bir Ege kasabasına yerleşen göçmen bir ailenin etrafında, yetmişli yıllar Türkiyesinde yaşanan olayları konu alıyor. Ama bu film “Sonunda Yunanistan göçmenlerinin çektiği acıları da anlatan bir film yapıldı.” denilecek türden bir film değil. Elbette onların acılarını son derece etkili bir şekilde yansıtmış: Mübadelenin anlamsızlığı ve saçmalığına değinmiş, göç esnasında yaşanan ızdırap, salgın hastalıklar, yollarda yitirilen canlar ki dedenin küçük kardeşi de bunlardan biridir, dahası vardıkları yerlerde gördükleri muamele, dışlanma, kabul görmeme, uğranan hakaretler… Ama filmde “göçün ve zorunlu göçün” yarattığı travma sadece Batıdan göçenler üzerinden anlatılmamış, Doğudan göçenler de var, Kürtler var. Zira dedenin yazın yanına aldığı çıraklardan biri ilkokula giden torunu, diğeri ise onunla aynı okulda olan bir Kürt çocuğudur ve dedenin ona sahip çıkmasıyla bu sorunun sadece bir etnik grup ya da ulusla ilgili olmadığı dile gelmiştir.

Filmde yetmişli yıllar Türkiye’si de vardır ama film sadece o dönemi anlatan bir film de değildir. Elbette o dönem ki olaylara belirgin bir vurgu vardır: “Kıbrıs Barış Harekâtından”, onun yüzünden ailenin Girit’te kalan evlerine gidemeyişlerinden, bu bağlamda iki halkın ilişkilerinin bozulmasından bahsedilmektedir. Bir yandan da bu olayların etkisiyle de olsa gerek Yunanistan göçmenleri aleyhine başlatılan kampanyalar, bunların büyüklerdeki etkisi, dedenin evine duyduğu hasret üzerine yazdığı mektupları bir şişeye koyarak denize yollanmasının Yunanlara ajanlık olarak propaganda edilmesi, çocukların “Türklüklerini” kanıtlamak için göçmen sokağındaki evleri taşlaması… Bir yandan ise sokaklar devrimcilerin yazılamaları ile süslüdür, kahvehanelerin bombalandığının haberleri duyulmaktadır radyodan. Ağır bir yıkımın yaklaştığı hissedilmektedir. Aslen oralı olup üniversitede tanıştığı eşinin devrimci eylemlerinden sonra gözaltında kaybedilmesi üzerine kasabaya dönüş yapan kadın aracılığı ile bu insanlık dışı uygulamanın mağdurlarda yarattığı etkilere de yer verilmektedir. Tam, ikici kez aile Girit’e gitme kararı alırken bu kez seksen askeri darbesi olur. Ailenin damadı olan belediye başkan yardımcısı defalarca gözaltına alınır, sorgulanır ve askeri darbenin atadığı belediye başkanının uygulamalarına karşı çıktığı için de işinden atılır. Bu uygulamaların başında Ege sahillerini şimdilerde mantar gibi sarmış olan turistik otellerin, çevreye ve o bölgedeki insanların geçimlerine verdiği zararlar gelmektedir. İşte bu protestoda yalnız kalan damadın halka olan isyanını, “saklanmışlardı” eleştirisini “elbet çıkarlar bir gün sakladıkları yerlerden” ifadesi ile karşılar dede ve damadına açılan mahkemeden atanmış belediye başkanını vazgeçirmek için yaptığı görüşmede, halkın bir gün bunun hesabını soracağı düşüncesini tekrarlar, ancak orda yaşadıklarının etkisiyle kalp krizi geçirir. Yaşama canı gönülden bağlı olan dede, kalp hastalarının yaşam şekline ise alışamaz. Tüm bunları protesto edercesine sürekli şişe içinde denize bıraktığı mektuplar yerine bu kez kendini bırakır engin maviliklere… Ve onun ölümüyle, cenazesi, saklananların bir an da olsa sokağa çıktığı, hatta darbe nezdinde atanmış belediyeyi yuhalayıp taşladığı bir gösteriye dönüşür. Her ne kadar imam buna itiraz etse de kitlenin bu eylemini durduramaz ki, imamın daha sonra durduramayacağı bir şey daha yaşanır: eşi gözaltında kaybedilen kadın cemaati yarar ve kadınların yaklaştırılmadığı mezar başına gelerek bir demet çiçeği yağmur gibi yağan toprağın arasına atıverir. O esnada da kendisine olan aşkından aklını oynatan ve sokaklara düşen kasabanın eski çobanıyla göz göze gelir ve ikisi de yıllar sonra ilk kez gülümser. Belki de yaşam döngüsü harekete geçer yeniden…

Filmin bundan sonraki kısmı hafif bir basitlik yaşamakta: Dedenin denize bıraktığı mektuplar amacına ulaşır ve eski evlerine yerleşen Yunan bir ailenin gelininden bu mektuplara cevap gelir. Ancak kimse oraya gitmeye cesaret edemez aileden, ta ki torun büyüyüp bir delikanlı olana dek… O dedesinin bu en büyük arzusunu gerçekleştirir ve bu kısımda Türk-Yunan dostluğuna, kardeşliğine iki halkın bir birine ne kadar benzediği üzerinden vurgu yapılır. Bu durum filmin genel havasında biraz basit kaçmış görünmektedir. Çünkü iki halk bir birine kültürel olarak hiç benzemese dahi dost ve kardeş olabilir, olabilmeli ve belki de bu anlatılmalıydı. Ancak yine de filmin bütünlüğü içinde bu durum kolayca görmezden gelinebilecek bir unsur gibi…

Bir aile etrafında dönmesinden dolayı film aile ilişkileri ile yoğrulmuş durumda. Zira yaşanan ev, geniş bir aileye örnek, ancak bu aileye sevgi egemen, hatta bir miktar ekonomik refah egemen; ama yine de torun mutsuz, hatta kin dolu, sürekli çevresine zarar vermekte, bu bağlamda ailesinin kültürünü reddedip göçmenlere karşı da düşmanlık içinde. Üstelik aynı mikrop kasabanın diğer çocuklarında fazlasıyla var. Bu durumu gören dede’nin bir aşamada etkin bir merakla “Neden?” diye sorması aslında filmin en önemli unsurlarından. Belki de herkes sormalı bu soruyu kendisine… Çocukların içindeki bu dolu dolu nefret neden? Filmde kendince bazı çözümler bulunmuş gibi. Zira bir ara okul kurumundan şüphelenilmekte, ancak sonra dedenin torunla uzun sohbeti bu durumun, torununun arkadaşlarınca yaratıldığı fikrini oluşturmaktadır. Bunun üzerine dede sadece kendi torunu ile ilgilenmeyi, ona sevgi göstermeyi bırakıp, onun tüm arkadaşlarına ilgi ve sevgi göstermeye başlar. Tümünü toplayıp denize götürür mesela. Sevgi ve ilginin paylaşılmasının nefreti azaltacağı düşüncesi son derece etkilidir ama kanımızca yeterli değildir. Yine bu bağlamda, özellikle yetişkinler arasında göçmenlerin istenilmemesi, onlardan nefret edilmesi durumu da az çok ekonomik nedenlerle ilişkilendirilip dile getirilmekte. Fakat bu durum da nefreti açıklamak için tamamen yeterli değil ki, o nedenle “Neden?” sorusu cevap beklemeye devam ediyor…

Ancak tüm bu sorularıyla, cevaplarıyla, kendine has tarzıyla, değindikleri, dokunduklarıyla, gülümseyişleri ve gözyaşlarıyla  “Dedemin İnsanları” bir an önce izlenmeyi ve belki de biraz anlaşılmayı bekliyor…