Tabii dönelim!

Hürriyet gazetesi köşe yazarı İsmet Berkan Dışişleri Bakanlığı’ndan istihbarat almış. Bakanlık, son dönemde “Yeni Oturma Düzeni” diye anılan protokol değişikliklerine paralel bir hazırlık içinde imiş. Hatırlanacağı gibi, bu sene Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) ilk kez başbakan masanın baş köşesini genelkurmay başkanıyla paylaşmadı. Ardından Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında hükümet bir tarafta, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) komutanları öteki tarafta, sanki ilk fırsatta birbirlerinin üstüne atılıp mücadele etmeye hazır iki boksör gibi masanın iki tarafında oturmadılar. Ayrıca generallerin bir bölümü de epey gerilere kaydırıldı. İşte şimdi Dışişleri Bakanlığı, asker-sivil ilişkilerinde ortaya çıkan bu değişikliği, bu iki kurumun, YAŞ’ın ve MGK’nın dışında genelleştirmeye girişmiş.

Büyük devlet törenlerinde devlet büyüklerimiz temsil ettikleri kurumun önemine göre belirli bir sırada yürür ve dururlar. Düzen ve nizam devlet için her zaman önemlidir. Yoksa ayaklar baş olur! Bu düzende genelkurmay başkanı, son otuz yıldır 4. sırada, hemen başbakanın ardında yer alıyordu. Kuvvet komutanları ise hemen bakanlar kurulunun ardında 10. sırada. Şimdi Dışişleri Bakanlığı’nın planına göre, devlet protokolü 12 Eylül öncesinde geçerli olan düzene geri döndürülecekmiş. Bu durumda genelkurmay başkanı şimdi kuvvet komutanlarının olduğu 10. sıraya, yani bakanlar kurulunun arkasına, kuvet komutanları ise 41. sıraya, yani müsteşarlarla az çok aynı düzeye yerleşecekmiş.

Gayet uygundur! 12 Eylül döneminde TSK komuta heyetinin, hatta sıradan generallerin protokolde yükselmesi, darbeci ordunun baskıcı gücünün siyasi düzene yansıtılması idi. Üstelik, askeri darbeden sonra kendilerini böylesine terfi ettiren ordu üst kademelerinin darbecilik mesleğinden vazgeçmedikleri, 1997 ve 2007 yıllarında genelkurmay tarafından verilen iki muhtıra ile ve ortaya saçılan sayısız belge, internet sitesi, ıslak imza, toprağa gömülmüş silah vb. temelinde de kanıtlanmış bulunuyor. Darbeci bir ordunun 12 Eylül darbesiyle kendini taşıdığı yerden eski mertebesine sürülmesinde tabii ki yarar var.

Yalnız büyük burjuvazinin en büyük gazetesi Hürriyet bunu birinci sayfadan “11 Eylül 80’e dönelim” manşetiyle verince insanın aklından başka muzırlıklar da geçmiyor değil. Hürriyet’in bu manşeti, AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumundaki söylemine yardımcı olarak halkın gözünü boyamaya yarıyor. 12 Eylül’ün sona ermesi, ne bazı ikincil yasa maddelerinde değişiklikle olur ne de protokolün değişmesiyle. Protokol, adı üstünde protokoldür, yani bir şeyleri, temsil amacıyla sıraya dizmektir. Yani temsildir. Bir de işin usulü değil esası var. Tamam, 11 Eylül 1980’e dönelim tabii, ama bu başka birtakım şeyleri de eski haline getirmeyi gerekiyor. 12 Eylül’ün Türkiye’nin hukuki, politik, ekonomik, sosyal, ideolojik, kültürel vb. hayatında yarattığı çeşitli değişikliklerle uzun uzadıya uğraşmaya gerek yok. Şunlara ne dersiniz?

Çalışma hayatına ilişkin bütün mevzuatta, İş Yasası’nda, sendikalar, toplu sözleşme ve greve ilişkin bütün yasalarda “11 Eylül 80 öncesine dönelim”. Sendikaları kıskıvrak bağlayan, patronların zincirlerinden boşanmışçasına sendika düşmanı hale gelmesine olanak sağlayan, grevi neredeyse olanaksız kılan mevzuatı kaldıralım. Hatta sadece işkolu ve işyeri barajlarını kaldıralım. Ne dersiniz?

Üniversitelerde de “11 Eylül 80 öncesine dönelim”. Fazla bir şey istemez. Bir tek Yükseköğretim Kurumu’nu (YÖK’ü) kaldıralım. Ne dersiniz?

Siyasi partiler ve seçim mevzuatında da “11 Eylül 80 öncesine dönelim”. Hatta tek bir değişiklikle yetinelim. % 10 barajını kaldıralım. Ne dersiniz?

Bunlar, 12 Eylül’ün Türkiye’nin politik, ekonomik, sosyal hayatında yarattığı tahribatın çok küçük bir kısmı. Şayet bunlara “evet” diyemiyorsanız, o zaman susun: “11 Eylül 80 öncesine dönelim” diye şaklabanlık yapıp halkın gözünü boyamaya çalışmayın. Çünkü bunlara “evet” diyemiyorsanız siz de 12 Eylülcüsünüz, onun yarattığı bataklıkta “iyi polis” rolü oynayan sivri sineklersiniz demektir. Ya da AKP gibi, kendi çıkarına aykırı baskı mekanizmalarına saldırıp “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyenlerdensiniz.

Bir küçük söz de büyük liberal ve sol liberal aydınlarımıza. Sizler TSK’nın protokoldeki yerini hep önemsediniz. Olsun. Sorun şu ki, aynı zamanda TSK’nın Türkiye politikası üzerindeki hakimiyetinin, sizin pek sevdiğiniz kelimeyle “vesayeti”nin 1961 Anayasası’nın ürünü olduğunu söyleyip durdunuz. Şimdi en azından protokolde durumun 12 Eylül’de değiştiği ortaya çıktı. Ne diyorsunuz?